3-AL-İ İMRAN
145- Öldürülme söylentisi üzerine perişan olanlar
üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi etken olduğu anlaşılıyor ki,
birisi Peygamber'in vefatından son derece müteessir olarak her şeyden
vazgeçmek; diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can derdine
düşmektir. birinciye cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her
ikisine karşı teselli ve irşadı içine almış olarak metanet (dayanma)
ile cihada sevk ve bu konuda bu iki endişenin bile bir mazeret
olamayacağını açıklamaktır. Gerçekten Allah Teâlâ'nın izni ve iradesi
olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi ihtimali yoktur. Gerek döşekte olsun,
gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm böyle olunca, Allah'ın iradesi
erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi arzusuyla kimse ölmez.
Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın saldırmasıyla
değil, Allah'ın izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir şahıs da
ölecek veya öldürülecek olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil,
Allah'ın emriyledir. Ve bunun böyle olduğu da Uhud olayının tecrübî
(deneysel) sonuçlarından biri olmak üzere sabittir. Eğer böyle
olmasaydı, o gün hiçbir kimse kurtulamazdı. Buna göre her iki takdirde
Allah'ı unutmamak ve Allah'ın iradesine, tam bir rıza ile itaat edip
görev yapmak gerekir. Harp meydanında vazife ise kâfirlere karşı koymak
ve i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) uğrunda hiçbir
şeyden çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun ecele faydası
yoktur. Kâfirlere mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar bile,
dinden dönme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm
ise tayin edilmiş bir şekilde yazılır. Yani Allah katında bilinen bir
vakit ile takdir edilmiştir ki; ne ileri gider, ne geri kalır. Bir
insan, gerçekte nasıl bir şekilde ölecekse öyle ölür. Ve onun dünyada
iki ömrü yoktur. Şu halde iki eceli de yoktur. Bazı kimseler ecel-i
müsemmâ (eceliyle gelen, normal ölüm) ve ecel-i kaza (kaza ile gelen
ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. Ve, "Zavallı eceli gelmeden
kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne ise ömür, ecel odur. Ve o
kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. Bundan başkası
gerçekten değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar ve
ihtimallerdir. Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr
imkanı bulunmayan apaçık bir gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin
bunu karmaşık bir mesele imiş gibi "ecel bir mi, iki mi?" diye
konuşmaya kalkışmaları, konuyu kavrayamamalarından doğar. Evet, kaderin
sırrı belli olmaz ve yaşayan bir kimsenin ne vakit ve ne şekilde
öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez. İlâhî kanunda ölümün
sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan, ecelinin ne
olduğunu bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak şu
bilinmelidir ki bu sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah
katında bilinen ve takdir edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm
endişesi, hayatla ilgili kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim
vazifeleri unutturmamalıdır. Çünkü hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf
Allah'ın dilemesidir. Ve bunda kimsenin tesiri yoktur. Fakat hayattan
istifade ve hayatın meyvelerini toplayabilme, devşirebilme hususu böyle
değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle ilgilidir. Bunun için
buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya sevabından
veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret sevabından
veririz. Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her
halde biraz olsun verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz.
Burada "dünya sevabı" kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz
(taşlamay)i içermektedir. O şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip,
Allah'ın kendilerine ihsan ettiği kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi
olan itaate sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir engel karşısında
bundan dönmezler. Bu şükredenlerden maksat ya lâm-ı ahd (ahid lâmı) ile
şehidler ve diğer bilinen mücahidler bunda ilk girenlere dahildirler.
Burada şükrün cezasından kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu,
sözün gelişinden açıkça anlaşılmaktadır.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |