3-AL-İ İMRAN
166-167-Ey müminler, iki ordunun (yani müslümanların ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne felaket isabet ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî izin ve iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek ki, ilâhî irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî iradedir ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan doğruya ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar (zorlayıcı) ism-i şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de sebep, şart ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî iradedir ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara ait olmak üzere fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun zıddı rıza olanına Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir etmişlerdir. Kur'ân'da çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle ifade olunmuştur. Yasağın kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve bundan dolayı sorumluluğa zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu kabildendir. Bunun için bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da tahliye ile tefsir etmişlerdir ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da anlatmaktır.
Sözün kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla kayıtlı idi. Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı musibet vaki oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi, müminlerin kötü iradelerini ve müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini infaz etmez, musibeti, ilâhî zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi ve böylece musibet olayı da olağanüstü sûrette değil de, normal bir şekilde vuku buldu ki, bu âdet, kulların iradesini izin ile yerine getirme ve sorumluluk, ilâhî sünnetidir. O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek bir taraf yoktur. Tersine teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan Resulullah'ın ve beraberindeki bir kaç zatın sabır ve takvaları hürmetine müşriklerin saldırıları durduruldu da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.
Şunu da bilmeli ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri
ile de beraber bulunan Allah'ın izniyle beraber, bir de müminleri
bilmesi, (yani halk arasında ayırıp ortaya çıkarması), ve münafık
olanları bilmesi, ayırt etmesi ve her ikisinin ona göre ecir ve
cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle müminleri seçmek ve
münafıkları ayırmak hikmetleri de vardır. O münafıklar ki, kendilerine
geliniz Allah yolunda çarpışınız veya kendinizi ve vatanınızı müdafaa
ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari çok kalabalık görünerek
düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, denildi de. İbnü
Abbas (r.a.) demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır."
Çünkü Uhud savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da
bunlara: "Size Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi
terkedip gitmeyiniz." demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz
savaş olacağını bilseydik, yahut savaşmasını bilseydik elbette size
uyardık dediler ve bununla fesat (bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek
istediler. Doğrusu o gün onlar, imandan çok küfre yakın idiler. Zaten
bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylerler, (yani içleri
dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden gelmez. Bu onların her
zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey açıkladılar ki,
kalplerinde yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık."
dediler. Kalplerinde ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların
kalplerinde ne sakladıklarını Allah daha iyi bilir.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |