6-EN'AM
157-Bu mübarek Kitap indirildi ki, yarın ahirette öyle özür beyan etmeyesiniz veyahut Bize Kitap indirilmiş olsaydı muhakkak biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk. Daha iyi anlar, daha iyi uygular, daha doğru giderdik demeyesiniz. Gerçi Kitabın hükümleri geneldir ama, ne yapalım ki, kendi dilimizde olmadığından biz onlar kadar olamadık, yoksa bu halimizde bile birçok hususlarda zekamızı, üstünlüklerimizi göstermiş olan bizlere, bir de kendi dilimizde bir kitap verilmiş olsaydı, neler yapmaz, ne başarılar göstermezdik! Ne çare ki Allah vermedi, diye özür ve övünmeye kalkışmayasınız. Artık muhakkak ki size Rabbinizden, benzersiz bir beyyine (açık delil) ve büyük bir hidayet rehberi ve rahmet geldi. Bunun üzerine Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve insanları onlardan çeviren; hem doğru yoldan sapmış, hem de başkalarını saptıran kimselerden daha zalim, daha haksız kim olabilir? Halkı, âyetlerimizden çevirenleri, bu çevirmeyi, sapıtmayı âdet edindiklerinden dolayı azabın kötüsüyle cezalandıracağız.

Bunlar, böyle sapıtmayı alışkanlık edinenler:

158- Onlar başka bir şeye değil, ancak kendilerine o meleklerin, "Melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın!' (der)" (En'am, 6/93) buyruğunca, ellerini uzatıp canlarınızı çıkarın bakalım diyecek olan ölüm veya azab meleklerinin gelmesine yahut Rabbinin gelmesine, kıyamet kopup "Melekler sıra sıra dizili olduğu halde Rabbin geldiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var?" (Fecr, 89/22-23) buyruğunca, haklarında en son ilâhî hükmün ortaya çıkmasına, veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesine "Üzerimize gökten taş yağdır" (Enfâl, 8/32), "Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin" (İsrâ, 17/92) dedikleri şekilde başlarına taş yağması veya göğün parçalanıp üzerlerine düşmesi veya kıyamet alametlerinin ortaya çıkması gibi fiilen yok olmaya delalet eden ve kendilerini inanmaya mecbur edecek olan birtakım alametlerin gelmesine bakarlar, bunlardan birisi olmayınca iman etmezler. Fakat O gün ki, Rabbinin bazı âyetleri gelecektir. Ondan önce iman etmiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o günkü imanı fayda vermeyecektir. Can çekişme halinde olduğu gibi o gün artık teklifin zamanı geçmiş, sorumluluk zamanı başlamış, iman ile kazanılması mümkün hiçbir hayır kalmamış olur. "Hışmımızı gördükleri zaman inanmaları, kendilerine bir fayda sağlamadı" (Mümin, 40/85) buyruğu üzere cezanın açıkça görüldüğü böyle yeis (ümitsizlik) zamanında iman kabul edilmez ve hiçbir fayda vermez. İmanın kabul olunması hazır ve gözle görülende değil, gayb ve gelecekle ilgili olmasında, âşikâre değil delilli olmasında ve gelecek için bir hayır kazanmağa imkan bulunacak kadar önce bulunmasındadır. Olacak olmaya başladıktan sonra inanmakta fayda yoktur. Olacağa, olmadan önce inanmalı ki, zararından kurtulmak için işe yarayacak hazırlıkta bulunulabilsin. Mesela "Bir gün gelecek ki, inkârcıların, yalancıların, kötülerin, suçlu günahkârların cezası verilecek; bir gün gelecek ki, alım satım olmayacak, dostluk, şefaat yapılmayacak, kimse kimseden bir iyilik görmeyecek" denildiği zaman, "Öyle şey mi olur, hele bakalım, o gün gelsin de çaresine bakarız" deyip de inanmayan, inanıp da öyle bir güne yarar bir iyilik kazanmayan kimseler, o günün geldiğini görüp, içine düştükleri zaman, ister istemez inanırlarsa da, o gün bu imandan kendileri için hiçbir fayda olmaz, iş işten geçmiş bulunur. Kısaca, Yüce Allah'ın iki türlü "âyetleri" vardır. Bir kısmı gelecekteki olayları yokluklarında, yani gerçekleşmeden önce haber verip bildiren âyetler ve delillerdir ki, sonunda faydası olacak iman, bu âyetleri onaylayıp inanmaktır. Ahiret bununla kazanılır. Peygamber, Kitap, ilim bu âyetlerdendir; mümin ve kâfir farkı bu âyetlere göredir. Yüce Allah'ın diğer bazı âyetleri de vardır ki, bunlar olayların fiilen gerçekleşmeye başladıklarını ve ilâhî kudretin halen tecellisini gösterirler ve önceki âyetlerin tercümesi ve tasdikçisi doğrulayıcısı olurlar. Bunlar gelince hükmünü zorunlu olarak yerine getirir, inanmama ihtimali kalmaz, fakat inanmanın faydası olmaz. Bundan kurtulursa önce haberi olup da inanan ve ona göre korunabilenler kurtulurlar. Şimdi, önceki âyetler türünden olan Kur'ân'ın bu âyeti ve bu bölümü bu şekilde gösteriyor ki, bu ikinci kısım âyetler de bir gün olup gelecektir. Ve bu gün bu âyetleri yalanlayan ve halkı doğru yoldan saptıranlar o gün o inanmadıkları olayları görüp inanacaklar, fakat onlara olmadan önce iman etmeyen veya imanında bir hayır kazanmayanlara o gün imanları hiçbir fayda sağlamayacaktır. Şu halde imanlarından kesin olarak yararlanabilecek olanlar o günden önce iman etmiş ve imanında hayır kazanmış olan, yani iman ile ameli salihi toplamış bulunanlardır. Bununla beraber, önce iman etmiş, fakat bir hayır kazanmamış olanlar, aynı şekilde sonraki imanın da olsun bir hayır kazanmaya imkan bulmuş olanların imanlarının faydasız kalmayacağı da anlaşılıyor, Çünkü cümlesi cümlesine atfedilmiştir. Bu şekilde nefyi, imanın öne geçmesi veya imanda hayır kazanmak, bu ikisine tekrar ile müteallık olarak nefse sıfat olduğundan o gün, ne imanın öne geçmesi, ne de imanda hayır kazanmak, hiçbirisi bulunmayan kimseye imanın faydası olmayacağını ifade eder. Şu halde hem imanın öne geçmesi (önceden iman edilmesi), hem imanda hayır kazanmak, ikisi veyahut en az birisi bulunan o gün, Mu'tezile'nin dediği gibi imanı fayda etmez denemeyecektir. Aksine, mefhum-ı muhalifinden (zıt anlamından), bunların birisinin bile faydadan uzak olamayacağı anlaşılır. Zıt mânâ ile istidlâl (delil göstererek sonuç çıkarma) caiz olmadığına göre, bunlardan birinin faydası bu âyet ile ispat olunamazsa da bu âyet ile inkâr da edilemez. Bununla beraber diğer âyetlerde ve hadislerde bunlardan birinde de faydadan uzak olmayacağını gösteren delaletler yok değildir.

Burada şu noktayı da hatırlatmağa değer buluyoruz: Görülüyor ki âyette cümlesinde kaydı var, buna atfedilen cümlesinde bu kayıt yoktur. Usûl ilminde ve Arapça kitaplarında da açıklandığı üzere, matufun aleyhin kaydını ma'tufta da gözönüne almak zorunlu değildir. "Âlim olan Zeyd ve Amr bana geldi." denildiği zaman Amr'ın da âlim olması gerekmez. Böyle olduğu halde Keşşâf ve diğer birtakım tefsirciler bunu; "Yani, önce iman etmemiş veya etmişse de o imanda bir hayır kazanmamış bulunan kimseye o günkü imanı yarar sağlamaz" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun özeti, âyeti "daha önce iman etmemiş veya imanında daha önce hiçbir hayır kazanmamış..." mânâsında düşünmektir. Bunda ise hayır kazanmak kısmında bile imanın o günden önce olması şart koşulmuş, fakat hayrın kazanılması da o günden önce olmakla şart koşulmamış demek olur. Şu halde imansız hayır, faydalı olamazsa da, eskiden imanı olan, o gün bile imkan bulur bir hayır kazanabilirse faydasını görmesi düşünülebilir. Gerçekte Akaid âlimleri, yeis halinde iman kabul edilmezse de, yeis halindeki tevbe kabul olur demeleri de buna uygundur. Ancak buna karşı o gün hayır kazanmak mümkünse, imana niçin faydalı olmasın; değilse, iman gibi hayır kazanmanın da o günden önce olması gerekmez mi, sorusu sorulur. Ve bu düşünce iledir ki, hem imanın, hem hayır kazanmanın o günden önce olması gereği akla gelir. Bu şekilde ise âyet "daha önce iman etmemiş, veya daha önceki imanında önceden hiçbir hayır işlememiş...." anlamında demek olur. Mânâ bu olduğu takdirde gelecekte birinci kısmın hiç hükmü yok demektir. Çünkü o zaman yalnız geçmiş imanında hiçbir fayda olmayacak demek olur. Nitekim Mutezile böyle anlamışlardır. Halbuki mânâ bu olsaydı "imanında hiçbir hayır kazanmamış olan bir kimseye imanı fayda vermez" denilmesi yeterli olurdu. Şu halde biz "kazanmak" kısmında "önceden" kaydını, gözönüne almayı, karine olarak görmüyoruz ve zahire göre kayıtsız olarak mülâhaza etmek gerektiğini söylüyoruz. Ve öyle anlıyoruz ki, bu bazı âyetlerin gelmesi hayır kazanmayı genelde imkansız kılmayacaktır. Mesela ölüm hastalığında olduğu gibi olay tamamlanmadan iman edip, hayır kazanmanın mümkün olduğu kısa bir zaman da bulunabilecektir. Ve o halde bir kâfir, o gün alametlerin ortaya çıkması üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kazanmağa imkan da bulabilirse, yeis (ümitsizlik) ve ceza tamamen gerçekleşmemiş olduğundan, bu imanın da fayda verebilmesi düşünülür. Yani imanın kabul edilebilmesi ve faydalı olabilmesi için, mutlaka o imandan sonra bir hayır kazanmağa imkan bulunmalıdır. Kıyamet alametleri gibi yeis belirtilerinin ortaya çıkmasından önce, uygun durumda imanın kabulü için, sadece imanı kazanmak yeterli olabilecektir; fakat o alâmetlerin çıkmasından itibaren iman için fiilen hayır kazanmış olmak da şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Çünkü olay tamam olunca ceza ve yeis tamam olacak, hayra imkân kalmayacak ve artık imanın da bir faydası olmayacaktır. Sözün kısası, âyetteki birinci kısmında iman o günden önce olmakla kayıtlanmıştır. Ancak hayır kazanmış olsun olmasın imanı sâbık (önceden var) demektir. İkinci kısımda ise imanı, hayır kazanmakla kayıtlıdır. Fakat gerek iman ve gerek kazanmak "önceden" olmakla kayıtlı değildir. İmanı sâbıkla hayır kazanmaya ihtimal olduğu gibi, o günkü iman ile mümkün olduğu taktirde, hayır kazanmaya da ihtimali vardır. Ve tekrar, bu iki karşılıklı husus arasındadır. Ve işte o gün bunların hiçbirisine sahip olmamış kimsenin imanı asla yarar sağlamayacaktır. Hayır kazanmaya yakın sabık (önceden var olan) iman, kesin olarak makbul ve faydalı; sabık olan mücerred iman veya hayır kazanmaya yakın lâhık (sonradan olan) imandan her biri de faydadan uzak olmayacaktır.

"Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür". (Zilzâl, 99/7) Şu halde iman ve hayır kazanmak önceden olmalı; bununla beraber herhangi bir acı verici olayın alâmetleri başlamış da olsa, tamam olmadan tam ümitsizliğe düşmemeli, o zaman olsun hemen iman edip hayır kazanmaya acele etmelidir. Mesela kıyamet alâmetleri ortaya çıkmaya başlamış da olsa, henüz kopup bitmemişse, iman ile salih amelden vazgeçmemelidir. Fakat, önceden imanı olmayanların ve hayır kazanmaya alışmamış bulunanları, o gün bu imkandan da yararlanabilecekleri çok şüphelidir. Hele inkâr ve yalanlamayı, sapıklığı ve hak yoldan saptırmayı alışkanlık etmiş olanlar, olay tamam olup hiçbir şey yapmak imkanı kalmayıncaya kadar iman ve hayra yanaşmaz, bunu da atlatacağız sanırlar. Ondan sonra iman edecek olsalar da, imanlarının bir faydası olma ihtimali kalmaz. Şimdi onlar bugün gelmeyecek zanneder ve geleceğini haber verip bildiren Allah'ın âyetlerini yalanlarlar da olayın alâmetlerinden başka hiçbir şeye değer vermezler ama, mutlaka o gün gelecek ve o âyetler (alâmetler)de ortaya çıkacaktır. Ey Peygamber! "Gözleyiniz, biz hiç şüphesiz gözlüyoruz" de. Yani siz müşrikler o üç şeyden dilediğinizi gözleyiniz ki, ne beklediğinizi göresiniz. Biz müminler, sizin o kötü sonunuzu görmek için onları tam bir inançla gözlüyoruz, diye onları korkut ve müminleri müjdele. Gerçekte "Bedr" den itibaren bu korkutma ve müjdenin gerçekleşmesi görülmeğe başlamıştır.

Şüphesiz:

Geri Dön
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri