5-MAİDE

106-Bu âyetin nüzul sebebi: Temim-i Dârî ve kardeşi Adî ve beraberlerinde Amr b. el- Âs'ın azatlısı Büdeyl üçü ticaret için Şam'a çıkmışlardı. Büdeyl, müslüman muhacir; diğer iki kardeş de henüz hıristiyanmışlar. Şam'a vardıklarında Büdeyl hastalanmış ve yanında nesi varsa hepsini güzelce bir defter yapıp bir sayfaya yazmış, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına yerleştirmiş, sonra onlara döndükleri zaman bu mallarını ailesine teslim edivermelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Onlar da o malların içinden üçyüz miskal miktarında altın ile işlenmiş bir gümüş kabı almışlar, geri kalan eşyayı döndüklerinde Büdeyl'in ailesine teslim etmişler. Bunlar da eşyayı araştırdıklarında defteri bulmuşlar, o gümüş kabın da yazılmış olduğunu görmüşler, Temim ile Adiyy'e, "Bu kab nerede?" diye sormuşlar, "Bilmiyoruz, bize teslim ettiğini size verdik" demişler. Bunun üzerine Resulullah'ın huzurunda muhakeme olunmuşlar, bu"Ey iman edenler" âyeti indirilmiş. Bundan dolayı Resulullah, Temim ile Adiyy'i ikindi namazından sonra minberin yanında, kendilerine teslim edilen eşyadan hiçbir şeye hainlik etmediklerine ve gizlemediklerine dair "Kendisinden başka ilâh olmayan" Allah'a kasem ile yemin ettirmiş, onlar da yemin ettiklerinden yollarını boşaltmış. Sonra o gümüş kab bunlardan satın alan müşterinin elinde Mekke'de bulunmuş, Sehm oğulları bunu haber alınca Adıyy ile Temim'den yine istemişler, bu defa da her ikisi: "Biz bunu Büdeyl'den satın almıştık" demişler, buna karşı: "Biz size Büdeyl eşyasından hiçbir şey sattı mı, diye sormadık mı? O zaman siz hayır demediniz miydi" dediklerinde: "Evet ama bizim delilimiz yoktu, bunun için ikrar etmek istemedik" dediklerinden tekrar Resulullah huzurunda muhakeme olmuşlar, bunun üzerine de âyeti inmiş, Amr b. Âs ile Muttalib b. Ebi Vedâ'a kalkmışlar, yemin etmişler ve kabı almışlardır . Çünkü satın alma iddiası ispat edilemediğinden yemin bunlara dönmüştür. Bu âyet, Kur'ân'ın i'râbı, mânâsı, hükmü itibariyle en müşkil âyetlerinden olduğu söylenmiştir.

Ey iman edenler! Emrolunduğunuz şeylerden biri de herhangi birinize ölüm göründüğü zaman, vasiyet zamanı aranızdaki şahitliktir. O zaman vasiyet etmek gerek olduğu gibi, şahit de getirmeli, şahitler de bunu muhafaza edip gereği halinde güzelce yerine getirmelidirler. Şahitlik edecek olanlar sizden, yani akraba ve teallukatınızdan ve müminlerden iki adalet sahibi yahut gayrınızdan, müslüman olmayanlardan iki kişidir. Fakat bu diğer iki kişinin şahitliği ancak yolculukta bulunursunuz da ölüm musibeti başınıza gelirse o takdirdedir. Çünkü o zaman kendinizden kimse bulmak mümkün olmaz da zaruret tahakkuk edebilir. Bu ikisini namazdan sonra -özellikle ikindi namazından sonra- alıkorsunuz. Yani durdurursunuz da kendilerinden şüphelenir, kuşkulanırsanız Allah'a "bu yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, yani yemininizi bedele satarak, şuna buna tamah ederek yalan yere yemin etmeyiz. Çıkarına yemin edeceğimiz kimse yakınlarımızdan olsa yine etmeyiz. Allah'ın şahitliğini, yani Allah'ın bildiği ve doğruca yerine getirilmesini emrettiği şahitliği gizlemeyiz de. o takdirde bizim, herhalde günahkârlardan olduğumuzda şüphe yoktur" diye yemin ederler.

Burada dikkate değer iki mesele vardır ki, birisi müslümanın bulunamayacağı zaruret halinde müslüman olmayanın şahit tutulması ve şahitliği; diğeri de şahitlere yemin verilebilmesi meselesidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre akrabanızdan ve kabilenizden, de kabilenizden olmayan müminlerden demektir. Akraba, ölünün durumlarına daha vakıf ve diğerlerinden daha şefkatli olacağı için vasiyete, öncelikle hısım ve akrabadan, yolculuk gibi bunların bulunamadığı durumlarda da yabancılardan şahit getirmek daha uygun olduğu gösterilmiştir. İbnü Abbas, Ebu Mûsâ el-Eş'arî, Saîd b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Şürayh, Mücâhid ve İbnü Cüreyc'den nakledildiğine göre, bir insan gurbette bulunur ve vasiyetine şahit getirecek müslüman bulamazsa, hıristiyan, yahudi, mecusi, putperest veya herhangi bir kâfir olursa olsun şahit getirebilir ve şahitlikleri kabul edilebilir. Ve bu şekilden başkasında kâfirin mümin aleyhine şahitliği caiz olmaz. Müslümanlardan, müslüman olmayanlardan demektir. İmam Şâfiî demiştir ki: Müslümanlardan bir adam gurbette hastalanmış, vasiyetine şahit getirecek bulamamış, kitap ehlinden iki adamı şahit getirmiş idi. Kûfe'ye geldiler, vali bulunan Ebu Musa el-Eş'ari'ye vardılar, olayı haber verdiler. O adamın terekesini (ölünün bıraktığı malını) ve vasiyetini takdim ettiler. Ebu Musa: "Bu iş bir defa Resulullah zamanında vâki olmuş, o zamandan beri vuku bulmamıştı" dedi ve ikisini de Kûfe mescidinde ikindi namazından sonra "yalan söylemediklerine, değiştirme ve bozmadıklarına dair Allah'a yemin verdi ve şahitliklerini kabul etti". Bu görüşü kabul edenlerin bir kısmı, bu hükmün muhkem ve bâkî (devamlı) olduğunu, bir kısmı da mensûh (hükmünün kalkmış) olduğunu söylemişlerdir. Cessas Ebu Bekr Râzî "Ahkâm-ı Kur'ân"ında der ki: "Bu âyetin zahiri, müslümanın yolculuktaki vasiyetine zimmî (İslâm devletine tâbi olan kitap ehli)nin şahitliğinin caiz olmasını gerektirir. Yani ün gayr-i müslimler demek olduğu ve bunun da zimmet ehline sarfedilmesi açıktır".

Vasiyette satın alma veya borcu ikrar veya bir şeyi vasıyyet veya hîbe veya sadaka herhangisi bulunursa bulunsun, ölüm hastalığında aktedildiği zaman vasiyet ismi hepsini içine alır. Allah Teâlâ seferde olmak üzere vasiyet esnasında bunların şahitliğine izin vermiş ve vasiyeti tahsis etmemiştir. Vasiyet esnasında ise borcu veya aynı (taşınabilen kıymetli eşya) ikrar veya başka şeyler olabilir. Âyet bunları ayırmamıştır. Fakat Bakara sûresindeki "Müdâyene" âyetinin (Bakara, 2/282) Kur'ân'ın en son nâzil olan âyetlerinden olduğu kesin olarak rivayet edilmiştir. Gerçi bazıları Mâide sûresinin de son inen sûrelerden olduğunu rivayet etmişlerse de bu, her âyetinin değil, sûre itibariyle kısmen son inenlerden olduğunu ifade edebilir. Müdâyene (borç) âyetinde ise gerek vasiyet ve gerek diğerlerine ve gerek hazar (evde oturmay)a ve gerek yolculuğa, şâmil olmak üzere müminler zararına şâhitlik ehliyeti, "Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun." (Bakara, 2/282); "Razı olduğunuz şahitlerden" (Bakara- 2/282) diye müslümanlara tahsis edildiği için müslaman olmayanın ikamet halinde, yolculuğunda ve vasiyette müslüman üzerine şahitliğinin caiz olmasına dair hükmün kalkmış olmasını içine alır. Fakat şu da unutulmaladır ki bu Mâide sûresi âyeti, zimmî (İslâm tebeasındaki kitap ehli)nin yolculukta müslümanın vasiyetine şahitlik etmesinin caiz olduğunu ifade ederken, zimmînin vasiyetine de şahitliğin caiz olduğuna delalet eder. Ve sonra müslümanın vasiyetine şahitliğin caiz olması müdâyene âyeti ile neshedildiği zaman da zimmînin vasiyeti zimmîye gerek yolcu olmadan ve gerekse yolculuğunda şahitliğin caiz olması hükmü bâki kalmış olur. Bundan başka bu Mâide âyeti şuna da delalet eder ki iki vasî (vasiyeti yerine getirmeye memur olan kişi)nin, ölünün vasiyetine şahitliği caizdir. Bunların ölüden bir şey satın alma davaları delilsiz kabul edilmez. Söz, yeminle beraber veresenindir. Yani bahis konusu olan neshin bu noktalara şümûlü yoktur. Gerçi Kâdî Beydâvî, " akraba (yakınlar) demektir, bunu 'zimmet ehli' diye tefsir edenler ise mensûh demişlerdir. Çünkü zimmînin müslüman aleyhine şahitliği ittifakla kabul değildir" demişse de Fahreddin Râzî ihtilaflı olduğunu göstermiştir. Ve hatta mensûh değildir diyenlerin görüşünü altı şekil ile düzelterek, tercih yolunda söz söylemiştir. Birinci olarak: Hitap, bütün müminleredir. Şu halde, "sizden olmayan iki kişi" bütün müminlerden başkası demek olur. İkincisi: Bunların şahitliği "eğer yolculukta iseniz" diye yolculuk ile kayda bağlanmıştır. Eğer bunlar müslüman olsalardı şahit olmalarını istemenin caiz oluşunun yolculukla şartlanmaması gerekirdi. Çünkü müslümanın şahitliği yolcu olmadan da, yolculukta da caizdir. Üçüncüsü: Yemin ettirme meselesi de bunların müslüman olmadıklarına bir karine demektir. Dördüncüsü: Rivayet edilen nüzul sebebi iki hıristiyanın müslüman olan Büdeyl üzerine şahitliği hakkındadır. Bütün bunlar Ebu Bekr Râzî'nin dediği gibi âyetin görünüşü müslüman olmayan hakkında olmasını gerektirir. Beşincisi: Ebu Musa el-Eş'arî'nin yukarda nakledilen hükmü ashabdan kimse tarafından reddedilmemiş olduğuna göre bir icma demektir. Altıncısı: Mesele, müslümanlardan, şahitlik yaptıracak kimsenin bulunamayacağı gurbet haline ait olduğu için bir zaruret meselesidir. "Zaruretler, mahzurları mubah kılar" . Bir gurbette bulunan ve eceli yaklaşan bir müslüman şahitlik yaptıracak müslüman bulamaz ve bu halde kâfirlerin de şahitliği makbul olamazsa birçok mühim şeylerini kaybetmeye mahkum olur. Belki zekat, keffaret borçları vardır. Ve belki yanında emanetler ve üzerinde başka borçlar vardır. Şu halde erkeklerin bilemediği hususlarda, zaruretten dolayı, yalnız kadınların şahitliği caiz olduğu gibi bunda da olmalıdır demiş ve neshi uzak bulmuştur. Hakikatte Mâide sûresi, Kur'ân'ın son nazil olan sûrelerindendir. Bundan mensûh (hükmü kaldırılmış âyet) yoktur. Veya ikiden fazla mensuh yoktur rivayetlerini dikkat nazarına almamak sûretiyle, zaruret sebebiyle caiz görülmüş olan hususlarda da nesih tasavvur olunmaması gerekir. (Bu konuda İbni Kayyim el-Cevzî'nin "Siyâset-i şer'iyyeden turuk-ı hükmiyye" adlı eserinde de geniş bilgi vardır).

Şahit ve yemin ettirme meselesine gelince: "Allah'a şahitlik ederim" demek esasen bir yemin mânâsını içerir. Sonra şahidin, adaletli ve doğru kimse olması gerekir. Şu halde şahide bir daha yemin ettirmek, hem onu hakîr görme ve eza etme mânâsını içine alır, hem de yemini tekrar ettirmek sûretiyle bir ifrat (aşırılık) ve görevi kötüye kullanmadır. Bunun için müctehid imamların çoğuna göre şahide yemin vermek meşrû değildir. Her yemin ettirmenin vacib olmadığı hakkında ittifak vardır. Bu âyette ise "eğer şübhelenirseniz" kaydıyle şüphe halinde şahide yemin ettirmek, hem de vakit ve keyfiyette tağliz (kabalık etme) suretiyle yemin ettirme gereği gösterilmiştir. Gerçi bundan bu vacib olmanın anıldığı üzere müslaman olmayan şahitler hakkında olduğu anlaşılıyor. Fakat aynı zamanda bundan müslüman olan şahitler hakkında da şüphe edildiği zaman yemin ettirmenin caiz olduğu delalet sûretiyle anlaşılır. Hz. Ali'nin şahit ve rivayet edeni töhmet halinde yemin ettirdiği de nakledilmiştir. Bundan dolayı ahlâkın bozulduğu ve ahlâksızlığın çoğaldığı zamanlarda ve özellikle şahitliğin yemin demek olduğunu bilmiyerek şahitliğe gelenlerin yemin ettirilmesi caiz olmalıdır.

Geri Dön

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri