7- Tesavvuf Hind yehûdîlerinden alınmış. Cevap verildi.
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1742
7- Tesavvuf Hind yehûdîlerinden alınmış. Bunaa Muhammed Ma'sûm hazretlerinden cevâb verilmiştir.
7 - Yüzyirmialtıncı sayfasında: (Görülüyor ki, tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Böylece, islâmiyeti fırkalara ayırdılar, parçaladılar) diyor.
Pâkistânlı Mevdûdî adındaki mezhepsiz birisi de, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitabında, yukarıdaki yazıları yaymaktadır. [Mevdûdî 1399 [m. 1979] da öldü.] Sapık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi olan, böyle bozuk kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fakat câhiller, bunları doğru sanır. Tasavvufcu kılığına girmiş bozuk kimseleri de tasavvufcu sanarak, tasavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tasavvuf büyüklerini de kötülemeye kalkışır. Müslümanlar doğruyu iğriden ayırabilmeli, tasavvuf büyüklerine dil uzatmamalıdır.
Tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, zamanının büyük âlimi, Evliyânın önderi, imam-ı Muhammed Mâsum Fârûkî [Muhammed Mâsum 1079 [m. 1668] de Serhendde vefât etti.] (Mektûbât) kitabının ikinci cildi ellidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki:
Sûrî ve mânevi kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahdan alınmıştır. Sûrî olan emirler, yasaklar, mezhep imamlarımızın kitapları ile bizlere gelmiştir. Kalbin, ruhun gizli bilgileri de, tasavvuf büyükleri[nin kalbleri] yolu ile gelmiştir. Ebû Hüreyrenin (Resûlullahdan iki kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz) buyurduğu, Buhârîde yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki, Ömer vefât edince, oğlu Abdüllah, ilmin onda dokuzu öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze şaştıklarını görünce, Allahı tanımak ilmini söyledim. Fıkh bilgilerini söylemek istemedim dedi. Tasavvuf yollarının hepsi, Resûlullahdan gelmektedir. Tasavvuf büyükleri, her asırda bulunmuş olan rehberleri vâsıtası ile, Resûlullahın mübârek kalbinden saçılan marifetlere kavuşmuşlardır. Tasavvuf ne yahudilerin, ne de tasavvufcuların uydurması değildir. Evet, tasavvuf yolunda hâsıl olan şeyleri bildiren, (fena, bekâ, cezbe, sülûk, seyr-i ilallah) gibi ismler, tasavvuf büyükleri tarafından konulmuştur. (Nefahât) kitabında diyor ki, (fena) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyliyen Ebû Sa'îd-il-harrâz [Ebû Sa'îd Ahmed Harrâz 277 [m. 890] da Bağdâdda vefât etti.] olmuştur. Tasavvuf marifetleri Resûlullahdan gelmektedir. Bunların ismleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikretmekte olduğunu, kitaplar yazmaktadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve isbât ve murâkaba, Resûlullahın zamanında da vardı. Eshâb-ı kirâm zamanında da vardı. Resûlullahdan böyle ismler işitilmedi ise de, çok zaman konuşmaması, bu hâllerinin bulunduğunu göstermektedir. (Biraz tefekkür bin sene ibâdetten daha hayrlıdır) buyurmuştur. Tefekkür, bâtıl düşünceleri bırakıp, hakkı düşünmek demektir. Tasavvufcuların, (Kelime-i tevhîd) ile zikretmelerini, Hızır Abdülhâlık-ı Goncdüvânîye öğretti. [Abdülhâlık 575 [m. 1180] de Buhârâda vefât etti.]
Suâl: Tasavvuf marifetlerinin hepsi Resûlullahdan geldiğine göre, aralarında ayrılık olmamalı idi. Hâlbuki, tasavvuf yolları çeşidlidir. Hepsinin hâlleri ve marifetleri başkadır?
Cevap: Bu ayrılığa sebep, insanların isti'dâdlarının ve bulundukları şartların başka olmasıdır. Meselâ, bir hastalığın ilâcı bellidir. Fakat, hastalara göre, hastalığın seyri ve tedâvîsi değişmektedir. Bir insanın çeşidli fotoğrafcıda çektirdiği resmlerinin başka başka olmaları gibidir. Her kemâl, Resûlullahdan alınmıştır. Alış kuvvetine ve şekline göre ufak ayrılıklar olmuştur. Resûlullah de, marifetleri, gizli bilgileri, Eshâbına başka başka sunardı. Nitekim hadis-i şerifinde, (Herkese, anlıyabileceği kadar söyleyiniz!) buyurmuştur. Resûlullah, Hz. Ebû Bekr ile ince bilgiler konuşuyordu. Hz. Ömer yanlarına gelince, sözü değiştirdi. Sonra, Hz. Osman gelince, yine değiştirdi. Hz. Ali gelince daha başka konuştu. Herbirinin isti'dâdına, yaratılışına göre, başka başka konuştu.
Bütün tasavvuf yolları, imam-ı Câfer Sâdık hazretlerinde birleşmektedir. [Câfer Sâdık 148 [m. 765] de Medînede vefât etti.] İmâm-ı Câfer Sâdık da, iki yoldan, Resûlullaha bağlıdır. Birisi, babalarının yolu olup, Hz. Ali vâsıtası ile Resûlullaha bağlıdır. İkincisi, anasının babalarının yolu olup, Hz. Ebû Bekr vâsıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. İmâm-ı Câfer Sâdık hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan olduğu için, hem de, onun vâsıtası ile Resûlullahdan feyz almış olduğu için, (Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayata kavuşturmuştur) buyurdu. İmâm-ı Câfer Sâdıkta bulunan bu iki feyz ve marifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden Ahrâriyye büyüklerine, Hz. Ebû Bekr yolu ile, öteki silsilelere ise, Hz. Ali yolu ile feyz gelmektedir.
[Kitabın, yüzyirmiikinci sayfasında: (Resûlullah, Tebük gazvesinden dönerken, münâfıkların ismlerini Huzeyfe-tebnil-Yemâna bildirdi. Huzeyfe, fitne çıkmasın diye bunların ismlerini kimseye söylemedi. Yoksa, tasavvufcu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfede gizli din bilgileri yoktu. Çünkü, islâm açıktır. Gizli bilgiler yoktur) diyor. Tasavvuf bilgilerinin, yahudi düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor. Otuzuncu sayfasında ise: (Resûlullahın Mu'âz bin Cebele söylediği din bilgisini, Eshâbın çoğu bilmiyordu. Çünkü Resûlullah, Mu'âza bunları kimseye söyleme demişti. Bir maslahat, bir fayda için, ilmi saklamak câiz olduğu buradan anlaşılmaktadır) diyor.
Görülüyor ki, kitabın yazıları birbirini tutmamaktadır. Beşyüz sayfalık kitabın heryeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce âyet-i kerime, binlerce hadis-i şerif yazarak, herbirine kendine göre mânalar verip, okuyanları, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır].
Muhammed Mâsum, ikinci cildin altmışbirinci mektûbunda buyuruyor ki: Bu dünyada en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlânın marifetine kavuşmaktır. Yâni Onu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak iki türlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşf ve şühûdü ile olur. Birincisinde ilim vardır. İlm ise, akıl ve zekâdan doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünkü, birşeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demektir. Nazm:
Yakın olmak, inip çıkmak değildir,
Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!
Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (ilm-i hudûrî) iledir. Birincisinde, nefis, azgınlığından vazgeçmemiştir. İkincisinde, nefis yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde îman, îmanın sûretidir. İbâdetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü nefis, îmana gelmemiştir. Hadis-i kudsîde, (Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmektedir) buyuruldu. Buradaki kalbin îmanına, (Mecâzî îman) denilir. Bu îman, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefis de îmana geldiği için, bu îman, yok olmaktan korunmuştur. Buna (Hakîkî îman) denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakîkî olur. Mecâz yok olabilir. Hakîkat yok olmaz. Hadis-i şerifte, (Yâ Rabbî! Senden, sonu küfür olmıyan îman istiyorum) buyurulması ve Nisâ sûresi, yüzotuzaltıncı âyetinde meâlen, (Ey îman sahipleri! Allaha ve Resûlüne îman ediniz!) emrolunması, bu hakîkî îmanı göstermektedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel bu marifete kavuşabilmek için, ilim ve ictihâdda pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hafînin hizmetine koşmuştur. Bişr-i Hafînin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allahı benden daha iyi tanımaktadır) demiştir.
[Kitabın, yüzondokuzuncu sayfasında diyor ki, imam-ı Ahmed bin Muhammed bin Hanbelin soyu, Nizâr bin Me'adda, Resûlullah ile birleşmektedir. Fıkh ve hadiste zamanın en üstün âlimi idi. Verâ ve sünnete uymakta pek ileri idi. Yüzaltmışdört [164] senesinde Bağdâdda tevellüd, ikiyüzkırkbir 241 [m. 855] de orada vefât etti. Bişr-i Hafî hazretleri yüzellide [150] tevellüd, ikiyüzyirmiyedide [227] vefât etti. Ferîdüddîn-i Attâr fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ)da diyor ki, Ahmed bin Hanbel, çok meşâyıhın sohbetinde bulundu. Zünnûn-i Mısrî ve Bişr-i Hafî bunlardandır. Bir hanım, kötürüm olmuştu. Çocuğunu imam-ı Ahmede gönderip duâ etmesini diledi. İmâm abdest alıp namaz kıldı. Duâ eyledi. Çocuk evine gelince, annesi kapıya gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmedin duâsı bereketi ile iyi oldu].
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ömrünün son yıllarında, ictihâdı bıraktı. İki sene Câfer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini sorduklarında, (Bu iki sene olmasaydı, Nu'mân helâk olurdu) buyurdu. Her iki imam, ilimde ve ibâdette son derece ileri oldukları hâlde, tasavvuf büyüklerinin yanına giderek, marifet ve bunun meyvesi olan (hakîkî îman) edindiler. İctihâddan daha kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekten, islâmiyeti yaymaktan daha üstün amel olur mu? Bunları bırakıp, tasavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar. Böylece marifete kavuştular.
Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, îmanın derecesi ile ölçülür. İbâdetlerin parlaklığı, ihlâsın miktârına bağlıdır. Îman ne kadar kâmil ise, ihlâs o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nûrlu olur ve kabûl edilir. Îmanın kâmil olması ve ihlâsın tamam olması, marifete bağlıdır. Marifet ve hakîkî îman, fena hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeye bağlı olduğu için, fenası çok olanın îmanı daha kâmil olur. Bunun içindir ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın îmanının, bütün ümmetin îmanlarından üstün olduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir. (Ebû Bekrin îmanı, bütün ümmetimin îmanı ile tartılsa, Ebû Bekrin îmanı daha üstün olur) buyurulmuştur. Çünkü o, fenada bütün ümmetten daha ileridedir. (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek istiyen, Ebû Kuhâfenin oğluna baksın!) hadis-i şerifi, bunu göstermektedir. Eshâb-ı kirâmın hepsi fena makamına kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîkın fenasının seçilmesi, bunun fena derecesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. Altmışbirinci mektûbdan tercüme burada tamam oldu.
İmâm-ı Muhammed Mâsum ikinci cildin, yüzaltıncı mektûbunda buyuruyor ki: (Lâ ilâhe illallah) güzel sözünü çok söyleyiniz! Bu zikri, kalb ile birlikte yapınız. Bu mübârek söz, kalbin temizlenmesinde pek faydalıdır. Bu güzel sözün yarısı söylenince, Allahdan başka herşey yok edilmiş olur. Geri kalan yarısı söylenince de, hak olan mâbudun varlığı bildirilmiş olur. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bu ikisine kavuşmak içindir. Hadis-i şerifte, (Sözlerin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demektir) buyuruldu. Çok kimse ile görüşmeyiniz. Çok ibâdet yapınız. Resûlullahın sünnetlerine sıkı sarılınız! Bid'atlerden ve bid'at sahiplerinden ve günah işlemekten çok sakınınız! İyi işleri, iyiler de, kötüler de yapabilir. Fakat kötülüklerden yalnız sıddîklar sakınır.
Helâldan olan çok kıymetli elbiseler giymek, tasavvuf yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Fena derecesine kavuşup, kalbinin, Allahdan başka, hiçbirşeye bağlılığı kalmıyan kimsenin elinde, üstünde olan şeyler, onun kalbinin, zikretmesine mani olmaz. Onun kalbinin, dış organları ile ilgisi kalmamıştır. Uyku bile, kalbinin zikretmesine mani değildir. Fena makamına varamamış olan böyle değildir. Bunun zâhir organları, kalbi ile ilgilidir. Fakat bunun da yeni, kıymetli elbisesi, kalbinin çalışmasına mani olur denilemez. Din büyükleri, Ehl-i beyt imamları, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî, çok kıymetli elbise giymişlerdir. (Hazâne-türrivâye) ve (Metâlib-ül-müminin) ve (Zahîre) kitapları, Resûlullahın bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar. Dört bin dirhem gümüş değerinde cübbe ile namaz kıldığı görülmüştür. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe talebesine yeni ve kıymetli elbise giymelerini söylerdi. Ebû Sa'îd-i Hudriye soruldu ki, yimekte, içmekte ve giyinmekte olan bu değişikliklere ve yeniliklere ne dersiniz? Helâl para ile olur ve gösteriş ve riyâ için olmazsa, hepsi Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmetleri göstermektir, buyurdu. [Ebû Sa'îd-i Hudrî 64 [m. 683] de İstanbulda vefât etti.]
Allahdan başka birşeyi sevmek iki türlü olur: Birincisi, bir mahlûku kalb ile ve beden ile birlikte sevmek, ona kavuşmak istemektir. Câhillerin sevmeleri böyledir. Tasavvuf yolunda çalışmak, kalbi bu sevmekten kurtarmak içindir. Böylece, kalbde yalnız Allah sevgisi kalır. İnsan, şirk-i hafîden kurtulur. Görülüyor ki tasavvuf, insanı şirk-i hafîden kurtarmak içindir. (Ey îman sahipleri! Îman ediniz!) meâlindeki âyet-i kerimede emrolunan îmana kavuşmak içindir. En'am sûresinin yüzyirminci âyet-i kerimesindeki, (Organlarla açıkça işlenen ve kalb ile yapılan günahları terk edin!) meâlindeki emr, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlılıklardan kurtarmak lâzım olduğunu göstermektedir. Allahdan başkasına tutulmuş olan bir gönülden ne iyilik gelir? Allahü teâlâdan başkasını özliyen bir ruhun Allah yanında hiç kıymeti ve önemi yoktur.
Sevginin ikincisi, yalnız organların sevmesi, istemesidir. Kalb ve ruh, Allahü teâlâya bağlanmıştır. Ondan başka hiçbirşey bilmezler. Böyle olan sevgiye (Meyl-i tabî'î), iç güdü denir. Bu sevgi, yalnız bedenin sevmesidir. Kalbe, ruha bulaşmamıştır. Bu sevgi, bedendeki maddelerin ve enerjinin özelliklerinden, ihtiyaçlarından ileri gelmektedir. Fenaya ve bekâya kavuşanlarda ve yüksek derecelerdeki Evliyâda mahlûklara karşı bu sevgi bulunabilir. Hattâ hepsinde vardır. Resûlullah serin ve tatlı içmeyi severdi. (Dünyanızdan üç şey bana sevdirildi) hadis-i şerifini herkes işitmiştir. (Şemâil) kitapları diyor ki, Resûlullah (Bürd-i yemânî) denilen pamuk ve ketenden yapılmış elbiseyi severdi.
Nefis, fena ile şereflenince ve itmînâna kavuşunca, kalb, ruh, sır ve hafî ve ahfâ denilen beş latîfe gibi olur. Nefis böyle olunca, yalnız bedendeki maddelerin ve ısı ve hareket enerjisinin kötü isteklerine karşı cihâd edilir. (His organları ile duyulan duygular, temiz kalblere ve temizlenmiş nefslere de te'sîr eder) buyuruldu. Başkalarına te'sîrini, bu hadis-i şeriften anlamalı.
Bid'at sahibi olanın ve rüşvet yiyenin ve başkasının hakkını alanın ve günah işliyenin evine gitmek, onun verdiğini yimek câiz olur mu diyorsunuz? Gitmemek ve yimemek iyi olur. Hattâ, tasavvuf yolunda olanlar için, bundan sakınmak lâzımdır. Zarûret olunca, câiz olur. Haram olduğu bilinen şeyi yimek haramdır. Helâl olduğu bilineni yimek helâldir. Bilinmiyorsa, şüpheli ise, yimemek iyi olur.
Suâl: Tasavvuf bid'at mıdır? Yahudilerin uydurması mıdır?
Cevap: Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, tasavvuf yolunu bilen ve gösteren bir Rehber aramak ve ona uymak, islâmiyetin emirlerindendir. Allahü teâlâ, (Ona kavuşmak için vesîle arayınız!) buyurdu. Talebenin Mürşidden feyz ve marifet alması, Resûlullahın zamanından bu zamana kadar yapılagelen ve her müslümanın bildiği birşeydir. Tasavvuf büyüklerinin sonradan ortaya çıkardığı birşey değildir. Her Mürşid kendisini yetiştiren kâmile bağlanmıştır. Bu bağlanışları, Resûlullaha kadar uzanmaktadır. Ahrâriyye büyüklerinin bağlantı dizisi, Resûlullaha, Hz. Ebû Bekr ile ulaşmaktadır. [Ubeydullah-ı Ahrâr 895 [m. 1490] da Semerkandda vefât etti.] Başka yolların dizisi ise, Hz. Ali ile ulaşmaktadır. Buna bid'at denilebilir mi? Evet, mürşid, mürîd gibi ismler, sonradan çıktı. Fakat kelimelerin, ismlerin değeri yoktur. Bu ismler olmasa da, mânaları ve kalblerin bağlılığı yine vardır. (Vehhâbî kitabı da, kelimelere bakılmaz. Mânalara bakılır demektedir). Tasavvuf yollarının ortak olan temel işi, zikir yapmasını öğretmektir. Bu ise, dinimizin emrettiği birşeydir. Sessiz zikretmek, sesle yapmaktan daha kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Hafaza meleklerinin işitmediği zikir, hafazanın işittiği zikirden yetmiş kat daha kıymetlidir) buyuruldu. Hadis-i şerifte övülen zikir, kalb ile ve öteki latîfelerle yapılan zikirdir. Resûlullahın, Peygamber olduğu kendisine bildirilmeden önce, kalb ile zikir yaptığı, kıymetli kitaplarda yazılıdır. Tasavvuf bilgilerine bid'at demek ve yahudi uydurması demek, (Buhârî) hadis kitabını ve (Hidâye) fıkh kitabını okumak bid'attır demeye benzer. Yüzaltıncı mektûbdan tercüme burada tamam oldu.
Muhammed Mâsum Fârûkî, (Mektûbât) kitabında, ikinci cildin otuzaltıncı mektûbunda diyor ki, (Hâcegân) denilen Tasavvuf yolunun reîsi, Abdülhâlık-ı Goncdüvânîdir. Bu yoldaki Kayyûmiyyet cezbesi, kendisine Hz. Ebû Bekr-i Sıddîktan gelmiştir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek yolunu bildirdi. Bu yola (Vükûf-ı adedi) denir ki, (Zikr-i hafî)den ibârettir. Bu da, Hz. Ebû Bekrden gelmektedir. (Cezbe-i mâıyyet) denilen ikinci yol ise, Behâüddîn-i Buhârîden başlamaktadır. Zamanının kutbu olan Alâüddîn-i Attâr, bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. [Alâüddîn-i Attâr Muhammed 802 [m. 1400] de Buharâda vefât etti.] Bu şartlara (Tarîka-i Alâiyye) denildi. En yakın olan [az zamanda kavuşturan] yolun, Alâiyye olduğu bildirilmiştir.
[Alâüddîn-i Attârın talebesinden olan Ubeydüllah-i Ahrâr, hocasının yolunu yaydığı için (Ahrâriyye) de denildi.]
Muhammed Mâsum, ikinci cildin yüzellisekizinci mektûbunda buyuruyor ki, saadetin başı, iki şeye kavuşmaktır. Birincisi, Bâtının (yâni kalbin) mahlûklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (yâni bedenin) (Ahkâm-ı islâmiyye)ye sarılmakla süslenmesidir. Bu iki nîmete kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasip olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür. İslâmiyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fânî olması, (teslim olması) lâzımdır. Nefis, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça, islâmiyetin hakîkati hâsıl olamaz. Teslimden, itmînândan önce, islâmiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itmînânından sonra, islâmiyetin hakîkati hâsıl olur. Sûret ile hakîkat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, islâmiyetin sûretine, hakîkat ehli de, islâmiyetin hakîkatine kavuşur. Avâmın (yâni câhillerin) îmanına (Îman-ı mecâzî) denir. Bu îman, bozulabilir ve yok olabilir. Havâsın (yâni hakîkat ehlinin) îmanları zevâlden ve halelden mahfûzdur. Nisâ sûresinin yüzotuzbeşinci âyetinde, (Ey îman edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îman ediniz!) meâlindeki emr, bu hakîkî îmanı göstermektedir.
Muhammed Mâsum, üçüncü cildin onaltıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Herşey odur. Allah kelimesi, herşeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı göstermesi gibidir. Hâlbuki, her uzvunun ayrı ismleri vardır. O hâlde Zeyd, nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkta görünmektedir. Bunun için, herşeye Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüştür. Bunlardaki yok olmak da, bir görünüştür. Hakîkatte yok olan birşey yoktur) gibi sözler, bir varlığa inanmağı değil, çok varlığı göstermekte olup, tasavvuf büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde âleminde göstermektedir. Ayrı bir varlık değildir demektir. Allahü teâlânın varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahlûklarına muhtaç olduğunu göstermektedir. Bileşik cismin varlığının, elementlerinin varlıklarına muhtaç olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup, küfürdür. Allahü teâlânın varlığının, madde ve mâna âlemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna inanmak lâzımdır. Yâni, vâcib ile mümkinler, ayrı bir varlıktırlar. İkilik olan herşeyde ayrılık vardır. (Âlem, [yâni Allahdan başka herşey], hakîkatte var olsaydı, o zaman ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüştedir) denirse, buna cevap olarak, (Hakîkî mevcut, mevhûm olan görünüşle birleşmez) deriz. Yâni herşey Odur denilemez. Bu söz ile, (Hiçbirşey yoktur. Yalnız O vardır) demek istenirse, o zaman doğru olur. Fakat, hakîkat olarak değil, mecâz olarak söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayâlini görenin, Zeydi gördüm demesine benzer. Teşbîh olarak söylemeyip, hakîkat olarak söylemek, arslana eşek demeye benzer. [Radyodan, hoparlörden çıkan sese, bunu söyliyen insanın sesidir demek de böyle yanlıştır.] Arslan başkadır. Eşek başkadır. Lâf ile, ikisi bir yazılamaz. Tasavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyliyenler, (Hakîkî varlık, mahlûklarda bulunuyor. Ayrıca mevcut değildir) demedi. (Mahlûktur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddîn-i Arabî ve ona tâbi olanlar, bu mâna ile (Heme-ûst) yâni (herşey Odur) dediler. [Muhyiddîn-i Arabî 638 [m. 1240] da Şâmda vefât etti.]
(Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfürdür. Âlemin yok olacağını inkâr etmektir. Kur'an-ı kerim, herşeyin yok olacağını açıkça bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrar var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, bazı kimseler (İnsan, toprak maddesinden meydana gelmiştir. Ölünce çürüyüp, yine toprak [su ve gazlar] hâline dönecektir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hâsıl olmakta, bunları insanlar yiyerek, et, kemik ve menî hâline dönmekte ve böylece başka insanlar meydana gelmektedir. Kıyâmet olması, insanların tekrar yaratılması, işte böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Fakat] insanların tekrar yaratılması böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyâmeti inkâr etmektir. Kıyâmet gününün gelmesi ve ölülerin mezarlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydanda toplanacakları, kitapların ortaya çıkarılacağı, hesap verileceği, terâzînin kurulacağı, müminlerin Sırât köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azâbda kalacakları, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
(Bu bilinen namaz, câhil halk için emrolunmuştur. Sâf, temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [namazları], zikir ve tefekkürdür. İnsanın bütün zerreleri ve bütün eşya, her an zikir, ibâdet yapmaktadır. İnsan bunu anlamasa da, böyledir. İslâmiyet, aklı az olanlar için gönderilmiştir. Böylece, fesat çıkarmaları önlenmiştir) gibi lâflar, câhillerin ve aklı az olanların sözleridir. Peygamberimiz, namazın dînin direği olduğunu bildirdi. (Namaz kılan, din binâsını yapmıştır. Namaz kılmıyan, dînini yıkmıştır. Namaz, müminin mîracıdır) buyurdu. Rahatını, huzurunu namazda bildi. Namazdaki yakınlık, başka şeylerde bulunmaz. Hadis-i şerifte, (Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak namazda kaldırılır) buyuruldu. Her kemâl, (Şeriate) yâni (Ahkâm-ı islâmiyye)ye uymakla hâsıl olur. Bu ahkâmdan, yâni emir ve yasaklardan ayrılan, yoldan sapar. Saadete kavuşamaz. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, bu ahkâma uymağı emrediyorlar. Doğru yol, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytanların yollarıdır. Abdüllah ibni Mes'ûd diyor ki, Resûlullah, bir doğru çizdi. (Bu, insanı Allahın rızasına kavuşturan tek doğru yoldur) dedi. Sonra bunun sağına, soluna [balık kılçığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytanların yollarıdır. Herbirinde bulunan şeytan, kendine çağırır) buyurdu ve (Bu, doğru olan yolumdur. Buna geliniz!) âyet-i kerimesini okudu.
Peygamberlerin sözbirliği ile bildirdikleri ve islâm âlimlerinin bizlere ulaştırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile, hayâlleri ile yok edilemez.
Ondördüncü asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilimlerinin hazînesi, seyyid Abdülhakîm Efendinin (Er-riyâdut-tasavvufiyye) kitabı, tasavvufun, tarifini, tarihini, mevzû'unu ve ıstılâhlarını gayet vecîz olarak yazmaktadır. [Abdülhakîm Arvâsî 1362 [m. 1943] de Ankarada vefât etti.] Kitap, türkçe olup, 1341 [m. 1923] senesinde, İstanbulda, Harbiyye mektebi matbaasında basılmıştır. Önsözünde diyor ki:
Peygamberimizin sohbetinde bulunmaktan daha şerefli, daha kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahâbe) denildi. Onlardan sonra gelenlere, onlara tâbi oldukları için (Tâbiîn), bunlardan sonra gelenlere de, (Etbâ'ı tâbiîn) denildi. Daha sonra, din işlerinde yükselmiş olanlara, (Zühhâd) ve (Ubbâd) denildi. Bunlardan sonra, bid'atler çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i sünnet denilen, Eshâb-ı kirâm yolundaki fırkadan olup, kalblerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itaate kavuşturanların bu hâllerine, (Tasavvuf) ve kendilerine (Sôfî) ismi verildi. Bu ismler, hicretin ikinci asrı sonunda işitildi. Kendisine evvelâ Sôfî denilen Ebû Hâşim Sôfîdir. Kûfe şehrinden olup, Şâmda irşâd ederdi. Süfyân-ı Sevrînin üstâdı idi. [Süfyân-ı Sevrî 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Hâşim Sôfî 115 de vefât etmişlerdir. Süfyân demiştir ki, (Ebû Hâşim Sôfî olmasaydı, Rabbânî hakîkatleri bilmezdim. Onu görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Hâşim için, Remleh şehrinde yapılmıştır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır) sözü onundur. (Faydasız ilimden Allaha sığınırım) sözünü çok söylerdi.]
Tasavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilim ile şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhâsibî 241 [m. 855] de Basrada vefât etti. (Kitap-ür-riâye)de, verâ ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerîm Kuşeyrî, 376 [m. 987] da Nişâpûrda vefât etti. Meşhûr risâlesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer Sühreverdî, 632 [m. 1234] de vefât etti. (Avârif-ül-me'ârif)de, tarîkat edeblerini ve vecdlerini ve hâllerini bildirmişlerdir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî, (İhyâ) kitabında, bu iki kısm bilgileri, birlikte uzun açıklamıştır.
Görülüyor ki, tasavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin başlangıcıdır. Tasavvuf bilgileri, semavî dinlerin hakîkatlerini anlamak ile hâsıl olmuşlardır. Tasavvufun bir parçası olan (Vahdet-ül-vücûd) marifetlerini, budistlerin, yahudilerin akıl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet) ile karıştırmamalıdır. Birincisi, zevk ile anlaşılan marifetler, ikincisi akıl ile hâsıl olan hayâllerdir. Bu zevki tatmıyan gâfiller, ikisini aynı sanırlar.
[Allahü teâlâ, Ezzâriyât sûresinde meâlen, (Cinni ve insanları ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb ve marifet hâsıl eder. Demek ki, insanların Evliyâ olmaları emrolunmaktadır. Bu da, farzları, nâfileleri birlikte yapmakla ve bid'at sahiplerinden uzaklaşmakla hâsıl olur. Tasavvuf yolunda yapılan vazîfeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların kabûl olmaları için bulunması şart olan ihlâs, bu vazîfelerle elde edilir. Tasavvuf, yahudilerden ve eski yunanlılardan alınmıştır sözünün çok çirkin, yalan ve iftirâ olduğu, yukardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmaktadır.
Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsidlerini bilerek ve ihlâs ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet îtikatına uygun inanmak, ikincisi haramlardan ve haram nafakadan sakınmaktır. İhlâs, kalbi mâ-sivâdan temizlemek yâni herşeyi yalnız Allah için yapmaktır. Bu da mürşid-i kâmil sohbetinde bulunmakla, az zamanda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide râbıta yaparak veya çok zikir yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna, bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa, orada Resûlullahın mübârek kalbini görür. O, Resûlullahın vârisidir. Ona râbıta yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mübârek kalbine mürşidleri vâsıtası ile Resûlullahdan gelmiş olan nûrlar, bunun kalbine de akar. Kalb temizlenerek ihlâs hâsıl olur.]
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |