14-İBRAHİM:
1-2- (Yunus Sûresi'nden beri geçen benzerlerine bakınız.) bu çıkış yeri belli ve sınırlı olmayan, karnın üst tarafından çıkıp her harfin yardımına koşan elif gibi, tevhid (Allah'ın birliğine inanmak) ve doğruluk delili olarak tecelli eden ve tilâvet ve okunması ile gibi dillerde çalkalanarak birlikten çokluğa hitap eden bu seçkin harfler, yani mucizeli nazmıyla bu sûreyi meydana getiren basit ve birleşik sesler öyle büyük bir kitapdır ki, ey Muhammed onu sana yüceliğimizin şanı ile biz indirdik. İndirdik ki insanları karanlıklardan çıkarasın Rablerinin izni ile aydınlığa o aziz (yüce) ve hamdedilmeye layık olan Allah'ın doğru yoluna bütün izzet ve kudret kendisinin, bütün hamd ve senâ kendisine mahsus olan ve bundan ötürü yoluna girip korunmasına sığınanları izzet ve ihsanıyla çok değerli ve saygın kılacağı malum bulunan o nimet veren Rabbin doğru yoluna, hak dinine, yâni o Allah'ın yoluna ki bütün göklerdekiler ve bütün yerdekiler hepsi O'nundur, şu veya bu devletin değil hep O'nundur. O'nun malı ve mülküdür.
O yalnız göktekilerin değil, yeryüzündekilerin de Rabbidir. Ululuğuyla göktekileri yere indirir. İnâyet nuru ile yerdekileri göklere çıkarır. İşte ey Muhammed! Bu kitap öyle indirilmiş bir nurdur ve sen bütün insanlara gönderilmiş öyle yüce bir peygambersin. Yani hangi toplumdan olursa olsun bütün insanları aydınlatacak, yeryüzünde bilgisizlik ve sefâheti (zevk ve eğlenceye düşkünlüğü) ve küfür ve sapıklık inançlarına kapılarak değersiz gayelere, yanlış mabudlara aldanarak kat kat karanlıklar içinde kalmış, dünya ve ahireti tanımaz, nerede bulunduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmez olmuş bütün insanları sapıklık ve sefillikten kurtarıp iman nuru ile yücelik ve hamd yoluna, ulu ve kendisine hamd edilen Allah'ın din ve şeriatine hidayet edeceksin. Fakat kendi kudret ve irâdenle değil, hepsinin Rabbi olan o âlemlerin Rabbinin izin ve yardımı ile. Çünkü nur O'nun, sen O'nun, gökler ve yerde bütün saltanat ve ilâhlık O'nundur. Onun için müjde inananlara ve vay kâfirlere! O nuru örtmek isteyen ve yücelik ile hamd yoluna çıkmak istemeyen imansızlara şiddetli azabdan.
3- Onlar ki o alçak hayatı severler, dünyayı ahiret üzerine tercih ederler. Bu gün yaşayalım da yarın ne olursa olsun derler, dünya için ahireti satarlar. Ve Allah'ın yolundan çevirirler ve onun da eğiriliğini isterler.
Doğruluktan hoşlanmazlar. Allah yoluna eğri derler, aykırı gidilmesini isterler, doğruya eğri diye kovuculuklar yaparlar. Düzenbazlıkla insanları sapıtmaya, doğru dini eğmeye, bozmaya ve değiştirmeye çalışır, aydınlığı karanlık, karanlığı aydınlık görmek ve göstermek isterler. İşte bunlar, uzak bir sapıklık içindedirler. Doğru yoldan o kadar uzağa sapmışlardır ki ona yanaşmak, kurtuluş bulmak ihtimalleri yoktur. Onun için vay hallerine!
Böyle büyük sapıklık içinde bulunan, eğrilik peşinde dolaşan kâfirler, bu kitabın Arapça olmasına itiraz ederek "Sen bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber olsaydın bu kitap Arapça mı olurdu? Hem bu hangi peygamberde görülmüş? Şimdiye kadar hiç bir peygambere Arapça bir kitap inmemiş iken bunun Arapça olması Allah'ın âdetine aykırı değil midir?" Diyecek olurlarsa:
4- Biz hiçbir peygamberi gerek özel, gerek genel bir şeriat veya kitap getiren hiç bir peygamberi başka türlü göndermedik. Ancak kavminin dili ile gönderdik. Yani Allah'ın adeti böyledir. Öteden beri her Peygamber, gönderildiği ümmetin ve özellikle içlerinde oturduğu topluluğun dili ile gönderilmiştir. Ki onlara açıklasın. Tebliğine emredilmiş olduğu şeyleri kavmine anlatsın anlattırsın. Bilenin bilmeyene, hazır bulunanın bulunmayana anlayacağı bir dil ile açıklaması ve tebliğ etmesinin bir vazife olduğunu anlatsın. Çünkü bir peygamberin peygamberliği gerek kavmine ait olsun ve gerek daha başkalarını da kapsasın ve bu kapsamlılık gerek Hz. Muhammedin peygamberliğinde olduğu gibi bütün insanlara ve hatta insan ve cinlere kadar genel olsun ve gerekse birkaç topluma ait bulunsun mutlaka o peygamber, kavmini davet edecek ve ilk işi onlara peygamberliğini anlatmak olacaktır. Bu ise onların en iyi, en kolay anlayabilecekleri kendi dilleri, kendi lehçeleri ile açıklamaya bağlıdır. Her şeyden önce "Önce en yakın akrabalarını korkut.." (Şuârâ, 26/214) gereğince en yakından başlayarak peygamber, kavmine bu açıklamayı yapar, Allah'ın emirlerini açıklar ve ilan eder. Bunun üzerine Allah da dilediğini saptırır, yani gerek o kavimden olsun ve gerek dışardan bulunsun bizzat veya vasıta ile etraflıca veya özetle o açıklamayı işiten insanların kimisini Allah, yola getirmez, hakkı sevdirmez, o açıklamadan faydalanmaz, imana başarılı kılmaz, sapıklığa mahkum eder. Dilediğini de hidayete erdirir. Peygamberin dilinden, o açıklamadan faydalandırır, hakkı sevdirir, iman ve ilim ve onun gereğince amel etmeyi nasib eder ve bundan ötürü bir taraftan Arapça bilenler, bilmeyenlere bildikleri diller ile nakil ve tercüme ederek Hz. Peygamberimizin açıklamalarını tebliğ ederler ve açıklarlar. Elçisinin elçisi, peygamberlerin varisleri olmak şerefine erişirler. Diğer taraftan bu şerefe erişmek için birtakımları da Arapçayı öğrenirler ve bu şekilde Hz. Peygamberimizin dilini esas olarak anlatırlar ve onunla davet dilden dile ve bir topluluktan diğer topluluğa yayılıp umumîleşir. Allah'ın saptırdığı bahtsız, hidayet ettiği mutlu olur. Ve o Allah öyle aziz, her şeyden üstün, iradesi bütün sebeplere ve etkenlere hâkimdir. Bundan ötürü iradesi ile çekişmek mümkün değildir. Onun için onun sapıttığını yola getirecek, hidayet ettiğini şaşırtabilecek hiçbir kudret, hiçbir irade bulunamaz. Ve Peygamberin açıklaması ne kadar kuvvetli ve açık olursa olsun Allah'ın izni olmayınca hidayet için yeterli olmaz, hem de öyle hakîmdir. Hiçbir sebebe muhtaç olmamakla beraber yaptığını hikmet ile düzenli yapar, iradesi yalnız hikmet olur. Onun için de açıklama yapmadan önce kimseyi sapıklığa mahkum etmez.
Saptırması da, hidayeti de hikmeti ile gerçekleşir. Ululuğundan dolayı, Peygamberini dilediği kavimden seçer ve hikmetinden dolayı açıklamasını o kavmin diliyle yaptırır. Bundan dolayı; "Ey Muhammed! Bu, insanları Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve övülmeye layık olan Allah'ın yoluna çıkarman için, sana indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 1) hitabıyla bütün insanları Allah'ın izniyle aydınlatmak hidayet ve sapıklığın birbirinden ayrılmasında kesin delil olmak için Hz. Muhammed'in peygamberliği ile gönderilen bu kitabın, bu apaçık Kur'ân'ın Arapça olarak indirilmesinde ve indiği gibi Arapça hakim kılınmasında da nice ilâhî hikmetler vardır. Kur'ân, başka bir dil ile indirilseydi, Peygamberin içlerinde bulunduğu ve ilk önce hitap edeceği kavmi anlamayacak, "Fussilet Sûresi"nde geleceği şekilde "Âyetleri uzun uzadıya açıklansaydı ya, Araba yabancı dil mi?" (Fussilet, 24/44) demeye hakları olacak ve diğer kavimlere tebliğ etmek ve umumîleştirmek için ilk neşredenler yetişmeyecek ve bundan dolayı hiçbir topluluk hakkında Allah'ın kesin delili gerçekleşmeyecekti. Ve eğer bütün dillerle indirilseydi de Arapçası gibi birçok Kur'ân bulunsaydı böyle bir mucize büsbütün zararlı ve tevhid hikmetine aykırı olurdu, kavimler arasında kavga ve anlaşmazlığı azaltacak yerde çoğaltır, birleştirecek yerde dağıtırdı.
Çünkü her biri yalnız kendi dilini esas ve hakim tanıtması gerekecek ve aralarında hakim ve furkan (hakkı batıldan ayıran) bir kitap bulunmamış olacaktı. Hem bu sayının artması, terceme ihtiyacından kurtarmayacak, her topluluk kendi dilindeki Kur'ân ile diğerlerinin birbirine uygun olup olmadığını anlamak ihtiyacında bulunacak ve bundan dolayı sayıları ne kadar çoksa terceme ihtiyacı da o oranda artacak ve bir çevirmenin bütün dilleri bilmesi gerekecek ve dayanılmaz bir şeyi teklif etmek durumunu alacaktı.
Bunun açıklaması:
5-
Şüphesiz ki biz Musa'yı âyetlerimizle gönderdik. Yani peygamberliğini
açıklayan mucizeler ve kitap vererek zikredildiği üzere kavminin dili
ile elçi yapıp gönderdik. Şöyle diye ki kavmini karanlıklardan
aydınlığa çıkar. "İsrailoğullarını bizimle serbest bırak." (Şuârâ,
26/17) buyurulduğu üzere Musa'nın kavmi İsrailoğulları idi.
İsrailoğulları da Mısır'da bulunuyordu. Yusuf'tan sonra Mısır'ın
idaresi kötüleşmiş, İsrailoğuları Firavun ailesinin zulüm ve işkencesi
altında ne yapacağını şaşırmış, cahillik ve sapıklık, zayıflık ve
zillet ve ümitsizlik gibi türlü türlü karanlıklar içinde kalmış idi.
Bundan dolayı bundan sonraki âyetten de anlaşılacağı üzere, bu emrin
kısaca mânâsı şu olur: İsrailoğullarını aydınlatarak Firavun'dan kurtar
ve onlara Allah'ın (felaket) günlerini hatırlat. Tarihte ümmetlerin
başından geçen ve doğrudan doğruya Allah'ın kudretini gösteren, Allah
dedirten acı veya tatlı büyük olayları anlatarak veya Allah'ın
nimetlerini, musibetlerini hatırlatarak va'z ve nasihat et! Şüphe yok
ki onda, o hatırlatmada veya o günlerde hangi kavimden olursa olsun pek
sabırlı, çok şükreden her kimse için elbette birçok âyetler vardır. Ki
Allah Teâlâ'nın kudret ve birliğine, belâ ve nimetine delalet eder ve
gönüllerini uyanıklık ve ibretler, ümit ve genişlikle aydınlatır. Gerçi
bunlar, herkes için âyet iseler de sabrı veya şükrü veya ikisi de az
veya hiç olmayan kimseler onlardan faydalanamaz, gerçekten
aydınlanamazlar. O aydınlanma hem çok sabredenler, hem şükredenlere
aittir ki, sıkıntı karşısında ümitsizlik ve telâşa düşmez, nimetin
kadrini bilir, devamlı şükrünü yerine getirmeye çalışırlar. Bu iki
tabiat iman huylarından olduğundan dolayı burada "çok sabreden ve çok
şükreden" mümin demekten kinâye olduğu da söylenmiştir. Görülüyor ki
Hz. Musa'ya "Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar" buyurulmuş. Yüce
Peygamberimize (s.a.v.) ise; "İnsanları karanlıklardan aydınlığa
çıkarasın." (İbrahim, 14/1) buyurulmuştur. Demek ki her peygamberlikte
esas, ortak değer bu aydınlatmadır. Fakat Hz. Muhammed'in peygamberliği
kavminden başlamak üzere bütün insanlar için oluyor. Hz. Musa'nın
peygamberliği ise kavmine ait bulunuyordu. Diğer âyetlerde geçtiği
üzere onun Firavun'a gönderilmesi de bilhassa İsrailoğullarından dolayı
idi. Bununla birlikte böyle olması Musa'ya emredilen hatırlatmalar,
Tevrat'ta zikredilmiş âyetler içinde yalnız Musa'nın kavmini değil,
herkesi aydınlatacak âyetlerin bulunmasına engel değildir. Onun için
"Mâide" Sûresi'nde geçtiği şekli ile Tevrat hakkında; "Onda hidayet ve
aydınlık vardır." (Mâide, 5/44) buyurulduğu gibi, burada buyurulmuştur.
İşte Allah'ın (felaket) günlerinin hatırlatılmasındaki hikmetinden
dolayı, bunun bir özetini hatırlatması emredilerek Hz. Peygamberimize de
buyuruluyor ki:
9- "Size... gelmedi mi?" Bu hitap görünürde Hz. Musa'nın sözü gibi görünürse de, birçok tefsircinin tercih ettikleri görüşe göre, Allah tarafından Hz. Peygamberimizin kavmine bir hitap başlangıcıdır. Gerçekten Tevrat'ta Âd ve Semûd'dan bahsedilmediği doğru ise, bu açıkça belli demektir. Çünkü onları Allah'tan başkası bilmez. Yani Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinden sonra tarihin bilinmeyen safhaları içine gömülmüş, miktar ve özelliklerini Allah'tan başkasının bilemeyeceği daha nice kavimler "ve bu arada daha birçok nesilleri (Allah'ı inkâr etmelerinden dolayı helak ettik")" (Furkân, 25/38) mânâsı gereğince ne kadar çok nesiller mahvolmuş ve soyları tükenmiş ki bunlar hakkında da: "Onlardan sana kıssalarını anlattığmız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var." (Mümin, 40/78) buyurulduğu üzere, kısmen ve özetle de olsa haber gelmedi mi? İbnü Mesud (r.a) bu âyeti okuduğu zaman dermiş ki: "Neseb âlimleri yalancıdırlar". Yani biz nesebler ilmini biliyoruz iddiasında bulunanlar ve Hz. Âdem'e varıncaya kadar bütün insan ırklarının soy zincirini belirlemeye kalkışanlar yalan söylemiş olurlar. Çünkü Allahtan başkası onları bilmez" buyurulmuştur. İbnü Abbas'dan (r.a) şöyle rivayet edilmiştir: "Adnan ile İsmail arasında bilinmeyen otuz baba (batın) vardır." Hz. Peygamber'den (s.a) rivayet edilmiştir ki: "Maadd b. Adnân b. Edd"i geçmezdi ve buyurmuştur ki: "Neseblerinizden yakın akrabalarınızla ilişki sürdürecek kadarını öğreniniz, yolu bulabilecek kadar da astronomi öğreniniz"
Bazı müfessirler de demişler ki, şu halde bundan dolayı Hz. Âdem'in yaratılışından beri geçen senelerin sayısını da kestirmek mümkün değildir. Onu da Ancak Allah bilir.
Bütün o kavimlere ne oldu bilir misiniz? Onlara peygamberleri mucizelerle geldiler. Açık deliller, açıklamalar ve mucizeler getirdiler de onlar ellerini ağızlarına ittiler, öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Yahut bütün kuvvetleri ile ağızlarını tutmaya, susturmaya çalıştılar. Yahut o peygamberlerin kendilerine uzatılan imdat (yardım) elini ve hidayetlerini ağızları ile reddettiler, öpecek yerde ısırdılar ve dediler ki kesinlikle biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve getirdiğiniz mucizelere inanmıyoruz. Davetinize gelince de bizi davet ettiğiniz şeylerden de muhakkak ve şüphesiz kuşku içindeyiz öyle bir şüphe ki gocundurucu, yani pireleniyoruz, kuşkulanıyoruz ve ürküyoruz.
48- "başka yer". Bu terkib, iki anlama gelebilir. Birisi yeryüzünün yerden başka şeye, yani yer mahiyetinden başkasına demek olur. Birisi de bu yeryüzünün, başka bir yere çevrilmesi demek olur. Ve bu her iki mânâ ile yorum yapılmıştır. Çünkü bazı rivâyetlerde yeryüzü ateş olacak, gökler cennet olacak denilmiş; bazı rivâyetlerde de yeryüzü gümüş külçesi gibi bembeyaz, üzerinde kan dökülmemiş, günah işlenmemiş başka bir yer olacak denilmiştir.
Sehl b. Sa'd'dan rivayet edildiğine göre, ben dinledim Peygamber (s.a.v) buyuruyordu ki: "Kıyamet gününde insanlar tertemiz bir daire gibi beyaz ve parlak bir yer üzerinde haşrolunacaklar." Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki: "O gün yer yüzü başka bir yere çevrilir.' âyeti hakkında Hz. Peygamberimize sordum. 'Ey Allah'ın elçisi! O gün insanlar nerede olacak?' dedim. Buyurdu ki: 'Öyle bir şey sordun ki ümmetimden hiçbiri sormamıştı. O vakit insanlar cehennem köprüsü üzerinde, diğer bir rivâyette sırat (köprüsü) üzerinde olacaklar" demiştir."
Deneye dayanan bilimler ve bunlardan biri olan kimya ilmi kurallarına göre, maddenin kalıcılığı şekli ile yeryüzünün başka bir şeye çevirilmesinin mümkün olduğunu düşünmek kolay ise de, maddenin yok edilmesi yolu ile değiştirilmesinin mümkün olduğunu düşünmek zordur. Onun için maddenin başlangıcı olmayacak kadar eski olması ve kalıcı olmasını ileri süren filozoflar, bunu imkansız saydıklarından, yalnız maddenin başka bir şeye dönüşmesi görüşünü ileri sürmüşlerdir. Bununla birlikte son zamanlarda maddenin yalnız kuvvete dönüşmesinin mümkün olduğunu gösteren bazı deneylere rastlandığından maddenin kalıcı olması kanunu "kuvvetin kalıcılığı" kanununa, bu da "sebebin kalıcılığı" kanununa çevirilmiştir. İlletin kalıcılığının ise şüphe yok ki Allah'ın ebedî kalıcı olmasıyla ilişkisi vardır.
Özetle maddenin yok olması akla göre de imkansız değildir. Bundan dolayı maddenin değişmesine inanmakla geniş açıklamasını Allah'ın bilgisine havale etmek daha uygundur. Bununla birlikte bu hususta maddenin yok edilmesi şart olmadığından maddeyi başka bir şeye dönüştürmeye inanmak da yeterli olabilir. Bir de İbnü Atiyye tefsirinde şunu da rivâyet etmiştir ki, yeryüzü de değiştirilecek ve fakat her grubun durumuna göre; kimine ekmek, kimine gümüş, kimine ateş v.s. olacaktır.
Bu rivayette, çeşitli rivayetlerin bir toplaması ve uzlaştırılması vardır. Bununla birlikte bu çeşit değişiklikler, dünyada da görülmektedir.
Kısacası, o şaşmaz vaad ve intikamın gerçekleşmesi, o günkü yeryüzü, başka bir yerle değiştirilecek. "Yer uzatılıp dümdüz edildiği, içlerindekini atıp boş kaldığı ve Rabbine boyun eğdiği zaman ki, bu mutlaka gerçekleşecektir o zaman herkes yaptığının karşılığını görecektir" (İnşikâk, 84/3-5) gibi âyetlere bak. Gökler de öyle değişecek, yarılacak ve çatlayacak güneş ve ay, tutulup dürülecek, yıldızları söndürülüp dağıtılarak dürülecek, başka göklere dönüştürülecek. Yani kıyamet kopacak, bu dünyanın yeri ve gökleri yerine ahiret yeri, ahiret gökleri kurulacak. Ve hepsi Allah için ortaya çıkacaklar, yani bütün halk ve bu arada özellikle o zalimler durdukları kabirlerinden yürütülecek. Gizli yapıyoruz iddia ettikleri bütün amelleri ile arasat meydanına dökülecek, hiçbir yerde gizlenemeyerek ve başka hiçbir başvuracak yer bulamayarak Allah için, Allah'ın hüküm ve cezası için büyük mahkemeye çıkacaklar. O Allah için ki, bir ve her şeye galiptir. Vâhid, yani ortağı yok, bu dünyada ondan başka ilâh iddia edenler, başka mabud, başka Rabb tanımak isteyenler veya nefislerine, nefsin isteklerine tapanlar, o gün görecekler ve anlayacaklar ki Allah'tan başka ilâh yok, O'na karşı (varlığını) iddia ettikleri ortaklar, menfaat umdukları, kuvvet isnad ettikleri kendisine uyulanlar, hakim zannettikleri hayaller hiç imiş. Allah bir ve kahhâr, yani her şeye gâlip, her şey onun hüküm ve kudretine yenik ve mahkum, iradesine karşı gelinmek ihtimali yoktur. Kahrına yerler, gökler dayanmaz, O'nun için yerler, gökler değişmiş. Herkes O'nun yüce huzurunda boyun bükmüş ve aslında hepsi O'nun için yaratılmıştır. Kısacası burada Allah'ın sıfatlarından özellikle vâhid (bir) ve kahhâr (kahredici) sıfatlarının zikredilmesi, o günün çok korkunç ve ürkütücü olduğunu anlatmak içindir ki bunun başka bir benzeri, "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetidir.
49-50- Ve o gün o suçluları göreceksin ki birbirine yaklaştırılarak zincirlere vurulmuşlar. Gömlekleri katrandan. Bilindiği gibi katran; siyah, çirkin ve sert kokulu, süratle tutuşur, sıcak ve keskin bir sıvı maddedir. Araplar bunu uyuz develere sürerler. Denilmiş ki cehennemliklere katran sürülecek ve o, basbayağı onların donu, gömleği olacak. Ve bu şekilde kendilerinde dört çeşit azab toplanacak ki bunlar: çirkin renk, pis koku, şiddetli hararet ve süratle tutuşma, kabiliyeti. Ancak unutulmaması gerekir ki, bütün yeryüzü ve gökleri ile âlemin değiştiği o gün, eşyanın özellikleri ve vasıfları da bambaşka bir halde değişmiş olacaktır. Bundan dolayı o günkü katran, bu gün bildiğimiz katranla mukayese edilemeyecek ve belirlenemeyecek bir şeydir. O halde buradaki anlatım, bir örnek vermek şeklindedir. Önce şurası açıkça biliniyor ki, bu ifadeden son derece bir sefillik hemen akla gelir. İkinci olarak Ebu's-Suud tefsirinde der ki: Bunun, nefsin özünü kuşatıp ona acılar ve üzüntüler çeken, kötü alışkanlıklar ve kötü huylar olmasının ihtimali vardır. Daha doğrusu zikredilen katran, onların bu dünyada bulaştıkları ve kendilerine şiar edindikleri yanlış inançların türlü türlü işkenceleri celbeden çirkin amellerin aynıdır ki, öbür dünyada yani ahirette o şekilde cesed şekline girerek azablarının şiddetlenmesine sebep olacaktır. Ve yüzlerini ateş bürüyecektir. "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Öyle bir ateş ki gönüllere işler." (Hümeze, 104/6-7) mânâsı gereğince ilk önce kalblerden tutuşacak olan cehennem ateşi, yalnız içlerini yakmakla kalmayacak, o katranlık cesedlerinin her tarafını kaplayacak ve hatta görünen uzuvlarının en kıymetlisi olan ve duygularla hislerinin birleştikleri yer olan yüzlerini bile bürüyecek. Müfessirlerin tercih ettikleri bu mânâ, "O gün yüzükoyun ateşe sürüklenecekler." (Kamer, 54/48) mânâsı gibi cehennem içindeki bir durumları demek olur. Fakat bunun, ondan önce haşir sırasında veya sırat üzerinde olması daha kesindir hitabı da bunun bir ipucudur.
51- Çünkü Allah herkesi kazandığı ile cezalandıracaktır. Yani bütün onlar; yer ve göklerin o dönüşüm ve değişimi, O Allahın huzuruna çıkış ve günahkârların zincire vurulması, Allah'ın herkesi, her insanın benliğini kazancına göre iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük karşılığıyla cezalandırması hikmeti için yapılacaktır. Ve onun için o gün o günahkarların cezalarını bulurken sen onları öyle göreceksin ey Muhammed!
Veya ey olgun mümin! Şüphe yok ki Allah hesabı çabuk görendir. Çünkü onu bir iş, diğer bir işten meşgul etmez. İmha edip dururken birden bire hesaba çeker. Ve isterse hepsini bir anda bitirir. Ra'd Sûresi'nde
"Sana düşen, sadece duyurmaktır. Hesap görmek de bize düşer" (Ra'd, 13/40) buyurulmadı mıydı.?
52-
İşte bu kitap, yani bu İbrahim Sûresi veya bu sûrenin sonunu oluşturan
bu den ya kadar olan hatırlatması insanlara gönderilmiş bir bildiridir.
Yeterli ve mükemmel bir nasihattır. Bir de bununla uyarılmaları için ve
gerçekten Allah'ın bir, ancak bir olduğunu bilsinler diye ve akıl
sahipleri olanlar düşünsünler, yani ne yaptıklarını ve ne
yapacaklarını, şimdiye kadar hangi dinde, hangi mezhepte ve ne gibi
amelde bulunduklarını ve bundan sonra ne yolda hareket etmeleri lazım
geleceğini düşünmeleri ve anlamaları içindir ki bu Kur'ân indirildi.
Buyurulmayıp da bir "vâv" ın ilave edilmesi ile buyurulmasında ne kadar
geniş anlamlı bir belağat vardır. Bu vav, atıf edatı veya başlangıç
edatı olarak düşünülebileceğinden dolayı işin başlangıcında iki bağlaç
şeklinde gelmesi muhtemel olur. Atf edâtı olduğu takdirde kendisinden
önce gibi sözün gelişinden anlaşılan bir matufün aleyhi (üzerine atıf
yapılan) hatırlatarak "nasihat edilmeleri için..." mânâsını ifade eder.
Başlangıç edatı olduğu takdirde de gösterildiği tarzda lâm'ın bağlı
olduğu fiilin, sözün sonunda olduğunu düşündürür. Öyle ki bu önündeki
sûreye bağlı olabilir. Bundan dolayı bu âyet, bir taraftan İbrahim
Sûresi'ni tamamlarken diğer taraftan ondan sonraki Hıcr Sûresi'ne bir
hazırlık denebilecek şekilde mükemmel bir özetleme olmuştur. Şu halde
İbrahim Sûresi'ni kapsamış olduğu inançla ilgili hükümleri açısından
insanlara özel bir tebliğ; Hıcr Sûresi'ni de uyarma, tevhid ve öğüt
verme hikmetleri ile onun bir tamamlayıcısı şeklinde düşünebiliriz.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |