6-EN'AM:
Ey Muhammed, en büyük şahitliğin, Allah'ın şahitliği olduğunu söyle ve Allah'ı şahit getirerek de ki, "sizinle benim aramda şahit O'dur". ve bana bu Kur'ân vahyolundu ki, bununla karşımdaki sizleri ve gaibte (ortada olmayan) bunun eriştiği ve vasıl olduğu herkesi korkutayım, o korkunç sonuçtan korunmak için sakındırayım. Demek ki Kur'ân'ın hükümleri, onun indiği zamanda mevcut olanlara mahsus değildir. Onlardan sonra kıyamete kadar, gelecek olanları da tamamen içine alır. Ancak Kur'ân'ın yetişmediği, kulaklarına erişmediği kimseler cezalandırılmazlar.
Böyle söyle ve o müşrikleri korkutmak için şunu da ilave et: Muhakkak Allah'ın emrinde başka ilâhlar var diye gerçekten siz mi şahitlikte bulunuyorsunuz? Gerçekten siz mi buna şahitlik ediyorsunuz? Ben ona şahitlik etmem, de!. Ben, ancak: "Allah tek bir ilâhtır" diye şahitlik ederim. "Allah'tan başka ilâh yoktur diye şahitlik ederim" ve herhalde ben sizin Allah'a ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım, de. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse İslâm'a girerken "Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, ve şahitlik ederim ki Muhammed onun kulu ve resulüdür" şehadetinden sonra, "ve ben sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım" âyetinin delaleti üzere açıkça da diğer dinlerden uzak olduğunu bildirmelidir. Bununla beraber "hiçbir ilâh yoktur" olumsuzluğu esas itibariyle bu uzak olmayı içermiş bulunduğundan âlimler bu açıklık kazandırmaya müstehab demişlerdir.
Yahudi ve hıristiyanların Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğini inkâr etmelerine gelince: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını bildikleri gibi bilirler." (Bakara, 2/146) âyetinin tefsirine bkz.
Son zamanlarda tertip ettirilmiş olan ve "Tarih-i İslâm" diye tercüme edilen ve bastırılan eserin müellifi İtalyan Kaytano demiş ki: "Muhammed hiçbir zorluk karşısında yılmamış, hiç ümitsizliğe düşmemiş, kanaati asla sarsılmamıştır. Onda öyle bir kendine güvenme vardır ki, bunun sırrı anlaşılamamış ve kendisiyle beraber gömülüp gitmiştir". Belliki bu söz gerçeği hem itiraf etme, hem de bozmadır. Belliki bir insanın bu derece kendisine güvenmesi düşünülemeyeceğinden buna bir sır diye isim vermiştir. Bu sır, onun kendine güveninin sırrı değil, Hakk'a, Allah'a güveninin sırrıdır ki, o da nebîlik ve Resullüğü ve Allah'ın emir ve şahitliği ile peygamberliğine olan kesin bilgisi ve davasındaki doğruluk ve sadakatının delilidir. Resulullah, hiçbir zaman nefsine güvenmemiş, daima ve daima Allah'a ve Allah'ın tebliğlerine dayanmış ve güvenmiştir. "Allah'tan başkasını mı dost edineceğim?" (En'âm, 6/14), "Ben İslâm olanların ilki olmakla emrolundum" (En'âm, 6/14),
"Allah, benimle sizin aranızda şahittir." (En'am, 6/19), "Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. hiçbir canlı yoktur ki O, onun perçeminden tutmuş olmasın. "Gerçekten Rabbin her şeyin koruyucusudur." (Hûd, 11/57), "Ben, işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah kulları görür." (Mümin, 40/44) demiştir. Rivayet edilen dualarında da geldiği üzere: "Ey göklerin ve yerin Rabbi olan Rabbim sona söz veririm ki, beni nefsime havale etme, zira sen beni nefsime havale eder, kendime bırakırsan, nefsim beni şerre yaklaştırır ve hayırdan uzaklaştırır." diye dua eden Resulullah'a nefsine güvendiğine dair yapılan isnat iftiradan başka ne olur? Nefse güvenmek, kendini bilmemek, Allah'ı tanımamak, kendini ve kendi isteklerini hak başlangıç, ilâh edinmekten başka bir şey değildir. Kur'ân, baştan başa, bunun bir cahillik ve sapıklıktan ibaret olduğunu ispat ve daima Allah'a tevekkül ve dayanma emirleri ile doludur. Daima Allah'a kulluğa davet eden ve kendisinin Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahit getirip duran Peygamber (s.a.v)'in peygamberliğini inkâr etmek için, ona böyle bir ilâhlık davası isnadı ne kadar açık bir iftira, sonra buna bir sır tasavvuruna kalkışılması ne garib bir sapıklıktır. Eğer nefse güvenmekten maksad, doğruluğuna güveni, peygamberliğine iman ve bilgisindeki kesin gücü ise, doğruluk ve kat'i iman da nefse dayanmak değil, hakka dayanmaktır. Doğru sanarak ve inanarak vuku bulanın tersini söyleyen kimseye doğru denemez. Doğru olan kimsenin de doğruluğuna emin olabilmek için nefsine, inancına değil, hakka bağlanmış olması ve hakkı temsil etmiş bulunması lazım gelir. Bir insan için güvensizlik, güvenememek ve güvenilememek büyük bir rezillik, şüphe ve tereddüt müthiş bir kalb hastalığı ve büyük bir felakettir. Fakat nefse güvenmek de bir meziyet ve fazilet değil, ondan daha kötü bir gurur ve aptallıktır. Bunu bir meziyet gibi kabul edenler, Allah'ı bilmeyen ve kendilerini hakkın kendisi sanan gururlu kişilerdir. Ne garip bilgisizliktir ki, ayağını bir yere dayamadan dikilemediğini pek âlâ bilen ve dayanmak için bir desteğe göz atıp duran bu kibirliler, nefse güvenmekten bahsederler ve bunu bir fazilet gibi tavsiye ederler. Halbuki nefse güvenmek çürük bir tahtaya dayanmaktır ve hiçbir şeye itimat etmemektir ki, böyleleri, hiç kimse için güvenmeye değer olamazlar. Kendi dışından nefes alıp vermeye muhtaç olan bir fâni kişinin kendine güveni davası kadar gülünç ne düşünülebilir? Evet insan, güvenmeli ve güvenilir olmalıdır. Bu, hem ihtiyaç, hem bir vazifedir. Ve bunun içindir ki insan, ne olursa olsun, kulluktan çıkamaz. Fakat güvenip dayanılan şey ne kadar kuvvetli ve güvene layık olursa, itimadın kıymeti de onunla uyumlu olur. Nefis, bugün olmazsa yarın yıkılır. O, kendi kendine dayandığı zaman, birinde olmazsa, ikincisinde aldanır ve aldatır. Akıl da hiçbir ilkeye tutunmadan, hiçbir şey bilemez. Âlemde herhangi bir şeye dayanılsa, sonucu yine dayanıksızlıktır, çünkü fânî (ölümlü)dir. Ölmeyecek diri, ancak Allah Teâlâ'dır. Ve bundan dolayı itimadın fazileti, ancak Allah'a itimattadır. Ve ancak Allah'a itimat edenlerdir ki "Kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmıştır". (Bakara, 2/256) ve bunlar kendilerini Hakk'a teslim eden ve Hak uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen sadıklar, samimi kimselerdir. Allah'ı bilmeyen ve Rabbini kendinde görmek isteyen güvensizler de bunu anlayamazlar, bir nefse güvenme sanırlar. Kendine güvenme ile nefsi feda etme arasındaki çelişki de açık olduğundan şaşarlar, Allah'a dayanma deseler Hakk'ı itiraf etmiş olacaklarından çekinirler; bilmiyoruz bu bir sır, bir bilmece derler, bir türlü iman edemezler. İtalyan tarihçisi de: "Muhammed'de bir sır vardı ki, bu sır bütün varlığıyla Hakk'a dayanmasının, Allah'a teslim olma ve uymasının sırrıdır. Ve işte bu sır, bu nâmûs-ı ekber (büyük sır sahibi, Cebrail), nebîlik ve peygamberliktir. Onun bir Allah Resulü olduğunda şüphe yok. Fakat peygamber olmayanların da o Cebrâil'i görmelerine ve bu sırrın iç yüzünü anlayabilmelerine ihtimâl yoktur" deseydi doğru söylemiş olacaktı. Fakat İslâm tarihinden, Muhammed Aleyhissilâm'ın hayatından hem bu hakikati anlamış, hem de Allah'ı ve peygamberliği tasdik etmiş olmamak için tahrif etmeden söyleyememiştir. Peygamberlikten daha önce haberdar olmuş bulunan kitap ehlinin Muhammed (s.a.v)in peygamberliğini oğullarını bildikleri gibi bildiklerine; fakat kendilerine yazık etmiş, fıtrat vergisi olan iman yeteneklerini kaybetmiş olduklarından dolayı Hakk'a iman edemediklerine bu da bir misal teşkil etmiştir. Bunun üzerine Allah'a iftiranın ne büyük bir zulüm olduğu ve Allah Teâlâ'nın her şeye şahit olmasına rağmen, yalan söyleyen yalancıların neticede yalanlarını inkâr durumuna düşecek, alçak, acıklı bir düşüklük ve sorumluluğa tutulmuş olacaklarını beyan ile korkutmaya devam edilip buyuruluyor ki:
"Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlıyandan daha zalim kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler."
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |