3-AL-İ İMRAN
153- O sırada uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz (yani alabildiğine kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani ordunun arkasındaki kuvvetler içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği üzere "Bana doğru gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın şiddetinden merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle oldu da Allah sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor, yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz. Peygamber'i öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda kaldınız. Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla Peygamber'i üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir mânâ ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek size gam ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız musibet (kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli olarak Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle görülmüş oldu ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar olur. Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun edebilir. Ve Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir.
154- O gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir. Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak olursa bütün bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı. İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum". Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim, elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki, orada bütün müminlere inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır. Sözün kısası bu askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi arzusundan olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine yardım edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğini de Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere, ne de uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini toplamışlardı.
Diğer bir topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka bir şey düşünmüyor. Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait istekleriyle uğraşıyorlardı ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın peygamberliği hakkında şüphe üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle veya ihtilal fikriyle gelmişlerdi. Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile beraber savuşup gitmiş, bir kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma dönüşünce, başlangıçta gönüllerinde intikam almış gibi bir sevinç hissettiler; sonra da her iki taraf için şüpheli mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm öncesi) kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar, "Artık Peygamber'in işi bitti, yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed hak peygamber olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar, Allah'ın "Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar, dilediğini yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne güya danışıyorlarmış, emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden bizim için az bir pay var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir tedbir var mı?" diyorlardı ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra hakimiyet işinden bize de bir hisse var mı?" gibi, bir siyasi (politik) maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir dolap çevirebiliyor muyuz? Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir rol oynayabiliyor muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir.
Ey Muhammed! De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde
neticede bütün galibiyet (üstünlük) O'nun ve O'nun dostlarınındır.
"Şüphesiz ki Allah'tan yana olanlar üstündürler." (Maide, 5/56). Yahut
bütün Bedir onundur. Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş ise o
olacaktır. Ey Muhammed! O münafıklar nefislerinde (yani gönüllerinde
veya kendi aralarında) bir şey, bir bozuk fikir, bir küfür gizliyorlar
ki, onu sana açmazlar. Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bu savaşa
geldiklerine pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o vadolunan
işten bir şey olsaydı (yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı), yahut
bizim fikir ve tedbirden hissemiz olsaydı, fikrimizle hareket
edilseydi, burada böyle öldürülmeye maruz olmaz, içimizden bu kadar ölü
vermezdik." diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar, normal
sebeplerin, ilâhî iradenin tersine etki edebileceğini sanıyorlar. "Emr"
kelimesi ya "umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred
(tekil)i olduğuna göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz.
Peygamber'in belli şartlarla Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer
işini yalanlamak maksadıyla peygamberliğe bir itiraz; diğer yönden
yukarda açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den çıkılmaması
hakkındaki reyi kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in emir ve
isteğini hatalı bulma ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir
şekilde hükümet işine iştirak etmek ve işe karışmak, bu niyetle
Peygamber'in idare şeklini istibdatkâr (keyfi idareye yakışır şekilde)
görmek isteyen bir ihtilal fikri vardır. Bu münafıklar derken bu
niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla açıklıyamıyorlardı. Halbuki önce
Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'i istişareye davet
etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış ve aynı görüşte
bulunmuş ve fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak görüşünde
ısrar ettiklerinden dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu durum
karşısında Resul-i Ekrem'e münafıkların bir çeşit istibdad isnat
edercesine "eğer bu işten bize bir şey olsaydı..." demeleri, iftira
edercesine bir gerçeğin tahrifi (bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay
ile tecrübe göstermişti ki, münafıkların istişare içine alınması bile
hikmete uygun değildir. Çünkü Abdullah b. Übey, kibir ve gururundan
fikrinin kabul edilmemesine tahammül edemeyerek kırgınlığını artırmış,
savaşla ilgili tedbirlerin akışını yakından öğrenerek ona göre orduda
ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi ki yukarda açıklandığı
üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını kendinize dost edinmeyin."
(Âli İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün işler Allah'a aittir."
ilâhî emri ile bu bakış açısından da gerçek gösterilmiştir. Ve bunlara
rağmen İslâm ile ilgili işlerde istibdad (zorbalık) olmadığını ayrıca
açıklamak için de "İşte onlarla istişare et." (âyet: 159) emri
gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik iddialarına da "Eğer siz
evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar,
yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye cevap, emir
buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da evlerinizde
(yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış olanlar,
herhalde, devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi".
Zira Allah'ın takdirini geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir.
Ve bundan dolayı Allah'a su-i zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah
bunları inananlara yardımı olmadığından değil, nice nice hikmet ve iyi
şeyler için ve özellikle içinizdeki ihlas (samimiyet) ve
nifakı(bozgunculuk) tecrübe âleminde imtihana çekmek ve kalblerinizdeki
gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları tasfiye ve temizlemek
için böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere arkadaş olan ve
onlardan ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde
öyle imtihanlara çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın
gerektirdiği bir seçme sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık
kazanır, münafıkların da durumları ortaya çıkar.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |