NEFİS MERTEBELERİ
- Ayrıntılar
- Kategori: Fıkıh Ansiklopedisi
- Gösterim: 2257
NEFS-İ EMMÂRE
Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yusuf 12/53).
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir. Onun arzusunun Allah Teâlâ'nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah'ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1).
Râzî, ayetteki "...Rabbımın acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ'dan geldiğini ve nefsin, O'nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmeşinin sözkonusu olmadığını söylemektedir (Râzî, aynı yer).
Nefs-i emmârenin, Yusuf (a.s) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (a.s)
"...Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" diyor. Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır. Ancak Allah'ın emirlerine yönelen ve böylece ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır. Zira Yusuf (a.s) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah'a sığınmıştı. Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır.
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez (bk. İbn Kesir, Tefsirul Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320). Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ayet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır.
NEFS-İ LEVVÂME
Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah'ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir.
Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir.
"Kıyamet gününe yemin ederim. Pişmanlık duyan nefse (nefs-i Levvâmeye) yemin ederim ", (el-Kıyame, 75/ 1-2).
Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler bir birinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas'ın bulunduğu
bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174). İbn Abbas kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir (Taberî, aynı yer). Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır. Yani o nefis, kıyamet günü her durumda kendisini kınayacaktır. Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkan olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir (İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur'an, Beyrut 1988, 35). Resulullah (s.a.v.)'in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyamet günü kendini kınamasın..." (Alûsî, Ruhul-Meani, Kahire t.y., XXlX, 136).
Mücahid'e göre ise nefs-i levvâme, muttakı insanların nefsidir. Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar.
Katade'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir. Bunlar kıyamet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır.
Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz. Adem (a.s)'ın kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur (Alûsî, aynı yer).
İbn Cerir et-Taberi, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvameden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir. Ayetin zahirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir (Taberî, XXlX, 175).
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah'a yemin ederim ki, gerçek mümin sürekli olarak kendi nefsini kınar. O, "Şu sözümle neyi kastetdim? Bu yemeği yememdeki gayem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der. Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" (İbn Kesir, Tefsîrul-Kur'anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, a.g.e., 35). İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmeşinin sebebinin risalet ve Kur'an'ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir (İbn Kayyım, a.g.e., 38).
Fî Zilâlil-Kur'anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî'nin tefsirini tercih ediyoruz. Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının iç yüzünü bilir. Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır. Böyle bir nefis Allah katında iyidir. İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyametle birlikte zikretmiştir. Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir. İnsanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir. Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider. Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin farkında olur (Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur'an, Kıyamet suresi tefsiri).
Ayette Allah Teâlâ'nın kıyametle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "la"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir. Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyamet üzerine yemin etmiş ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir. Katade ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katade'nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler (İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, a.g.e., 34-38, 188).
NEFS-İ RÂDİYE
Allah'tan razı ve hoşnud olan insan ruhu. Hayvani nefse (cana) ve insanı ruha (nefs-i natıka'ya) da "nefis" denilir. Hayvani nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faaliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.
Ruh'a (nefs-i natika'ya) gelince; aslında temiz ve Allah'ın emir aleminden olan bu cevher, Allah'a yaklaşmak ve O'na yükselmek ister. Ruh'a başlıca iki özellik verilmiştir: Akıl ve vicdan (basiret veya kalb gözü). Vicdan, ruhun temizlenerek iyiliğe yönelişi, bağlanışı ve Cenab-ı Hakk'ı izleyişi ve bir nev'i O'na bakış yeteneğidir. İman ve ilahi bilgilerde yükselmenin mahalli, ruhun bu yönüdür. İman, kişinin kendi ihtiyariyle akıl kapısından girer, kalbe (gönüle) yerleşir; nefsaniyet ve şeytaniyete açılan kapıdan çıkabılir. Ruh, şeytanın da tesiriyle hayvanî nefsin hükmü altına girer, aklını ve fikrini onun istekleri doğrultusunda kullanırsa; bu ruha "nefs-i emmâre" denilir. Bu durumunda devam ettiği müddetçe ruh günahlara dalarak tamamen paslanır, kirlenir ve neticede mühürlenir. O halde insanın ebedi saadeti için ruhunun nefsanî ve şeytanî kirlerden temizlenmesi gerekir: Muhakkak nefsini (ruhunu) kötülüklerden temizleyen kurtuluşa erdi. Onu kötülüklerle örtüp kirleten de zarar ve ziyana uğradı" (eş-Şems, 91/9-10).
İnsani ruh; iman ederek ibadet, zikr ve taat, günahlardan kaçınma, mücadelede ve riyazet ile temizlenmeye başlar. Temizlendiği vakit insan ruhunda, temizlik ve saflığına göre ahlaken yükselme, ilâhî marifetlerde ilerleme gibi bir takım iyi durumlar meydana gelir. Ruhun temizlenme mertebeşinin ilki; yaptığı günahların fenalığını anlayıp bunları işlediğine pişman olma ve kendini kınama mertebesi olan "nefs-i levvâme" derecesidir. Bundan sonra, ruh, temizlenme ve Allah'a yaklaşmaya doğru sırasıyla şu mertebelere ulaşabilir: Nefs-i mülheme (nefs-i mülhime de denilir), nefs-i mutmainne, nefs-i râdiye (râziye), nefs-i marziyye nefs-i kamile (nefs-i zekiyye veya nefs-i safiyye). Bunlardan nefs-i râdiye, insan ruhunun temizlenmeye başladığı andan itibaren kazandığı sıfat ve durumların dördüncüsüdür. Bu mertebeye "rıza makamı" da denilir. Nefs-i râzıye; Allah için ibadet ve zikir ve taat ile meşgul olarak dünyaya hiç gönül vermeyen, nefs-i hayvani'nin arzu ve isteklerinden tamamen vazgeçen, Allah'ın sevgi ve rızası dışında bütün arzu ve isteklerini terkeden kâmil kimsenin ruhudur. Bu makama gelen ruhta kazaya rıza esastır. Böyle bir kimse Allah Teâlâ'nın iradesine kayıtsız ve şartsız teslim olur. Allah'tan gelen her musibet ve nimet karşısında aynı derecede memnun ve razı olur. Bu mertebede insan ruhuna, bütün hallerinde kemal-i rıza ile muttasıf olduğu için, nefs-i râdiye denilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu nefs-i natıkaya "Ey güvenceye kavuşmuş nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından) razı ve hoşnud olunmuş olarak Rabbi'ne dön" (el-Fecr, 89/27-28) sözüyle hitab etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın nefs-i râdiye'ye bu hitabı ya bedeninden ayrıldığı (ölümü) zaman, ya ba's zamanında veyahud da ahirette hesabının tamamlanmasından sonra olacaktır, denilmiştir. Kur'an'da bildirilen nefs-i râdiye için bu hitab, bu üç zamana da şamil olur. Bir kısım müfessirler; imanda kemale ermiş nefs-i mutmainne'ye dünyada Cenab-ı Hakk'ın bu hitabının doğrudan doğruya meydana geldiği kanaatine varmışlardır. Bu takdirde "dönmek" emri, ihtiyar ve istekle bütün işlerinde gönül verip razı olarak Allah Teâlâ'ya ve O'nun emir ve takdirine dönme emridir. Sıkıntı, musibet, genişlik ve sevinç hallerinde kaza ve kadere rıza ve bu suretle bu imtihan âleminde çeşitli zorluklara güzel ve büyük bir metanetle göğüs germek nefs-i mutmainne'nin kemal mertebesi olan nefs-i râziye'nin hasletidir. Ve marzıyye (Allah katında makbul ve O'nun hoşnutluğuna ermiş olmak) da bunun arkasından gelir.
Ruhun bu râdiye mertebesi ve makamı ancak zevk ile bilinir; tatmayan bilmez.
Râdiye makamına yükselmiş olan insanî nefse ikram edilen sıfatlar; vera' (şüpheli şeyleri terketmek), ihlâs, muhabbet, üns, huzur (muhadara), keşif ve keramettir. Nefs-i râdiye, Allah'tan ve O'nun rızasına erdirecek olanlardan başkasını terkettiği gibi, hatta masivayı (Allah'tan başkasını) dahi unutur. Radiye mertebesinde olan kâmil kişi Cemal-i Mutlak'ın şuhûdunda müstağrak olur. Âlemde başına her ne gelirse, onu gönül hoşluğuyla kabul edip zevkini alır. Bu durumlarında bile halka nasihatta, emr-i bil-ma'rûf ve nehy anil-münkerde bulunur. Böylece halkı irşad etmekten geri durmaz. Sohbetinde bulunan onun sözlerinden istifade eder. Bu makamın sehibi huzur-ı Hakk ile edeb deryasına dalar. Duası Allah katında reddolunmaz. Fakat edeb ve hayası galib geldiğinden, zorunlu kalmadıkça kendisi için bir şey taleb edemez.
Nefs-i râdiye mertebesine gelmiş kâmil kişi Allah katında aziz ve mükerremdir. İnsanlar ona saygı gösterirler. Halkın ona saygısı cebrî ve kahrîdir. Onu sayanların çoğu, ona niçin ve ne sebeble saygı gösterdiklerini bilmezler. Böyle bir zat, asla zalimlere boyun eğmez ve onları sevmez; zalimlerin zulümlerinden de selamet bulur. Eğer fakir olup da kendisine yardım ederlerse, yardım edenler bile onu Rabbiyle meşgul olmaktan alıkoyamazlar. Bu makamda bulunan kâmil, daha çok Allah'ın "Hayy" ism-i şerifini söylemekle meşgul olur, bu isimle fenası zail olur; "Hayy" ile beka bulur ve "mardiyye" makamına yükselir. Allah Teâlâ'nın esma ve sıfatlarının tecellisine mazhar olur. Böylece ilmel-yakinden aynel-yakin mertebesine ve mardiyye makamına gelir. Ve buradan nefs-i kâmile makamına yükselir ve kendisinde Hakkal-yakin hasıl olur. Hak yoluna giren bu kâmil, asla yanlış bir itikada sapmadığı gibi, bütün hallerinde ahkâm'ı şer'iyye'yi kendi nefsinde icra etmekten zerre kadar ayrılmaz.
(İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul 1310, s. 491-493; Bursalı İsmail Hakkı, Ruhul-Beyan, ilgili ayetler. Şeyh Abdul-Hadi, Kitab-ü babil-Fütûh li-ma'rifet-i Ahvâli'r-Ruh. Mısır, Matbaatül-Hayriyye; Mehmed Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, el-Hacc Mehmed Nuri Şemsüddin en-Nakışıbendi, Miftahul-Kulûb).
NEFS-İ MUTMAİNNE
Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).
Sufiler, Kur'an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gâfil olmama şuuruna eren ve O'ndan razı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817).
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814).
Nefs-i mutmainne, Kur'anda bir yerde geçmektedir:
Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden razı olarak Rabb'ine dön!... (lyi) Kullarımın arasına gir!.. Cennetime gir!.. " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30).
"Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah'ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te'vil'i Ayil-Kur'an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'an, Kahire 1967, XX, 57 vd.).
Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine'ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami', XX, 58).
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah'a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, ruhî saâdet'e ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Ahirette de Allah'ın iltifâtına nail olur. Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu
"Rabb'ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâr ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet'e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233).