9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Cevabı..
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1827
9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Buna (Mir'ât-i Medîne) kitâbından cevâb verildi.
9 - Kitabının yüzyetmişdokuzuncu ve yüzdoksanbirinci sayfasında: (Yâ Fâtıma, benden dilediğin malı iste! Fakat, seni Allahü teâlânın azâbından kurtaramam! hadis-i şerifini yazıp, insandan, onun dünyada yapabileceği şeyi istemek câizdir. Günahların affedilmesini, Cennete gidilmesini, Cehennemden, azâbdan kurtulmasını ve bunlar gibi, ancak Allahın yapacağı şeyleri, yalnız Allahdan istemek câizdir. İstigâse, yâni sıkıntıdan kurtarması için, ancak Allahü teâlâya yalvarılır. Uzakta olanlardan ve ölülerden istigâse edilmez. Onlar işitmez. Cevap veremez. Birşey yapamaz. Hz. Hüseyn ve babası, kabirlerinde nîmetler içindedir. Ahmed Ticânî müşriki ve ibni Arabî ve ibni Fârıd gibi mâbut tanınanlar da, azâb içindedir. Birşey işitmezler. Peygamberden de istigâse edilemez. Busayrî ve Ber'î kasîdelerinde Resûlullahı övmekte taşkınlık yaparak, küfre, şirke sürüklenmişlerdir) diyor.
Kitabının birçok yerinde, meselâ üçyüzyirmiüçüncü sayfasında, (Ölünün veya uzakta olanın duâsının fayda vereceğine ve zararları gidereceğine inanmak, yâhut ona duâ edenlere şefaat edeceğine inanmak şirktir. Allahü teâlâ Peygamberini bu şirki yok etmek için ve böyle müşriklerle harp etmek için gönderdi) diyor.
Kitap, kendi kendini yalanlamaktadır. İkiyüzbirinci sayfasında, (Allahü teâlâ, göklerde his ve marifet yaratır. Allahdan korkarlar. Her zerre Allahı zikretmekte, Ondan korkmaktadırlar) diyor. Buna karşılık Peygamberler ve Evliyâ, mezarlarında his etmezler, işitmezler demektedir.
(Mir'ât-ı Medîne) kitabını yazan Eyyüb Sabri Pâşa, 1308 [m. 1890] de vefât etmiştir. Diyor ki:
İslâm âlimleri, her zaman Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan lutf ve merhamet dilemişlerdir. İnsanların babası yer yüzüne indirildiği vakit, (Yâ Rabbî! Beni, Muhammed aleyhisselâm hurmetine affeyle!) demişti. Allahü teâlâ, bu duâyı kabûl buyurmuştu ve (Sen, sevgili Peygamberim olan Muhammed aleyhisselâmı nereden biliyorsun? Ben Onu daha yaratmadım!) buyurunca, (Beni yarattığın zaman, başımı kaldırır kaldırmaz, Arş-ı ilâhînin kenârlarında (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılı olduğunu görüp, Muhammed aleyhisselâmın yaratılmışların en üstünü olduğunu anladım. Muhammed aleyhisselâmı herkesten çok sevmemiş olsaydın, Onun ismini, kendi adının yanına yazmazdın) dedi. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Doğru söyledin. Muhammed aleyhisselâmı çok severim. Ondan daha sevgili, hiç kimse yaratmadım. Onu yaratmak istemeseydim, seni yaratmazdım. Onun hurmeti için af dileyince, duânı kabûl edip, seni affettim) cevabını verdi.
İki gözü kör bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullahdan duâ istedi. Resûlullah de (İstersen duâ ederim. Fakat, sabr edip katlanırsan, senin için daha iyi olur) buyurdu. (Sabr etmeye gücüm kalmadı. Duâ etmeniz için yalvarırım) dedi. (Öyle ise, abdest alıp şu duâyı oku!) buyurdu. Bu duâ, arabî (Ed-dürer-üsseniyye) ve (El-Fecr-üs-sâdık) kitapları ile (Merâkıl-felâh) ve bunun (Tahtâvî) şerhinde ve bu ikisinin türkçe tercümesi olan (Ni'met-i islâm) kitabında, (hâcet namazı) sonunda yazılıdır. O kimse, bu duâyı okuyunca, Allahü teâlâ kabûl buyurarak gözlerinin açıldığını, hadis âlimlerinden imam-ı Nesâî bildiriyor. [Ahmed Nesâî 303 [m. 915] de Remlehde vefât etti.] Bunu imam-ı Hasen de tasdik etmiştir. Vehhâbîlerin inanmamaları için hiçbir sebep yoktur. Bunu haber veren Osman bin Hanîf, ayrıca diyor ki, Osman bin Affân halîfe iken, büyük sıkıntısı olan bir kimse, Halîfenin karşısına çıkmaya utandığı için, bana dert yanmıştı. Ben de, hemen abdest al! Mescid-i saadete git! Şu duâyı oku diyerek, yukarıda yazılı kimsenin okuyarak gözlerinin açıldığı duâyı okumasını söyledim. Adamcağız, duâyı okuduktan sonra, Halîfenin bulunduğu yere gider. Halîfeye çıkarılır. Halîfe, bunu seccâdesi üstüne oturtup, derdini dinler ve kabûl eder. Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce sevinerek, Osman bin Hanîfi bulup, (Allahü teâlâ senden râzı olsun! Halîfeye sen söylemeseydin, sıkıntıdan kurtulamıyacaktım) der. Osman bin Hanîf ise, (Ben Halîfeyi görmedim, işinin çabuk yapılması, sana öğrettiğim duâdandır. Resûlullah, o duâyı bir âmâya öğretirken işitmiştim. Vallahi âmânın, Resûlullahdan ayrılmadan önce, gözleri açılmıştı) dedi.
Hz. Ömer halîfe iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilâl bin Hars, Resûlullahın türbesine gidip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin açlıktan ölmek üzeredir. Yağmur yağması için vesîle olmanı yalvarırım) dedi. Resûlullah o gece rü'yâsında görünüp, (Halîfeye git! Benden selâm söyle! Yağmur duâsına çıksın!) buyurdu. Hz. Ömer, yağmur duâsına çıkıp, yağmur yağmaya başladı.
Allahü teâlâ, sevdiklerinin hâtırı için diyerek yapılan duâları kabûl buyurmaktadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini bildirmiştir. Bunun için, bir kimse, (Allahümme innî es'elüke bi-câh-i Nebiyyikel-Mustafâ) diyerek bir duâ etse, duâsı red olunmaz. Bununla berâber, ufak tefek dünya işleri için, Resûlullahı vesîle etmek, edebe uygun olmaz.
Burhâneddîn İbrâhîm Mâlikî 799 [m. 1397] de vefât etmiştir. Buyuruyor ki, çok aç olan fakir bir kimse, hucre-i saadete gidip, (Yâ Resûlallah! Karnım açtır) dedi. Az sonra, birisi gelip, fakiri evine götürdü, karnını doyurdu. Fakir, yaptığı duânın kabûl olduğunu söyleyince, (Kardeşim! Çoluk çocuğundan ayrılıp, uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullahı ziyâret için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullahın huzuruna çıkmak yakışır mı? O yüksek huzurda, Cenneti ve sonsuz nîmetleri istemeli idin! Burada istenilen şeyleri Allahü teâlâ red etmez) dedi. Resûlullahı ziyâret etmek şerefine kavuşanlar, kıyâmet gününde şefaat etmesi için, duâ etmelidir.
İmâm-ı Ebû Bekr-i Makkarî bir gün, imam-ı Taberânî ve Ebû Şeyh ile mescid-i saadette oturuyorlardı. [Ebuşşeyh bin Hayyân Abdüllah İsfehânî 369 [m. 979] da vefât etti.] Birkaç günden beri acıkmışlardı. Yatsı namazından sonra, imam-ı Ebû Bekr artık dayanamıyarak, (Açım yâ Resûlallah!) dedikten sonra, bir köşeye çekildi. İki arkadaşı kitap okuyorlardı. Seyyidlerden bir zat, iki hizmetçisi ile gelerek, (Kardeşlerim! Dedem Resûlullahdan açlıktan yardım istemişsiniz. Biraz uyumuştum. Sizi doyurmamı emir buyurdu) dedi. Getirdiklerini birlikte yidiler. Artanını bunlara bırakıp gitti. [Ebül-Kâsım Süleymân Taberânî, hadis imamıdır. 260 da Taberiyyede tevellüd, 360 [m. 971] de İsfehânda vefât etti.]
Ebül Abbâs bin Nefîs âmâ idi. Üç gün aç kaldı. Hucre-i saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Açım) deyip, bir tarafa çekildi. Az zaman sonra, biri gelip, bunu evine götürdü. Karnını doyurdu ve (Ey Ebül Abbâs! Resûlullah efendimizi rü'yâda gördüm. Seni doyurmamı emretti. Aç kaldığın zamanlar, bize gel!) dedi.
İslâm âlimlerinden imam-ı Muhammed Mûsâ bin Nu'mân Merâkîşî Mâlikî 683 [m. 1284] de vefât etti. (Misbâh-uz-zulâm Fil-müstegîsin bi-hayr-il-enâm) adındaki kitabında, Resûlullahı vesîle ederek murâdlarına kavuşanları yazmaktadır. Bunlardan biri, Muhammed bin Münkedirdir. Muhammed diyor ki, bir adam, babama seksen altın bırakıp cihâda gitmişti. Bunları sakla! Çok muhtaç olana da yardım edebilirsin demişti. Medînede kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıktan bunalanlara dağıttı. Altınların sahibi gelip istedi. Babam, bir gece sonra gel dedi. Hucre-i saadete gidip, sabaha kadar Resûlullaha yalvardı. Gece yarısı, bir adam gelip, (Uzat elini!) demiş, bir kese altın verip, sonra hiç görünmemiştir. Babam evde altınları sayıp, seksen aded olduğunu görünce, sevinerek hemen sahibine vermişti.
İbn-i Celâh Medînede fakir düşmüştü. Hucre-i saadete geçip, (Yâ Resûlallah! Bu gün sana misafir geldim. Karnım çok açtır) dedi. Bir kenâra çekilip uyudu. Resûlullah rü'yasında görünüp, büyük bir ekmek verdi. Diyor ki, çok aç olduğum için, hemen yimeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.
Ebül-Hayr Akta' Medînede beş gün aç kalmıştı. Hucre-i saadetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü'yâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyy-ül Mürtezâ vardı. Hz. Ali gelip, yâ Ebel Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalktı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebül-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yimeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.
Ebû Abdüllah Muhammed bin Ber'a diyor ki, babam ile Mekkede parasız kaldık. Ebû Abdüllah bin Hafîf de yanımızda idi. Medîneye geldik. Ben çocuktum. Acıktım diyerek ağlardım. Babam dayanamadı. Hucre-i saadete gelip, (Yâ Resûlallah! Bu gece sana misafiriz) dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra çok ağladı. Gözünü açıp, Resûlullah elime para verdi dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem de sadaka verdik. Rahatça Şîrâzda evimize geldik. [Ebû Abdüllah Muhammed bin Hafîf 371 [m. 981] de vefât etmiştir.]
Ahmed bin Muhammed Sôfî diyor ki, Hicâz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîneye geldim. Hucre-i saadet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah görünüp, (Ahmed geldin mi? Avucunu aç!) buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi. [Ebül-Abbâs Ahmed bin Muhammed Vâiz Endülüsî 671 [m. 1284] de Mısrda vefât etti.]
Resûlullahın âşıklarının temiz kalblerinden çıkan sözler, edebe, saygıya uygunsuz görünürse, bunlara birşey dememeli, susmalıdır. Buradaki edeblerden, saygılardan biri de, susmaktır. Âşıklardan biri, Kabr-i saadetin yanında, her sabah ezan okur, namaz uykudan daha iyidir derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi, Resûlullahın huzurunda terbiyesizlik yapıyorsun diyerek, bunu dövdü. Bu da, (Yâ Resûlallah! Yüksek huzurunuzda adam dövmek, söğmek, edebsizlik sayılmaz mı? dedi. Biraz sonra döven kimsenin felç olduğu, eli ayağı tutmadığı görüldü. Üç gün sonra da öldü. Bunu, hâfız Ebül-Kâsım kitabında yazmaktadır. Sâbit bin Ahmed Bağdâdî de, bunu gördü demektedir. [Ebül-Kâsım Ali ibni Asâkir 571 [m. 1176] de Şâmda vefât etti.]
İbnün-Nu'mân [Ebû Nuaym Ahmed İsfehânî şâfi'î 430 [m. 1039] da vefât etti.] kitabında diyor ki, İbnüs-Sa'îd ve arkadaşları Medînede parasız kalmışlardı. Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, (Yâ Resûlallah! Paramız bitti. Yiyeceğimiz kalmadı!) deyip çekildi. Mescid kapısından çıkarken, birisi bunu evine götürüp, bol bol hurma ve para verdi.
Şerif Ebû Muhammed Abdüsselâm Fâsî diyor ki, Medînede üç gün kaldım. Minber önünde, iki rekât namaz kılıp, (Ey yüce ceddim! Açlığa dayanamıyacak hâle geldim!) dedim. Biraz sonra, birisi gelip, bir tepsi yiyecek getirdi. Pişmiş et, tereyağı ve ekmek vardı. Bana birisi yetişir dedim ise de, hepsini yiyiniz! Bunları Resûlullahın emri ile getirdim. Çocuklarım için hazırlamıştım. Rü'yâda Resûlullahı gördüm. (Bir parçasını da, Mesciddeki din kardeşine götür yisin!) buyurdu.
Şerif Mühessir Kâsımî, Hucre-i saadetin Şâm tarafındaki teheccüd mihrâbı önünde uyumuştu. Ânsızın kalkıp, Hucre-i saadetin önüne geldi. Gülerek geri gitti. Mescid-i Nebî hizmetcilerinin müdîri olan Şemseddîn Savâb, mihrâb yanında idi. Niçin güldüğünü sordu. (Birkaç günden beri evimde yiyecek yoktu. Hz. Fâtımanın makamında, yâ Resûlallah ! Aç kaldım demiş, buraya gelip uyumuştum. Rü'yâda, yüce Ceddim, bir kâse süt verdi. İçtim. Uyandım. Kâse elimde idi. Teşekkür için, Hucre-i tâhire önüne geldim. Oradaki zevkten, lezzetten güldüm. İşte kâse!) dedi. (Misbâh-uz-zulâm) kitabı bunu uzun yazmaktadır.
Ali bin İbrâhîm Busrî diyor ki, Abdüsselâm bin Ebî Kâsım Sahâbî, Hucre-i saadet önünde durup, (yâ Resûlallah! Mısrdan geldim. Beş aydır sana misafirim. Kaç gündür aç kaldım. Allahü teâlâdan yiyecek isterim) dedi. Bir yana çekilip oturdu. Bir kimse gelip, Hucre-i saadete selâm verdikten sonra, Abdüsselâmın elinden tutup, çadırına götürdü. Yemek ikrâm eyledi. Biraz yidi. Medînede bulunduğu zaman, bu adam onu çadırına götürür doyururdu.
İmâm-ı Semhûdî kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı. Hucre-i saadet önüne gelip, yâ Resûlallah! Anahtarımı düşürdüm. Evime gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum. Acaba sizin mi dediğini, (Medîne tarihi) adındaki kendi kitabında yazmaktadır. [Nûreddîn Ali bin Ahmed Semhûdî, 911 [m. 1505] de vefât etti. (El-vefâ) ve (Hülâsat-ül-vefâ) kitaplarında Medîne-i münevvereyi anlatmaktadır.]
Şeyh Sâlih Abdülkâdir buyuruyor ki, Medîne-i münevverede birkaç gün aç kaldım. Hucre-i saadeti ziyâretten sonra, Resûlullahdan ekmek, et, hurma istiyecek kadar ileri gittim. Sonra, (Ravda-i mutahhera)da iki rekât namaz kılıp, bir yanda oturdum. Biraz sonra, kibar bir kimse gelip, evine götürdü. Et kızartması, ekmek ve hurma yidirdi. Dedi ki, (Öğle vakti (Kaylûle) sünnetini yapmak için uyumuştum. Rü'yâda, Resûlullah efendimiz göründü. Bu yemekleri size vermemi söyledi.)
Seyyid Ahmed Medenî, (Delâil-ül-hayrât) kitabının sahibi olan Süleymân Cezûlînin soyundandır. [Süleymân Cezûlî Muhammed şâzilî mâlikî 870 [m. 1465] de şehit oldu.] (Mir'ât-ı Medîne) kitabının yazıldığı 1301 [m. 1883] senesinde sağ idi. Babası fakir imiş. Çocuk, elma, armut, hurma gibi şeyler isteyince, satın alamazmış. Oyalamak için, git Resûlullahdan iste dermiş. Hucre-i saadet kapısına gidip, dilediğini istermiş. Şebeke-i saadetin iç tarafından bunlar uzatılır, alır yirmiş.
Kilisli Mustafâ Işkî efendi (Mevârid-i Mecîdiyye) tarih kitabında diyor ki, Mekkede yirmi sene kaldım. 1247 [m. 1831] senesinde altmış altın biriktirip, çoluk çocuk ile Medîneye geldik. Paralar yolda bitti. Bir tanıdığıma misafir olup, Hucre-i saadete geldim. Resûlullahdan yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kiraladığını söyledi. Eşyalarımı oraya taşıttı. Bir senelik kira bedelini ödedi. Birkaç ay sonra, bir ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin yardımı ile dama çıkıp, Resûlullahın türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyalık istemekten utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim. Ertesi gün, bir kimse gelip, filan efendi bu altınları sana hediye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hucre-i saadet önüne gelip, Resûlullahdan şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girerken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak çıktım. Fakat, para bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı Resûlullaha söyledim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde, beheri dokuz kuruşluk kırkdokuz altın vardı. Mum ve lüzûmlu şeyleri aldım, eve geldim.
Mustafâ Işkî efendi diyor ki, oğlum Muhammed Sâlih kundakta iken, anası hastalandı. Sütü kesildi. Çok sıkıldık. Çocuğu Hucre-i saadete götürdüm. Perde eteğine bıraktım. (Allahümme innî es'elüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyyinâ ve seyyidinâ Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ seyyidinâ, yâ Muhammed ! İnnî eteveccehü ilâ Rabbike ersil mürdiate li-hâzel-mâsum) diyerek duâ ettim. Sabah erken, Şerif isminde bir subay gelip, (Efendim! Üç aylık kızım vefât etti. Vâlidesinin sütünü kesemiyoruz. Acaba, süt anası arıyan var mı?) dedi.
Çocuğu gösterdim. Çocuğu bize verirseniz, Allahü teâlânın rızası için ona süt veririz. İyi terbiye ederiz. Zevcem de, buna sevinir dedi. Çocuğu götürdü.
Yine diyor ki, (1257) senesinde çok sıkıntı çektim. İstanbula gitmeyi düşündüm. (Regâib) gecesinde, Ravda-i mutahheranın bir köşesinde oturdum. Resûlullahdan izin istemek için, gönlümü Hucre-i saadete bağladım. Uyumuşum. Rü'yâda bir ses, üç kere (İstanbula git. Mustafâ pâşaya misafir ol!) dedi. Eve gittim. Çoluk çocuğa vedâ edip yola çıktım. İskenderiye şehrine kadar yürüdüm. Vapur param yoktu. Çok sıkıldım. (İşlerinizi şaşırıp, sıkıldığınız zaman, kabirdekilerden yardım isteyiniz!) hadis-i şerifini hâtırladım. (Kasîde-i bürde) yazarı olan imam-ı Busayrînin türbesine gittim. Ziyâret ettim. Allahü teâlânın sevgili kullarından olan bu zatın mübârek ruhunu vesîle ederek, Cenâb-ı Haktan yardım diledim. [İmâm-ı Muhammed Busayrî, 695 [m. 1295] de vefât etmiştir.] Dışarı çıkınca, Serezli Ahmed Bey adında birisi ile karşılaştım. Beni arıyormuş. (Efendim, Osmanlı devlet adamlarından Sa'îd Muhîb efendi yola çıktığınızı işitip, sizi görmekle şereflenmek istiyor. Zahmet buyurup, gelirseniz, çok sevinecektir) dedi. Konağa gittik. Muhîb efendi, büyük bir nezâket ile ve saygı ile karşıladı. (Kabûl buyurursanız, vapurla İstanbula birlikte gidelim) dedi. Ertesi gün, Mısr vâlisi Muhammed Ali pâşadan üç kese para geldi. Vapurla İstanbula geldik. Yirmibir gün, vapurda karantinada kaldık. Cuma günü, vapurdan çıkınca, doğru Eyyûb sultana gittim. Hâlid bin Zeyd hazretlerini ziyâret edip, kendisine garîb bir misafir olduğumu kalbimden geçirip, yardım etmesi için yalvardım. [Hâlid bin Zeyd Ensârî 50 [m. 670] de İstanbulda vefât etti.] Eyyûb câmiinde, Cuma namazını kıldıktan sonra, cemaat ile birlikte türbeye girdik. Bir yanda oturdum. Bilmediğim bir zat, (Nereye gideceğiz? Emrediniz efendim!) dedi. Arkamdan, birisi, sırtıma yumruk vurup (emrolunan yere) dedi. Yolda giderken:
- Arkama yumruk vuran kim idi dedim.
- Onun ismi Mahmûddur. Eyyûb ehâlisi, kendisine meczûb derler dedi.
- Beni nereye götürüyorsunuz dedim.
- Bendeniz, eski ser kâtib-i yârî ve şimdi ser asker (Harbiye nâzırı) olan Mustafâ Nûri pâşanın adamıyım. Sizi bulmağı emir buyurdu.
- Mustafâ pâşa ile tanışmıyoruz. Acaba, niçin böyle emir verdiler?
- Orasını bilemem. Adınızı saygı ile söyliyerek, sizi beklediklerini bildirdiler.
- Beni bilmez idin. Eyyûbde hiç bilen de yoktur. Acaba yanlışlık olmasın dedim.
- Hayır efendim! Pâşa hazretleri beni gönderirken, (Bugün Eyyûbde, Cuma namazından sonra, şöyle mübârek bir zat bulacaksın. Saygı ile, edeb ile, alıp buraya getir) dedi. Şeklinizi anlattı dedi.
Bu sözleri işitince, Mustafâ pâşanın mânevi bir işaret aldığını düşündüm. Karşısına çıkınca, büyük bir nezâket ile ve edeb ile karşıladı. Efendim, benim misafirimsin. İstediğin kadar kalırsın. Dilediğin yerleri gezer, dolaşır, yine gelirsin dedi. Bir odaya yerleştirdi. Emrime birkaç hizmetçi verdi. Ertesi gün, şeyh Abdülkâdir Mevlevî tekkesinin ziyâret günü imiş. Gidip bir yanda oturdum. Biri gelip edeb ile, (Efendi hazretleri! Mübârek isminiz nedir? Ne zaman geldiniz? Kimin yanında misafirsiniz?) dedi. Cevaplarımı dinleyip gitti. Akşam dönüşte, Mustafâ pâşa hazretlerine bu soruları anlattım. (Yüce pâdişâhımız, bugün orasını şereflendirdiler. Kendileri Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede bulunan müslümanları çok sever ve sayarlar. Soran kimsenin pâdişâhımız efendimiz tarafından gönderilmiş olmasını sanırım) buyurdu. Pâdişâhımızın mübârek yüzünü görmekle şereflenebilir miyim dedim: Evet, Cuma namazı kıldıkları selâmlığa giderseniz, o şerefe kavuşabilirsiniz dedi. Beni, Cuma selâmlığına gönderdi. Selâmlık merâsimi, Beylerbeyi Câmiî şerifinde idi. Bir yana durup, sultanın mübârek cemâlini görmek için bekledim. Pâdişâhımızın hakkı gören mübârek gözleri, bu âşık fakire ilişince, şahlanarak giden atını durdurdu. Ser asker pâşayı gönderdi. Ser asker pâşa gelip, (Işkî efendi! Pâdişâhımız selâm söylediler! Size üçyüz kuruş maaş irâde buyurdular. Çoluk çocuğu düşünerek üzülmesin! İstanbulun her yerini gezsin, görsün buyurdular) dedi. Sultan Abdülmecîd hân efendimizin bu şâhâne fermanlarının, her zaman işitmiş olduğum keşf ve kerâmetlerinden biri olduğunu anlıyarak, çoluk çocuk düşüncesinden kurtuldum. Birkaç ay sonra, Medîne-i münevvereye döndüm. Çoluk çocuğumu rahat ve sevinç içinde buldum. Meğe, Pâdişâh Abdülmecîd hân hazretleri, benim adım ile, çoluk çocuğuma üçbin kuruş göndermiş. Arkamdan da, yedi bin kuruş daha göndererek, hepimizi sevindirdiler. Bütün müslümanlar gibi, biz de, her namazda o mübârek pâdişâha duâ eyledik. Abdülmecîd hân [Abdülmecîd hân 1277 [m. 1861] de vefât etti.] hazretlerinin ihsânlarını ve kerâmetlerini anlatmakla şereflenmek için, şu kıtayı her yerde okur oldum:
Işkî efendinin gitmiş olduğu Beşiktaş Mevlevî-hâne tekkesi idi. Sonradan, Eyyûbde Behâriye caddesindeki tekkeye taşınmıştır. O zaman, tekke şeyhi Abdülkâdir dede imiş.
Işkî efendi, büyük bir zat olmalıdır. Çünkü, Hucre-i saadet önünde her ne dilemişse, kabûl olmuştur. Bahriye şûrâsı kâtiblerinden hâcı Tevfik bey, Medîne-i münevverede iken, gözleri pek ağrımıştı. Hucre-i saadeti ziyâret edip, ağrıdan kurtulması veya İstanbula gitmesi için duâ etmiş, evine dönmüştü. Arkasından evine Işkî efendi gelip gözlerine okumuş, üflemiş, ağrı hemen kalmamıştır.
İstanbullu bir kimse yedi sene Medînede kalıp, her gün (Ravda-i mütahhera) denilen yerde (Delâil-i hayrât) kitabını okurdu. Fakat Delâil-i şerifi, ne zaman okumaya başlasa, üstü temiz, güzel kokulu, sakalı, bıyığı sünnete uygun olarak kesilmiş bir ihtiyârı yanında görürmüş. İstanbula döneceği zaman, Hucre-i saadetin önünde duâ ederken, (Yâ Resûlallah! Biliyorsun ki, bu mübârek yerde, her gün Delâil-i şerif okuyup bitirdim. Kabûl olduğunu anlıyamadım. O mübârek kitabı okurken, acaba gerekli saygıyı yapamadım mı?) dedi. Bir kenâra oturdu. Uyuyuverdi. Rü'yâda, Resûlullah efendimizin (Muvâcehe-i saadet) penceresinden bir kâse süt ihsân buyurduğunu görerek, hemen alıp içer, uyandığı zaman, yanında o güzel kokulu ihtiyâr görünerek (âfiyet olsun kardeşim) der ve gider.
Resûlullahı vesîle ederek yapılan duâların kabûl olduğunu bildiren ve misâller veren, nice kitaplar yazılmıştır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilînin (Beyan-ı intisâr) kitabında şaşılacak çok şeyler yazılıdır. Ebû Süleymân Dâvüd Şâzilî İskenderî 732 [m. 1332] de vefât etti. Mâlikî idi.
İbni Muhammed Eşbilî diyor ki, İspanyada Gırnata şehrinde, eski bir arkadaşımın evinde misafir idim. Arkadaşım hasta oldu. Yaşamasından Ümit kesildi. O zaman vezîr olan İbnül-Hisâl hastayı ziyârete geldi. Hucre-i saadete götürüp bırakmak üzere bir mektûb yazdı. Hastanın iyi olması için Resûlullahdan yardım diledi. Hasta, birkaç gün sonra iyi oldu.
(Şakâyık-i Nu'mâniyye) [Şakâyık müellifi Taşköprü-zade Ahmed bin Mustafâ 968 [m. 1561] de İstanbulda vefât etti.] kitabının tercümesinde ikinci ciltte diyor ki, Osmanlı devletinin ilk Şeyh-ul-islâmı ve zamanının müceddidi olan büyük islâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Muhammed bin Hamza Fenarînin gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece, Resûlullah efendimiz (Tâhâ sûresini tefsîr eyle!) buyurdukta, (Yüksek huzurunuzda, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor) demiş. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz, mübârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra, gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenarî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeye başlamıştır. Allahü teâlâya hamd ve Şükretmiştir. Pamuk-ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasıyet etmiştir. 834 [m. 1431] de Bursada vefât edince, vasıyetini yerine getirdiler.
Resûlullah efendimizi vesîle ederek Allahü teâlâya yapılan duâlar kabûl olduğundan, müslümanların halîfesi, Hz. Ömer, Medînede kıtlık olunca, Abbâs bin Abdül Muttalibi vesîle edinerek yağmur duâsına çıktı ve (Yâ Rabbî! Sevgili Peygamberini vesîle yaparak duâ ederiz! Resûlünün muhterem amcası hurmetine, senden yağmur isteriz! Duâmızı kabûl buyur!) demiştir.
Hz. Ömer halîfe iken, bir daha kıtlık olmuştu. Kâ'b-ül-Ahbâr hazretleri, (Yâ Emîrel müminin”! İsrâîl oğulları zamanında, kıtlık olunca, Peygamberleri vesîle ederek duâ olunurdu) dedi. Bunun üzerine, Hz. Ömer, Resûlullahın minberine çıkıp, (Yâ Rabbî! Peygamberinin amcasını vesîle ederek sana yalvarırız ve onun hurmeti için senden mağfiret ve ihsân dileriz) demiştir. Cemaate dönüp, (Rabbinize duâ ediniz! O, duâları kabûl edicidir) demiştir. Halîfenin bu emri üzerine, Hz. Abbâs, uzun bir duâ yaptı. Duâ bitmeden önce, yağmurdan Medîne sokakları sudan geçilemez oldu. O gün, Hz. Abbâsın adı (Sâkî-i Harameyn) oldu. Resûlullahın şairi olan Hassân bin Sâbit o gün, Hz. Abbâsı öven bir şiir okudu.
Abbâsî halîfelerinin ikincisi Ebû Câfer Mensûr, [Ebû Câfer 158 [m. 773] de Mekkede vefât etti.] Mescid-i Nebevî içinde imam-ı Mâlik ile konuşuyorlardı. Ey Mensûr! Burası Mescid-i saadettir! Hafîf sesle söyle! Hak teâlâ, Hucurât sûresinde meâlen, (Sesinizi Resûlullahın sesinden daha yüksek yapmayınız!) buyurarak bir cemaati azarlamıştır. (Resûlullahın yanında hafîf sesle konuşanlar) âyet-i kerimesi ile de, hafîf konuşanları övmüştür. Resûlullaha, öldükten sonra saygı göstermek, sağ iken saygı göstermek gibidir dedi. Mensûr, boynunu bükerek, yâ Ebâ Abdüllah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa Kabr-i saadete karşı mı durmalı dedi. İmâm-ı Mâlik hazretleri, Resûlullahdan yüzünü çevirme! Kıyâmet gününün şefaatçısı olan o yüce Peygamber, Kıyâmet günü, senin ve baban Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesîle olacaktır. Kabr-i saadete dönerek ve Resûlullahın mübârek ruhuna sarılarak şefaat dilemelisin! Nisâ sûresinde altmışüçüncü âyetinde meâlen, (Nefslerine zulmedenler, sana gelip, Allahü teâlâdan af dilerse ve Resûlüm de, onlar için af dilerse, Allahü teâlâyı, tevbeleri kabûl edici ve merhamet edici bulurlar) buyuruyor. Bu âyet-i kerime, Resûlullahı vesîle edenlerin tevbelerinin kabûl olunacağını söz vermektedir dedi. Bunun üzerine, Mensûr, olduğu yerden kalkıp, Hucre-i saadet önünde durdu. (Yâ Rabbî! Bu âyet-i kerimede, Resûlünü vesîle edenlerin tevbesini kabûl edeceğine söz verdin. Ben de, yüce Peygamberinin yüksek huzuruna gelip Senden af diliyorum. Kendisi sağ iken af dileyip af buyurduğun kulların gibi, beni de affeyle! Yâ Rabbî! Nebiyyür-rahme olan yüce Peygamberini vesîle edinerek sana yalvarıyorum. Ey Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm! Sana tevessül ederek, Rabbime yalvardım. Yâ Rabbî! O yüce Peygamberi bana şefaatçı eyle!) diyerek yalvarmaya başladı. Arkası kıbleye, yüzü (Muvâcehe-i saadet) penceresine karşı ayakta durup, duâ eyledi. Minber-i nebevî sol tarafında kalmıştı.
DİKKAT - İmâm-ı Mâlikin [Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 179 [m. 795] de Medînede vefât etti.] Mensûr halîfeye verdiği nasihat (Hucre-i saadet) önünde duâ edenlerin çok uyanık olmaları lâzım geldiğini göstermektedir. O makama uygun edebi ve saygıyı gösteremiyecek olanların, Medîne-i münevverede çok kalmaları doğru olmaz. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, (Biz Bağdâdda, kalbimiz burada olmak; biz burada, kalbimiz Bağdâdda olmaktan daha iyidir) buyurdu.
Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hucre-i saadette belli bir hizmet yaparmış. Ateşli bir hastalığa yakalanmış. Canı ayran istemiş. Eğer köyümde olsaydım, yoğurttan ayran yaptırıp içerdim, düşüncesini gönlünden geçirmiş. O gece, Resûlullah, (Şeyh-ul-Harem) efendiye rü'yâda görünüp, o kimsenin yaptığı işin başkasına verilmesini emir buyurmuş. Şeyh-ul-Harem, Yâ Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmaktadır deyince, (O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!) buyurmuştur. Ertesi gün, bu emir bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitmiştir.
Yalnız gönülden geçen bir düşünce, bu kadar zarar verince, Allah korusun, şaka bile olsa, uygunsuz bir sözün yâhut edebe uymıyan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını bundan anlamalıdır.
Hucre-i saadeti ziyâret edenlerin çok uyanık olmaları lâzımdır. Gönlünde dünya düşünceleri bulunmamalıdır. Muhammed aleyhisselâmın nûrunu ve derecesinin yüksekliğini düşünmelidir. Dünya işlerini ve büyük kimselerle görüşüp fayda sağlamağı ve alış veriş düşünenlerin duâları kabûl olmaz. Dileklerine kavuşamazlar.
Hucre-i saadeti ziyâret etmek çok şerefli bir ibâdettir. Buna inanmıyanların, müslümanlıktan çıkmalarından korkulur. Çünkü bunlar, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bütün müslümanlara karşı gelmiş olur. Mâlikî âlimlerinden birkaçı, Resûlullahı ziyâret etmek vâcibdir demiş ise de, müstehab olduğu sözbirliği ile bildirilmiştir.
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |