7- Ey Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet yoluyla anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir kısmı muhkemattır. Mânâsı ve murada delaletleri kesin, kelime ve cümleleri başka anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir, "bunlar ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır. İlimde ve amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler, hidayet için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir. Tevrat'ın İncil'e, İncil'in Kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi lazım geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın anasıdırlar. Herbir muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla mânâları ve hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla beraber birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir, istisna veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla aralarında muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak muhkem âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet ettiklerinde ve maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler vardır ki; bunlar zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört mertebe üzeredirler. Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân ilminin muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını bir bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem ilme eremezler, sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte âyetlerin bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemat, bunların karşılığında da diğer bir kısmı da müteşabihattır. Yani her biri murad olunabilecek gibi görünmekte birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi mi, birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe göre, hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat anlaşılması kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkansız) bulunur. Bu âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları muhkemat ile mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zahir karşılığında hafî, nass karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has karşılığında da özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh kitap, bütünlüğü içinde ele alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın muhkemata dönüşmesi bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem demektir: "Bunda hiç şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ve "Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1) âyetleri bunu açıklar. Bunun aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de muhkem olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih âyetler esas kabul edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur. "Allah kelamın en güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak indirdi ki, Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (Zümer, 39/23) hükmü açığa çıkar.
"Muhkem" kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh, benzeyenlerden her birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni onları birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani benzetme ve benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez olurlar. "Muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu." (Bakara, 2/70), "Kalbleri teşabühlü oldu." (Bakara, 2/118), "Ve onun müteşabihi kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği gibi. Demek ki teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir. Bu şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar için de geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı gibi çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları ve daha başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh ve sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu yönden bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile "müteşabih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin açıklamasıdır. Fakat nazmın bu âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem ile müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve kesinlikle bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir. Bu âyette ise muhkem ile müteşabih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi, devamındaki te'vil karinesi de mânâya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli olursa ona "zahir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir. Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde kesinlik ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü söyleyen de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihayet nesih ihtimali yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle teyid edilmiş ise, bu da özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel etmeyi gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli ise o tercih edilir.
Bunlara karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de başka bir arızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de mânânın haddizatında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği, edenlerin de derinden derine düşünmedikçe kavrıyamayacağı derecede kapalı olması veya bir bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin düşünmeyi gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara eşit olarak gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine bulunmazsa, fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel; gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa o da katıksız müteşabih olur.
Kur'ân'ın müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir muhkem mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik işaretlere delalet içerdiğinden dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat çekerler. Böylece muhkem zımnında müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de bulunur. Bir âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar ihtiyaca ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep ve ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade edilmesi mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz şeklinde daha belağatlı ve daha etkili olan zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid nizamı üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan bire doğru) giderken, gerek nisbetlerde ve gerek tasavvurların hududunda beşeriyet dillerinin henüz lügatını ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve benzerini görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin bilmediğiniz daha neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih bir misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi âyetlerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da Allah'dan başka kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili izahlar kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle benzerlikler ve birleşebilir noktalar da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından olan hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme; mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma; asıl müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.
Bu muhkemat ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler. Bunlardan her biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz kısımdan altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemat tabiri ilk dörde, müteşabihat tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah kelâmının anlaşılması, tefsir usulü ve istinbata ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki, herhangi bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan başka bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk meselelerini anlamak için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
Müteşabihat için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek kelimedeki müteşabih mesela, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya "yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten veya sözü uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde vezin ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ bakımından müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait olan âyetlerde olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini algılamaya imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca beş kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi nitelik bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin nazil olduğu toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (Bakara, 2/189) âyetinde olduğu gibi.
Bir de fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte kitabın âyetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil, muhkemattır. Amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkematı bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikatı karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belaya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun te'vilini, yani meâlinin ve sonunun nereye varacağını Allah'dan başka kimse bilmez. Genel anlamda müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki, bunun meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı bütün müteşabihatın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya yerde ve gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey bulunmadığı halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan ilâhî kitapta dahi hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar." (Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz." (Bakara, 2/232). Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller bilgi ile ve o bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve irşad, bilgiler üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmiyenleri bilinenlere dönüştürmektir. Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun önüne bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan dolayı bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenab-ı Hak kullarına hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran bir muhkem ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir. Bunları basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler haline getirir. Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde akar gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan insan bilgisi hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip boyutlarına ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda yürümek de en büyük ilim, en büyük marifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi mertebeye ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken meçhuller bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir.
Daha doğrusu geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin
olan her beşerî ilim, müteşabih olmak konumundan kurtulamaz.
Hiçbirisinde şimdiki halde şuurun yakından şahid olduğu ve müşahede
ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her tecrübe ve gözlemin bir öncesine
ve bir sonrasına doğru attığı adım bir müteşabihlik ile ilgilidir.
İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir gerekçe değildir.
Bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların
devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da ilâhî iradeye
dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin müteşabihattan kurtulması
mümkün değildir. İşte insanlara Hakk'ın iradesini gösterecek hidayet
için bir ilâhî öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar,
tamamen bu gidişata, yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel
olarak muhkemat ve onun karşılığında müteşabihat ile indirilmiş
bulunmaktadır. Tevrat ve İncil'in de muhkematı ve müteşabihatı vardı,
onlarda da ümmü'l-kitap muhkemat idi. Fakat Tevrat'ta pekçok olan
müteşabihatın bir kısmı, İncil'de muhkemlere irca edildikten başka,
daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, Kur'ân'da da bütün geçmiş
kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. Ayrıca derin birtakım
müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına
düşülmekten sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça
öğretilmiştir. Bu arada insanlar için, bilimin hangi aşamasında
olurlarsa olsun, yine de çözülemiyen ve Allah'ın bilgisine havale
edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman tükenmeyeceğini, muhkemattan
sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin var olacağını bilmek ve itiraf
etmek de beşerin ilmi için büyük bir olgunluk ve insanlığın gayesi
açısından büyük bir hayır demek olduğu da anlatılmıştır. Beşer ilminin
değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak, mantık ve
matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir
özellik aramak çelişkidir. Bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat
bulunmamalı idi şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir
düşünce varlığın dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya
tekdüze olarak robot halinde sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin
sona erdiğini farzetmek, ya da bütün sonsuzluğuyla ve bütün
canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir şekilde beşere öğretilmesi ve
Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık ortaya koymanın
mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer ilmini,
belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere,
noksandan olgunluğa ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek
ilerlemesine engel olması geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde
cimrilik istemek demek olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme
çabasının ilerisinde daha alınması gereken mesafe, keşfedilecek
hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp bitirilemiyecek başlangıçlar
ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah Teâlâ'nın bunları insanlara
verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip birçok yönden gizlemesi
ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye ipucu ve
ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı
bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için
istifade ettirmemesi nasıl olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi?
Bunun hikmete uygun olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı
herşeyi halletmiş, bitirmiş iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün
bütün ortadan kaldırılmasını arzu eden ve tecrübeyi, teşabühten
büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik sanan bir ilmîlik ve isbatçılık
iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna karşılık, muhkematı esas
alan güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde yürümeyip,
doğrudan müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik içerdiğini
inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri yalnızca bunlarla
halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'dan başka
kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi,
hayra mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı,
cennete mi cehenneme mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı
havada çıkmaz yollarda dolaşmak da haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti
dinlememek, tehlikelere ve karanlıklara doğru koşmaktır ki, bunu
kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık ve çarpıklık bulunanlar
yaparlar. Esbab-ı Nüzul'de zikredildiği üzere hıristiyanların
İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder; Kur'ân'daki "O'nun
Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur" (Nisa, 4/171)
müteşabih âyetine, Allah'dan doğmuş bir ruh mânâsı vererek ve Hak
Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve
kayyûm, azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu hakkındaki
muhkemata bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi,
yahudilerin gibi hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile
te'vil ederek bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı
zamanı çıkarmaya kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva
ve heveslerinden başka bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din
deyince herhangi bir hakikatle ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din
meselesinin kayıtsız şartsız hakka uymak demek olduğunu bilmek
istemezler. Bu konuda muhkem olan isbat yoluna yanaşmazlar ve onlarla
amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri şüphelere ve vehimlere
sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz ve
sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler ararlar;
müteşabihatı, şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar.
Yine bunun gibi, birtakım mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz
ve anlaşılınca hükmü kalmaz gizli ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla
bütün muhkematı müteşabihata irca etmeye çalışırlar. Her şeyi kuşkulu
hale getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en belli
gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler ki, bunlar bilinen
yolda yürümektan hoşlanmazlar. Diğer bir kısımları da kendi bilgileri
herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve şimdiki
halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik
birşey yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden red ve inkâr
eder; anlamadığı, anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe,
efsane, esatir deyip geçerler ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından,
çarpıklığından ve haddini bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık
ilimde rüsuh sahibi (uzman) olanlar, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz,
ilim yolunda sağlam, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri
sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen ilim erbabı
da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi ve müteşabihi ile hepsi
Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir. Hakikaten böyle temiz
akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da hakkiyle
düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez,
muhkematı esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan
müteşabihatı bile doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve
ictihat başkalarının değil, muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın
mertebelerini seçebilen, te'vili caiz olup olmayanları ayırabilen,
fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini
bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na havale eden,
kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru
düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin
hakkı vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve
müteşabih hepsinin hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba
katarak iyi düşünürler.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |