2- İnsanlar için bir acaiplik mi oldu? Yani, insanlar için tuhaf bulunacak, şaşılacak, vukuuna inanılmayacak, garip kabul edilecek bir şey mi oldu. Onlardan bir ere, melek değil, beşer cinsinden olan bir erkeğe dünya malı ve mülküne yani fazla bir servete ve ihtişama sahip olmayışı bakımından sıradan insanlardan biri sayılan ve fakat yüce faziletleri ve kudsi hasletleri bakımından bütün insanlığın medar-ı iftiharı durumunda en yüksek, en seçkin bir ferdi olan büyük bir erkeğe, insanları inzar et, uyar diye vahyetmemiz, bütün insanların ahirette başlarına gelecek korkunç ahval ve dehşeti haber ver, küfür ve isyanın akıbetinden korkut; iman edenlere de şunu müjdele: Onların Rab'leri katında kendileri için muhakkak bir "kadem-i sıdk" vardır.
Kadem: kelimesi "kıdem" benzeri olarak bir işte önceliği bulunmak, yani bir hususta diğerlerini geçmiş olmak; gerek hâl, gerek hayır, hasenat, bilgi, tecrübe, rütbe v.s. bakımından ilerde olmak demektir. Bunun müennesi "kademe" demektir ki, bu da dilimizde derece anlamına kullanılır. "Kadem" aynı zamanda "ayak" anlamına gelir, yani ayağın topuktan aşağısı, daha doğrusu tabanı demektir. Bir şeyin mukaddemine , yani yarışta en önde gelenine ve kahramanına da söylenir. Filanın, filan hizmette kıdemi, veya kademi var demek, o işte önceliği ve herkesten fazla hizmeti var demektir. "Filanın hayırda bir kademi vardır" demek, diğerlerine önayak olmuş, cesaretle işin başını tutup ileri götürmüş demek olur. "Kadem-i sıdk" deyimine de müfessirler, güzel amel, hayır işlerinde başta olmak, levh-i mahfuzda liste başında gelmek, birincilere takdir edilmiş olan bir mükafata ermek, yüksek bir rütbe ve makam gibi mânâlara tefsir etmişlerdir. Fakat âyetin gelişinden (siyakından) anlaşıldığı, ayrıca Hasen ve Katade'den rivayet olunduğu üzere burada muradın peygamberimize mahsus şefaat olduğu açıktır.
Kadem-i sıdk: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in Allah katındaki yakınlığı, şefaat makamı ve Kamer Sûresi'nde geleceği üzere "Güçlü padişahın huzurunda doğruluk koltuklarında (hoşnutluk içinde)dırlar" (Kamer, 54/55) âyeti gereğince, müttakilerin cennetlerde Allah Teâlâ'nın yüce katında tespit edilmiş olan "sıdk makamı"na girmeleri için önlerine düşen ve onlara yol gösteren delilleri ve önderleri olması cihetlerini ifade eden bir özel deyimdir. Yani, Allah Teâlâ'nın, bu kitab-ı hakimi vahyettiği o erin, o zât-ı Muhammedi'nin Allah katında öyle yüksek bir değeri, derecesi ve makamı, öylesine yüce bir sıdk u emaneti vardır ki, Allah huzurunda müminler için sıdk ile şefaat edecek ve önlerine düşüp cennetlere ve o Melîk-i Muktedir (güçlü melik) katındaki sıdk makamına vasıl olmalarına kadar onlara önderlik yapacak rehberlik edecektir. Şu halde beşer cinsinden bir ere Allah Teâlâ'nın böyle vahiy ve risalet vermesi, Allah katında onlara önem verildiğini ve şeref bahşedildiğini gösterir, müminler için de büyük bir beşareti ve müjdeyi içerir.
Şimdi böyle, bu inzar (korkutma) ve tebşir (müjdeleme) esası üzerine gönderilmiş olan o hikmetli kitabın âyetlerini vahiy yoluyla insanlar içinden dünya malı ve rütbesi bakımından gücü ve şöhreti olmayan bir adama nübüvvet ve kitap verilmesi, Allah tarafından insanlara peygamber olarak gönderilmesi nasıl olur da yakışıksız, garip ve acaip bir şey sayılır? Ve nasıl olur da bu hakikat, bu ilâhî ihsan, insanlığın medar-ı iftiharı olmaz?... Bu durum o insanlar için bir ucube mi oldu ki, "Kâfirler dediler ki; hiç şüphesiz bu apaçık bir sihirbazdır." Nafî, Ebu Amr, İbnü Amir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde okunur, o takdirde gelen âyetler ve vahiy olayının kendisi kastedilerek "Bu hiç şüphesiz apaçık bir sihirdir." anlamına gelir. Kâfirler, bu herhalde beliğ yani apaçık bir sihirbazdır veya apaçık bir sihirdir, dediler. O inzarı ve tebşiri içeren hikmetli kitaba hak vahyi demek istemediler. Bununla beraber fevkalade yüksek olan icazı ve hikmeti karşısında büyülenmiş gibi hayrete kapılmaktan da kurtulamadılar; Peygamber'e sihirbaz, üstelik mübin, usta, ileri derecede bir sihirbaz dediler. Vahiy ve nübüvveti acaip ve garaip ile aldatıcı, göz boyayıcı sihirbazlık, o hikmetli kitabı da bir sihir gibi göstermek istediler. Çünkü beşerden birinin Allah'dan vahiy alıp peygamber olmasını acaip buluyorlar.
Özellikle beşer içinde Arabî, Kureyşî, Mekkelilerden seçilip süzülmüş ihtişamsız bir zatın Allah tarafından kendilerine peygamber olmasından hiç hoşlanmıyorlar, bâri bu Kur'ân iki beldenin birinden azametli bir adama inseydi "Bu Kur'ân iki kentten, büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31) diyorlardı. Bu âyetteki istifhamı, bir istifham-ı inkârîdir ki, onların hayretine hayret ettirmek nüktesini ifade eder. Yani taaccüp ve inkâr edilecek, Allah'a yakıştırılamıyacak bir şey mi var ortada? Allah'a yakıştıramadığınız şey, Allah'ın beşer cinsinden bir erkeğe vahiy gönderip, onu insanlara peygamber yapması mıdır? Şaşılacak şey bu değildir, asıl şaşılacak şey sizin buna sihir demeniz ve inkâr etmenizdir. Daha doğrusu bütün insanlara inzar (korkutma) ve tebşîr (müjde) yapacak peygamber melek cinsinden olsaydı, asıl o zaman şaşmak gerekirdi. Nitekim bunu beyan etmek üzere "Eğer biz onu (peygamberi) bir melek kılsaydık, yine onu bir adam şekline sokardık, onun peygamberliği hakkında şüpheye düşecekleri yine şüpheye düşürürdük." (En'âm, 6/9) buyurulmuştur. Yine bunun gibi, İsrâ Sûresi'nde "De ki; Eğer yeryüzünde uslu uslu dolaşan melekler olsa idi, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (İsrâ, 17/95) buyurulduğu üzere, melekten peygamber meleklere veya melek hasletli kimselere yakışırdı. Zira peygamberliğin faydalı olması için peygamber ile ona muhatap olanlar arasında tecanüsün bulunması büyük önem taşımaktadır. Böyle ilâhî vahye mazhar olup, Allah katında yüce risalet makamına ermiş olan bir zatın durumuna erememekle beraber onun hemcinsi olarak yanında, yakınında bulunmak da büyük bir mazhariyettir, ona inananlar için Allah katında öyle bir "kadem-i sıdk"a nail olmak gibi büyük bir mutluluk, büyük bir bahtiyarlıktır. Bu bahtiyarlığı hor görüp, yüksünüp reddetmek ne kadar aptallık, ne büyük budalalıktır! Asıl esef edilecek, asıl hayret edilecek hâl işte budur.
İnsanlara harfleri öğreten, isimleri ve sözleri türetmeyi belleten, onlardan mânâ çıkarma, anlama ve anlatma nimetini ihsan eden Rabbülâlemin'in bir kuluna o vahyi veremiyeceğini, o inzar ve tebşiri yapamıyacağını, o sadık ve mütevazi kulunu dilediği gibi yükseltemiyeceğini vehmetmek, bu Allah vergisi nimete dudak büküp "nasıl olur?" diye taaccüp etmek, Hakk'ın hikmetine karşı gelmek, Allah'ın Resulü'ne sihirbaz, âyetlerine sihrî demek, hasılı ilâhî saltanatı kontrol altında tutmaya kalkışmak, irşadını, uyarısını iğfal sanmak ne kadar acaip bir tutum, ne tehlikeli bir hareket ve cüret bilir misiniz?
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |