6-EN'AM:

25- Ebu Süfyân, Velid, Nadr, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Ebu Cehil ve arkadaşları Resulullah'ı Kur'ân okurken dinlemişler, Nadr'a demişler ki: "Ey Kâtîle'nin babası Muhammed ne diyor?" O da: "Kâbe'yi, Beyti yapana kasem ederim ki ne diyor bilmem, ancak dilini oynatıyor. Ve benim geçmiş asırlardan size söylediğim gibi öncekilerin masallarını söylüyor" demiş. Nadr'ın şiirleri varmış, Acem diyarında Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi bir takım hikayeler toplayıp manzum hâle getirmiş, Kureyşlilere okur, dinlerlermiş. Ebu Sûfyân: "Ben onun söylediklerinin bazısını doğru buluyorum" demiş, Ebu Cehil de: "Sakın bunun hiçbir şeyini ikrar etme" demiş, o da: "Ölüm bana ondan daha kolaydır" demiş ve bu âyet bunlar hakkında nazil olmuştur.

FIKIH, bir şeyi, bir sözü sebep ve hikmetiyle zevkine vararak anlamak ve hatta tatbik edecek şekilde anlamaktır.

"Ekinne" kelimesi, " = kinân" kelimesinin çoğuludur ki kat kat örtüler demektir. Herkesin tanımadığı garip ve çirkin örtüler mânâsını ifade eder. Yani biz de kalblerine kat kat ve görülmedik örtüler koymuşuzdur ki, dinledikleri Kur'ân'ı fıkhî zevkle anlamalarına engeldir. Ve hatta kulaklarında bir ağırlık vardır, dinlediklerini iyice duymazlar bile. Burada Bakara sûresinin "Allah onların kalblerini mühürledi" (Bakara, 2/7) âyetinin anlamı vardır. Gerçi hak kulaklara izinleri olmadan girer. Fakat kulağın kulak olması ve onun ardında açık bir kalb bulunması ve Allah'ın izni de şarttır. Hak ne kadar açık olursa olsun engelli kulaklara ve kalplere giremez; duymak, anlamak da yaratılışta Allah vergisi olan bir yetenektir. Ve sonra Allah tarafından bir engel konulmamasına bağlıdır. Allah bunlara da yaratılış bakımından kulak ve kalb vermemiş değildir. Fakat o kalbler öyle birikimlere sarılmış ve öyle bir hilkat ve tabiat içinde örtülmüş kalmış ve bundan dolayı yaratılışlarında hakka yönelmiş olan kabiliyetleri öyle kapanmış, sona ermiştir ki, bundan böyle hak delili dinleseler değil ya, görseler bile yine inanamazlar. Aslî fıtratı kapatan bu örtüler, bu engeller, akılların, sihir, masal gibi yanlış usullere tutulması, batıl inanışlara saplanması; nefislerin isteklere ve ihtiraslara bürünmesidir ki, herhangi bir şahısta bunlar mühürlenip tabiat (huy) haline geldi mi artık onda hakkı anlamak ve kabul etmek kabiliyeti kalmaz, iman etme yeteneği söner. Yaratılıştaki bu yetenek ve istidadın derecesi şahıştan şahısa değişir. Kiminde süratli, kiminde ağır, kiminde şiddetli, kiminde hafiftir. Kiminde az, kiminde daha çok bir zamanda söner veya gelişir. Bu değişme derecesi, bizzat ilâhî irade ve istek eseridir. Ancak herkes derecesine göre verilmiş olan fıtrî gücün başından, sönebileceği zamana kadar geçecek zaman zarfındaki seçiminden, kötü veya iyi kullanımından sorumludur. Ölümden sonra kimse bir şey kazanamayacağı gibi, bir Ruhânî ölüm demek olan kabiliyetin sona ermesi ve alışkanlığın yerleşmesinden sonra da böyledir. Gözler bakar, kulaklar dinler, fakat hiç yeni bir şey duymaz, her ne alırsa tabiatı onu eski aldığı kararlarına benzetir. O artık onun için yeni bir gerçek değil " eskilerin masalları" olur kalır. Ölüm Allah'ın emir ve iradesiyle olduğu gibi, engellerin konması ve kabiliyetin sönmesi de Allah'ın emir ve iradesiyledir. Bunun için "biz yaptık" buyurulmuştur. Bu da kulun kabiliyeti müddeti içindeki istek ve seçimine dayanacak olan sorumluluğa aykırı değildir. O engelleri koyan Allah olduğu halde sorumluluk neden, sorusu akla gelmez. Yukarda "kendilerine yazık edenler" beyanıyla bu şüpheye yer olmadığı gösterilmiştir. Bu nokta ayakların kayacağı yerler olduğundan dikkat etmek gerekir. Herkes bilmelidir ki, ilk önce kendisine Allah'ın rahmeti olarak az veya çok bir ecel ile, bir yaratılış sermayesi verilmiştir. Bu, bir gün olur tükenir, bu kötüye kullanılarak bitirilirse Allah bir daha vermeye mecbur değildir. Bir gün gelir ki bütün engelleri önüne yığar ve ondan sonra bu kötüye kullanmanın sorumluluk devri gelir. Şu halde fırsat elde iken ve onun azlığına çokluğuna itiraz etmeyerek o rahmeti büyütmeli, ebedî rahmete ermelidir. (Bakara Sûresine bak.) Yoksa bu âyette gösterilen kâfirler gibi yetenekleri kapanınca taptaze en güzel nimetler önlerine konur da tadamaz, "bunlar eskimiş kokmuş şeylerdir" diye mücadele eder.

"Esâtîr" kelimesi kökünden alınmış bir çoğul sîga (kipi)dır ki, tekili "üstur" ve "üstüre" veya estır", "estire" veya "estara"dır. Yahut 'in çoğulu "sütûr", "sütûr"un çoğulu" estar", "estar"ın, çoğulu da "esâtîr" dir. Bunun kendi lafzından tekili olmayan "abâdîd" ve "şemâtît" gibi bir çoğul ismi olduğu da söylenmiştir. Fahreddin Râzî der ki, "Çoğunluk, "yani öncekilerin yazdıkları şeyler" diye tefsir etmişlerdir. İbnü Abbas, "esâtîru'l-evvelîn"in mânâsı: demiştir ki, "öncekilerin yazdıkları sözleri" demektir. Bazıları "esâtîr"ın, türrehât yani hurafeler, batıllar, uydurma, saçma, masal demek olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu, tefsir değil, mânâdır. "Esâtîr", saçma sapan şeyler demek olduğu için değil, öncekilerin masalları Rüstem ve İsfendiyar hikayeleri gibi faydasız sözler olduğu içindir ki "esâtîru'l-evvelîn", türrehât (uydurma, saçma sapan şeyler) ile tefsir olunmuştur... Demek ki önce "esâtîr" kelimesinin asıl mefhûmu yazılmıştır. Bunun bir hurafe (uydurma) olup olmaması ise kelimenin delalet ettiği mânâsı değildir. Esas itibariyle yazılmış olan bir şeyin tesbiti ve istenilen önemli bir haber vermeyi içermesi gerekir. Şu nokta haber verilmesi gerekli bir husustur ki, "esâtîr"in tekili olarak, zikredilen üstur, üstûre, estır, estıre, estare kelimelerinin, Yunanca "isturya" kelimesiyle ilgili olduğu açıktır. Frenkler de buna "istuvar = histoire" demişlerdir. Biz de bugün bunu tarih diye tercüme ediyoruz. Şu halde "esâtîr'in asıl mânâsı bugünkü tabirimizce "tarihler" demektir. Anlaşılıyor ki Arapça'da üstûre, estıra gibi tekil kelimelerin kullanılması nâdirdir. Genellikle "esâtîr" kullanılmış ve bunun için takdîrî çoğulluk gösterilmiştir. Ve kelimenin ucme (aslı Arapça olmayan kelime)den Arapçalaştırılmış olduğu da açıklanmıştır. Yani esâtîr, Arapça'dır. Fakat "ustûre"nin Arapça olup olmadığı şüphelidir. Üstûre Yunanca, "doğru haber ve haber alma" diye tarif edilen "isturya"nın aynı değilse, herhalde ikisi ortak bir asla döner. Nitekim Farsça'da "muhkem = sağlam" demek olan "üstuvar" kelimesi de bu asla dahildir. Hasılı "esâtîr", Frenklerin "istuvar" dedikleridir. Bu da bugün "tarih" diye terceme edildiğine göre "esâtîru'l-evvelîn", eskilerin tarihi (tarih-i kadim) demek olur. Ancak bunda tarih kelimesinin ifade ettiği vakit tayini mânâsı olmayarak mutlaka geçmiş zaman, önceki zaman mânâsı vardır. Zira vakit tayini mânâsıyla tarih, İslâmî bir kelimedir. Ve Frenklerin "istuvar" kelimesinde esasen bu mânâ yoktur. Ve demek ki, esâtîru'l-evvelîn deyimi de kelimelerin mânâsına göre turrehât (saçma sapan), hurafeler demek değildir. Bunlar esâtîr içinde bir çok efsaneler bulunduğundan ve daha doğrusu "esâtûru'l-evvelîn" efsane halinde kaldığından saçma sapan ve uydurmalar mânâları, esâtîru'l-evvelîn deyiminin bir gereği olmuş ve bunun hafifletilmişi olarak "esâtîr, kelimesi de Araplarca uydurmalardan kinaye olarak kullanılmıştır. Ve bunun için "Kamus"ta da "esâtîr"in "nizamsız söz" yani "saçma" mânâsına geldiği gösterilmiştir. Nitekim zamanımızda da tarih-i kadim (eski tarih) ve hatta tarih kelimelerini vâhî, boş şeyler mânâsına kullananlar vardır. "O tarihe karışmış, bu artık tarih olmuş" denildiği zaman, yalan olmuş, masal olmuş, sadece lâfta kalmış, yahut adı, ismi yerleşmiş, meşhur olmuş mânâlarından her biri kastedilebilir. Bu şekilde Araplarca esas olarak "mestûrât-ı evvelîn" demek olan "esâtîru'l-evvelîn" Türklerin masal, Yunanlıların "misus", Frenklerin "mit" dedikleri eski kahramanlık hikayeleri, geçmiş zaman efsaneleri, destanları olarak düşünülmüş ve uydurma, hurafeler mânâsında kullanılmıştır. Şimdiki zamana, geçmişe bağlanmadan hiçbir şey bilinmez, geçmişi şimdiki zamana bağlıyarak olaylar içindeki zaman cereyanını bir devamlı satır haline koyan tarih de şüphesiz ki istüvar (tarih) olan satırlardan ibarettir. Bu satırların tarih olabilmesi de içinde bulunduğu olayları geçmişten elde ettiği bilgilere ve haber almalara bağlamasıyladır. Bu olaylar ise, yalnız dereden tepeden sözlerden ibaret olmayıp, fikirleri ve düşünceleri, zamanın içine aldığı düşünceleri ve hayalleri de içine alır. Çünkü bir zamanda vuku bulan bir hayal dahi o zamanın olaylarındandır. Halbuki vuku bulma zamanı, yazma zamanına göre geçmiş zaman olduğu gibi, esas itibariyle yazma ve satıra geçirme sanatı da geçmiş zamana göre sonradır. Şu halde yazılanlar, şimdiki zamanı geçmişe bağlarken, geçmişteki yazılanları takip etmek mecburiyetinde bulunduğu gibi, yazı sanatının ortaya çıkmasından itibaren başlayan ilk yazılanlar da kendinden önce gelen ve yazılmamış olan geçmiş zamanları dil ve fikir bakımından elde ettiği haberlerden ve eserlerden alarak yazmaya mecburdur. Bunun içindir ki, geçmişlerin tarihi ilk önce en çok ağızlarda dolaşan sözler olarak satıra geçmiş ve sonra da sadr (göğüs) dan satıra geçerken nice nice değişmelere uğramış olur. Şu halde esâtîr, mestûrât, istuvar, tarih, masal ve hurafeler demek olmadığı halde, bunların daha öncesi bulunan esâtîru'l-evvelin, geçmişlerin tarihi, masal ve efsane ile eşanlamlı gibi olmuştur.

Yunanlılar, masallar, tarihî efsaneler yazmayı bir edebî sanat saymışlar ve bu şekilde bir çok tanrılar ve yarı tanrılar ve eski kahramanlık hikayeleri yazmışlardır ki, Frenkler bu sanata ve bunları inceleme ilmine "Mitoloji" derler ve bunu "istuvar fabuleuse=efsânevî tarih" ve "siyans de mit=masallar ilmi" diye tarif de ederler ve bundan en çok "Hindû-yi Avrupâî" dedikleri Hind, Fürs, Yunan, Latin, Cerman, Islav, Selt kavimlerinin ilk masallarını kastederler. Ve bunları ilkel insanların hislerini, hayallerini, düşüncelerini, inançlarını, bilgilerini anlamak için delil ve ilmin ilkel kaynakları sayanlar da Tarih, Felsefe, Dinler bunlardan çıkmıştır derler. Ve Felsefe Tarihinde, Dinler Tarihinde Mitolojiye önemli bir esas gözüyle bakarlar. Böyle demenin, tarih masaldır, felsefe masaldır, ilim ve din masaldır demek olmadığı ise açıktır. Fakat birçokları bundan Tarihin, Felsefenin, İlmin, Dinin ve özellikle dinin bir masal demek olduğu kuruntusuna kapılarak yeni yeni masallar uydurmakla yeni tarihler, yeni felsefeler, yeni dinler, ilimler icad ve keşfedilebileceği zannına kapılmışlar; hak dinin bir gerçek olduğunu, hayallerin, masalların bile gerçeğin yansıması ve sapması demek olduğunu anlamamışlardır. Bunlar, hak ve batılı ayırmayarak bütün dinlere "esâtîru'l-evvelîn "(geçmişlerin masalları) ve hurafeler derler. Ve böyledir diye mücadele ederler. Bu da kalblerinin hurafelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde gerçeği anlama fıtrî kabiliyetini kaybetmiş bulunmasından doğar. İşte bu âyet bize gösteriyor ki Kur'ân "bu ancak geçmişlerin masallarıdır" diyen kâfirler de bunlardan ve bunların öncülerindendir. "Esâtîru'l-evvelîn" demekle de şöyle demiş oluyorlar: "Evvela diyorlar, Kur'ân ilâhî bir vahiy, bir hak kitap değil, bunun kaynağı, ilham kaynağı eskiden yazılmış olan satırlardan ve mektuplardan ibaret, Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor. Şu halde bu bir mucize değil, hatta bunda yeni bir hakikat olmadıktan başka hiçbir gerçek de yoktur. Zira bu sadece 'masallar' değil, 'geçmişlerin masalları'ndan, 'geçmişlerin masalları' gibi hakikatte mânâsı olmayan boş satırlardan, yalan hurafelerden, masallardan ibarettir. O, bunları yazdırıp yazdırıp söylüyor" diye bir sataşma da yapıyorlar. Furkan sûresinde geleceği üzere "Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor" (Furkan, 25/5) diyorlar. Kalblerinin bozukluğundan dolayı "ahsenü'l-hadis" (sözlerin en güzeli) olan hak kelâmı ile geçmişlerin masallarını ve hurafelerini ayıramayacak ve farkedemeyecek bir halde bulunuyorlar ki, beşeriyeti gerçekleri bozan hurafelerden kurtarıp Allah'tan başka bir şeye tapılmamasının lüzumunu öğreterek doğru yol olan gerçeğin caddesine götüren ve bir mucize beyan eden dil ile hidayet eden Kur'ân ile Muhammed (s.a.v.) beşeriyete ne getirmiş diyenler de bunların öğrencileridir.


Geri Dön


Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri