36- VEHHÂBÎLİĞİN BAŞLANGICI VE YAYILMASI
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1786
36- VEHHÂBÎLİĞİN BAŞLANGICI VE YAYILMASI
İkinci Kısm
36 - Osmanlılar, Arab yarımadasının çoğuna sahip olunca, her memlekette seçilen bir memur ile, o memleket idare edilirdi. Sonraları, Hicâzdan başka yerler kapışanın eline geçti. Şeyhlikle idare edildi.
Binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed adında birinin, ingiliz câsûsu Hempher ile birlikte neşrettikleri (Vehhâbîlik) inançları, az zaman sonra, siyâsî hâl aldı. İngilizlerin siyâsî ve askerî yardımları ile, Arabistâna yayıldı. Daha sonra, İstanbuldaki halîfe ikinci Mahmûd hân tarafından Mısr vâlîsi Muhammed Ali pâşaya emir verilerek, Mısrdan gönderilen asker, bunların elinden Arabistânı kurtardı.
Vehhâbîlere inanan Abdülazîz bin Muhammed ilk olarak hicretin binikiyüzbeş 1205 [m. 1791] senesinde, Mekke emîri şerif Gâlib efendi ile harp etti. Daha önce, vehhâbîliği gizlice yaymışlardı. Sayısız müslümanları öldürüp, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını almışlar ve işkence etmişlerdi.
Abdülvehhâb oğlu Muhammed, Benî Temîm kabîlesindendir. Hicretin 1111 [m. 1699] senesinde Necd çölündeki (Hureymile) kasabasında (Uyeyne) köyünde doğmuş, binikiyüzaltıda (1206) [m. 1792] ölmüştü. Önceleri ticâret için Basra, Bağdat, Îrân, Şâm ve Hind taraflarına gitmiş, çok zekî ve bozguncu sözleri ile (Şeyh-i Necdî) adını almıştı. Dolaştığı yerlerde çok şeyler görmüş, şef olmak düşüncesine kapılmıştı. 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada tesâdüf ettiği, ingiliz câsûsu Hempher, bu tecrîbesiz gencin inkılâp yapmak, böylece insanların başına geçmek arzusunda olduğunu anlıyarak, bununla uzun zaman arkadaşlık yaptı. İngiliz Müstemlekeler Nezâretinden aldığı hîle ve yalanları buna telkîn etti. Muhammedin bu telkînlerden zevk aldığını görünce, yeni bir din kurmasını teklîf etti. Bu yeni dînin esaslarını ona bildirdi. Câsûs da, Abdülvehhâb oğlu Muhammed de aradıklarına kavuşmuş oldular. Yeni bir din kurmak için, önce Medînede, sonra Şâmda, Hanbelî mezhebi âlimlerinden okudu. Necde dönünce köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara, ingiliz câsûsundan öğrendiklerini ve Mu'tezile ve başka bid'at fırkalarından aldığı bozuk düşünceleri de karıştırdı. Köylülerin çoğu buna tâbi oldular. İslâmiyeti içerden yıkmak için, İngilterede kurulmuş olan (Müstemlekeler nâzırlığı), bu hâli, Necd şeyhi olan (Muhammed bin Sü'ûd)a bildirdi. Çok para vererek ve siyâsî, askerî yardımlar vaat ederek, Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile işbirliği yapmasını te'mîn etti. Arabistânda hasebe ve nesebe çok önem verirlerdi. Kendisi ise, câhil olduğundan, Abdülvehhâb oğlu Muhammed (Vehhâbîlik) adını verdiği tarîkatini yaymak için, Muhammed bin Sü'ûdü maşa olarak kullandı. Kendisine (Kâdı), Muhammed bin Sü'ûda (Hâkim) ismini taktı. Kendilerinden sonra da, çocuklarının bu makama geçmelerini te'mîn eden bir anayasa yaptırdı.
(Mir'ât-ül Haremeyn) kitabının yazılmış olduğu binüçyüzaltı 1306 [m. 1888] senesinde Necd emîri olan (Abdüllah bin Faysal), Muhammed bin Sü'ûd soyundan olduğu gibi, kâdîları yâni diyânet işleri reîsleri de, Abdülvehhâb oğlu Muhammedin neslindendir.
Abdülvehhâb oğlu Muhammed, önceleri Medînede okurken, Medînenin sâlih, temiz âlimlerinden olan babası Abdülvehhâb ve kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb ve kendisine ders okutan hocaları, bunun sözlerinden ve davranışlarından ve sık sık sorduğu düşüncelerinden bunun ileride islâm dînini içeriden yıkacak bir sapık olacağını anlamışlardı. Kendisine nasihat verirler ve müslümanlara, bundan sakınmalarını söylerlerdi. Fakat, korktukları çabuk meydana geldi. Düşüncelerini (Vehhâbîlik) adı ile açıkça yaymaya başladı. Câhilleri, ahmakları aldatmak için İslâm âlimlerinin kitaplarına uymıyan yeniliklerle, dinde reformculukla ortaya çıktı. (Ehl-i sünnet vel-cemaat) mezhebinde olan doğru müslümanlara kâfir diyecek kadar taşkınlık yaptı. Peygamberimizi ve başka Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ederek, Allahü teâlâdan birşey istemeye ve bunların kabirlerini ziyâret etmeye şirk dedi.
Abdülvehhâb oğlu Muhammedin, ingiliz câsûsundan öğrendiğine göre, bir kabir başında duâ ederken, meyyite karşı söyliyen, müşrik olurmuş. Allahdan başka bir kimse veya birşey için, yaptı demek, meselâ, (Falanca ilâcdan fayda oldu) veya (Peygamber efendimizi veya bir Velîyi vâsıta yaparak istediğim oldu) diyen müslümanlar müşrik olurmuş. Abdülvehhâb oğlunun, bu sözlerine vesika olarak ortaya attığı şeyler, hep yalan ve iftirâ ise de, câhil halk, doğruyu eğriden ayıramadıkları için sözleri, işsizlerin, çapulcuların hoşuna gitti. Câhiller ve vurguncular, taş yürekliler, Abdülvehhâb oğlunun sözlerine hemen yanaştılar. Doğru yolda olan hâlis müslümanlara kâfir dediler.
Abdülvehhâb oğlu, düşüncelerini kolayca yayabilmek için, Der'ıyye hâkimlerine başvurunca, onlar da topraklarını genişletmek ve kuvvetlerini arttırmak için, Abdülvehhâb oğlu ile seve seve işbirliği yaptılar. Onun fikirlerini her tarafa yaymakta bütün güçleri ile uğraştılar. İnanmayıp karşı duranlarla harp ettiler. Müslümanların mallarını yağma etmek, canlarına kıymak helâl denilince, çöldeki vahşîler, soyguncular, Muhammed bin Sü'ûda asker olmak için yarış ettiler. Sü'ûd oğlu ile Abdülvehhâb oğlu elele vererek, vehhâbîliği kabûl etmiyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmek ve mallarını almak helâl olduğuna binyüzkırküç 1143 [m. 1730] senesinde karar verip, yedi sene sonra ilân ettiler. Buna göre, Abdülvehhâb oğlu, otuziki yaşında ictihâda başlamış, ictihâdlarını kırk yaşında ilân etmiştir.
Mekke-i mükerreme şâfi'î müftîsi Esseyyid Ahmed bin Zeynî Dahlân, (El-Fütûhât-ül-islâmiyye) kitabının ikinci cüz' 228. sayfasından başlıyarak, (Fitnet-ül-vehhâbiyye) başlığı altında bunların inançlarını ve müslümanlara yaptıkları işkenceleri anlatmaktadır. Bu kitap 1387 [m. 1968] senesinde Kahirede basılmıştır. Mühim kısmı, İstanbulda 1395 [m. 1975] de ofset yolu ile bastırılmıştır. Bunun 234. sayfasında diyor ki, (Mekkedeki ve Medînedeki Ehl-i sünnet âlimlerini aldatmak için, buralara kendi adamlarını gönderdiler. Bu adamlar, islâm âlimlerine cevap veremediler. Câhil ve sapık oldukları anlaşıldı. Kâfir olduklarını isbât eden bir karar yazılıp her tarafa gönderildi. Mekke emîri olan şerif Mes'ûd bin Sa'îd, bunların habs edilmelerini emreyledi. Birkaçı kaçarak Der'ıyyeye gitti. Olanları anlattılar.) Zeynî Dahlân 1304 [m. 1886] de Medînede vefât etti.
Hicâzda bulunan dört mezhep âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhâb oğlunun kardeşi Süleymân efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhâb oğlunun kitaplarını inceliyerek, İslâm dînini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Süleymân bin Abdülvehhâbın, kardeşine karşı yazdığı kitabın ismi, (Savâ'ık-ul ilâhiyye firredd-i alel-vehhâbiyye) olup, hicretin binüçyüzaltı [1306]. senesinde basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset yolu ile ikinci baskısı yapılmıştır.
Bu kitaplar onları gafletten uyandıramadı. Müslümanlara karşı olan düşmanlıklarını arttırdı ve Muhammed bin Sü'ûdün müslümanlar üzerine saldırmasına, akıtılan kanların çoğalmasına sebep oldu. Bu adam, (Benî Hanîfe) kabîlesinden olup, Müseyleme-tül Kezzâbın peygamberliğine inanmış olan ahmakların soyundan idi. Muhammed bin Sü'ûd, hicretin binyüzyetmişsekiz (1178) ve mîlâdın binyediyüzaltmışbeş (1765) senesinde ölünce, oğlu Abdülazîz yerine geçti. Abdülazîz bin Muhammed bin Sü'ûd, hicretin binikiyüzonyedi (1217) ve mîlâdın binsekizyüzüç (1803) senesinde, Der'ıyye câmiinde, bir şî'î tarafından, karnına hançer sokularak öldürüldü. Bundan sonra, oğlu Sü'ûd bin Abdülazîz vehhâbîlerin şefi oldu. Arabları aldatmak, sapık inançlarını yaymak için müslümanların kanını dökmekte, üçü de, birbiri ile yarışırcasına çalıştılar.
Abdülvehhâb oğlunun bu düşüncelerini yayması, Allahı tevhîdde hâlis olmak için ve müslümanları şirkten kurtarmak için imiş. Müslümanlar altıyüz seneden beri şirk üzere imişler. Müslümanların dînini tâzelemek için, dinde reform yapmak için, ortaya çıkmış. Bu düşüncelerine herkesi inandırmak için, Ahkâf sûresinin beşinci âyet-i kerimesini, Yûnüs sûresinin yüzaltıncı âyet-i kerimesini ve Ra'd sûresinin ondördüncü âyet-i kerimesini vesika olarak ileri sürmüştür. Hâlbuki bunlara benziyen, daha birçok âyet-i kerimeler vardır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, puta tapan kâfirleri, müşrikleri bildirmek için gönderildiğini, tefsîr âlimleri sözbirliği ile beyan buyurmuşlardır.
Abdülvehhâb oğlunun düşüncelerine göre, bir müslüman, Peygamberimizden veya başka Peygamberlerden yâhut Velîlerden, Sâlihlerden birinin kabrinin yanında veya uzakta iken bundan istigâse etse, yâni sıkıntıdan, dertten kurtulması için yardım istese, yâhut o zâtın ismini söyliyerek şefaat etmesini dilese, yâhut kabrini ziyâret etmek için gitmek istese, o müslüman müşrik olurmuş. Allahü teâlâ, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde, puta tapan kâfirleri bildirmektedir. Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle ederek duâ eden müslümanlara müşrik diyebilmek için, bu âyet-i kerimeyi ileri sürüyorlar. Müşrikler de putların yaratıcı olmadığına, herşeyi Allahü teâlânın yarattığına inanıyorlardı diyorlar. Hattâ Ankebût sûresinin altmışbirinci ve Zuhruf sûresinin seksenyedinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Bunları kimin yarattığını, onlara sorarsan, elbette Allah yarattı derler) buyuruldu. Allahü teâlânın da böyle buyurduğunu söylüyorlar. Kâfirler böyle inandıkları için değil, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde bildirilen, (Allahdan başkalarını dost edinenler, onlar Allahü teâlâya şefaat ederek bizi yaklaştırırlar derler) meâl-i şerifini söyledikleri için kâfir ve müşrik oluyorlar, diyorlar. Peygamberlerin, Evliyânın kabirlerinden şefaat, yardım istiyen müslümanlar da, böyle söyliyerek müşrik oluyorlarmış.
Abdülvehhâb oğlunun, bu âyet-i kerimeyi ileri sürerek, müslümanları kâfirlere, müşriklere benzetmesi, çok çürük, ahmakca ve gülünç bir şeydir. Çünkü, kâfirler, şefaat etmeleri için putlara tapınıyorlar. Allahü teâlâyı bırakıp, dileklerini yalnız putlardan istiyorlar. Müslümanlar ise, Peygamberlere, Evliyâya tapınmıyorlar, herşeyi yalnız Allahdan bekliyoruz. Evliyânın vâsıta, vesîle olmasını istiyoruz. Kâfirler, putlarının diledikleri gibi şefaat edeceklerine, her dilediklerini Allaha yaptıracaklarına inanıyorlar. Müslümanlar ise, Allahü teâlânın, sevdiği kullarına şefaat için izin vereceğini, sevdiklerinin şefaatlerini ve duâlarını kabûl edeceğini, Kur'an-ı kerimde bildirdiği için, Kur'an-ı kerimde bildirilen bu müjdeye inandıkları için, Allahü teâlânın sevgilisi olarak tanıdıkları Evliyâdan şefaat ve yardım istemektedirler. Kâfirlerin putlara tapınması ile, müslümanların Evliyâdan yardım istemeleri birbirine benzetilemez. Bir müslüman ile bir kâfir, görünüşte hep insandır. İnsanlıkları birbirlerine benzemektedir. Fakat, müslüman, Allahü teâlânın dostudur. Sonsuz Cennette kalacaktır. Kâfir olan ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz Cehennemde kalacaktır. Görünüşte birbirlerine benzemeleri, hep aynı olacaklarına senet olamaz. Allahü teâlânın düşmanı olan putlara, heykellere yalvaran ile, Allahü teâlânın sevgili kullarına yalvaranlar, görünüşte benziyebilirler. Fakat, putlara yalvarmak, Cehenneme götürür. Evliyâya yalvarmak ise, Allahü teâlânın affetmesine, merhamet etmesine sebep olur. (Allahü teâlânın sevdiği kulları hâtırlanırsa, Allahü teâlâ merhamet eder) hadis-i şerifini, otuzuncu maddenin sonunda bildirmiştik. Peygamberlere, Evliyâya yalvarınca, Allahü teâlânın merhamet edeceğini, affbuyuracağını bu hadis-i şerif de göstermektedir.
Müslümanlar, Peygamberlerin, Evliyânın ilah, mâbut, Allahü teâlâya şerîk, ortak olmadıklarına inanır. Bunların, Allahın âciz kulları olduklarına, ibâdete, tapınmaya, yalvarmaya hakları olmadığına inanır. Allahü teâlânın sevdiği, duâlarını kabûl eylediği kulları olduğuna inanır. Mâide sûresi, otuzbeşinci âyetinde meâlen, (Bana yaklaşmak için vesîle arayınız) buyuruldu. Sâlih kullarımın duâlarını kabûl ederim, dileklerini veririm buyuruyor. Buhârîde ve Müslimde ve Künûz-üd-dekâıkte bulunan hadis-i şerifte, (Elbet, Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, birşey için yemin etse, Allahü teâlâ, o şeyi yaratır. Onu yalancı çıkarmaz) buyuruldu. Müslümanlar, bu âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inandıkları için, Evliyâyı vesîle yapmakta, onlardan duâ ve yardım beklemektedir.
Evet, kâfirlerin bir kısmı, putlarının, heykellerinin yaratıcı olmadıklarını, herşeyi Allahü teâlânın yarattığını söyliyorlar ise de, putların tapınmaya hakları vardır. Onlar dilediğini yaparlar ve Allaha da yaptırırlar diyorlar. Putlarını Allaha şerîk, ortak yapıyorlar. Bir kimse, dünyada başkasından yardım istese, bana elbette yardım yapar. Onun her istediği herhâlde olur dese, bu kimse kâfir olur. Fakat, benim işim onun istemesi ile kesinlikle olmaz. O bir sebebdir. Allahü teâlâ sebebe yapışanları sever. Sebeple yaratmak Onun âdetidir. Sebebe yapışmış olmak için, bundan yardım istiyorum, dileğimi Allahdan bekliyorum. Peygamberimiz de sebeplere yapışmıştır. Sebebe yapışmakla, o yüce Peygamberin sünnetine uymuş oluyorum diyerek birisinden yardım istiyen kimse sevap kazanır. İşi olursa, Allahü teâlâya hamd eder. İşi olmazsa, Allahü teâlânın kazasına, kaderine râzı olur. Kâfirlerin puta tapması, müslümanların Evliyâdan duâ, şefaat, yardım istemelerine benzemez. Aklı olan, doğru düşünebilen, bu ikisini birbirine benzetmez. Birbirinden başka olduklarını iyi anlar. Zararı ve faydayı yaratan, ancak Allahü teâlâdır. Ondan başkasının tapınmaya hakkı yoktur. Hiçbir Peygamber, hiçbir Velî ve hiçbir mahlûk, hiçbirşey yaratamaz. Allahdan başka yaratıcı yoktur. Yalnız Allahü teâlâ, Peygamberlerinin, Velîlerinin, sâlih kullarının, yâni sevdiği kullarının ismlerini söyliyenlere, onları vesîle edenlere merhamet eder. Dilediklerini verir. Böyle olduğunu, kendisi ve Peygamberi haber vermiştir. Bu haberlere uyarak müslümanlar da böyle inanmaktadır.
Müşrikler, kâfirler ise, putların birşey yaratmadığını bildikleri hâlde, putları ilâh ve mâbut biliyorlar. Putlara tapınıyorlar. Kimisi ülûhiyyette müşrik oluyor. Kimisi de, ibâdette müşrik oluyorlar. (Putlarımız bize şefaat edecektir. Allaha yaklaştıracaktır) dedikleri için, müşrik olmuyorlar. Putları mâbut bildikleri için, putlara tapındıkları için müşrik oluyorlar.
Peygamberimiz, (Bir zaman gelecek, kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri, müslümanları kötülemek için vesika olarak kullanacaklardır) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte, (En çok korktuğum şey, âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın dilemediği yerlerde kullanacak kimselerin ortaya çıkmasıdır) buyurdu. Bu hadis-i şeriflerin ikisini de Abdüllah bin Ömer bildirdi. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin türiyeceklerini ve kâfirleri bildiren âyet-i kerimelerin müslümanlar için geldiğini söyliyeceklerini, Kur'an-ı kerime iftirâ edeceklerini bildirmektedir.
Müminler, Allahü teâlânın sevdiğine inandıkları kimselerin mezarlarını ziyârete gidiyorlar. Allahü teâlânın sevdiği kullarını vâsıta, vesîle ederek, Allaha yalvarıyorlar. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm da böyle yaparlardı. Peygamberimiz, (Yâ Rabbî! İstediklerini vermiş olduğun kullarının hakkı için, hurmeti için senden istiyorum) duâsını okurdu. Bu duâyı Eshâbına öğretir ve okumalarını emrederdi. Müminler de, böyle duâ etmektedir.
Hz. Alînin vâlidesi olan (Fâtıma binti Esed) vefât edince, Resûlullah kabre koydu ve (Yâ Rabbî! Bana annelik yapan Fâtıma binti Esedi affeyle! Peygamberinin ve benden önce gelmiş olan Peygamberlerinin hakkı için, ona rahmetini bol eyle!) diye duâ eyledi. Gözlerinin açılması için duâ istiyen birisine, iki rekât namaz kılmasını, sonra (Yâ Rabbî! Kullarına merhamet ederek göndermiş olduğun Peygamberin Muhammed aleyhisselâmın hurmeti için, Onu vesîle ederek, senden istiyorum. Sana yalvarıyorum. Ey sevgili Peygamber, Muhammed! Seni vesîle ederek, duâmı kabûl edip, dileğimi ihsân etmesi için Rabbime yalvarıyorum. Yâ Rabbî! Duâmın kabûl olması için, o yüce Peygamberi bana şefaatcı eyle!) duâsını okumasını emir buyurmuştur.
Âdem, yasak edilen ağacdan yiyerek, (Seylan) yâni Serendib adasına indirilince, (Yâ Rabbî! Oğlum Muhammed aleyhisselâm hurmetine beni affet!) duâsını yaptı. Allahü teâlâ da, (Ey Âdem! Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabûl ederdim) buyurdu.
Hz. Ömer, Hz. Abbâsı berâber götürüp, onu vesîle ederek, yağmur duâsı yapmış, duâsı kabûl olmuştur.
Gözlerinin açılmasını istiyen birisine, okuması emrolunan duâda, (Yâ Muhammed! Seni...) demek, Evliyâyı vesîle ederken ismini söyliyerek yalvarmanın câiz olduğunu göstermektedir.
Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin hayatını bildiren kitaplar, kabir ziyâretinin ve ismini söyliyerek şefaat istemenin ve meyyiti vesîle kılmanın meşru ve câiz olduğunu gösteren vesikalarla doludur.
İbni Hacer-i Hiytemînin (Minhâc) şerhi olan (Tuhfe) kitabına hâşiyeleri ile meşhûr Muhammed bin Süleymân şâfi'î, [Muhammed Kürdî 1194 [m. 1780] de Medînede vefât etti.] Abdülvehhâb oğlunun bozuk ve sapık bir yolda olduğunu, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mânalar verdiğini, vesikalarla isbât etmiştir. Kitabında şöyle demektedir: (Ey Muhammed bin Abdülvehhâb! Müslümanlara dil uzatma! Allah rızası için, sana nasihat ediyorum. Allahdan başka yaratıcı olduğunu söyliyen varsa, ona doğruyu bildir! Vesikalar göstererek onu doğru yola çevir! Müslümanlara kâfir denilemez! Sen de bir müslümansın. Milyonlara kâfir dememek için, bir kişiye kâfir demek daha doğru olur. Sürüden ayrılan koyunun tehlikede olduğu muhakkaktır. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Doğru yol gösterildikten sonra, Peygamber aleyhisselâma uymıyan ve îmanda ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, küfür ve irtidâdda bırakır ve Cehenneme atarız. O Cehennem çok kötü bir yerdir) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılmış olanların hâlini göstermektedir).
Kabir ziyâretinin câiz ve faydalı olduğunu bildiren hadis-i şerifler, pek çoktur. Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn-i izâm Peygamberimizin mübârek türbesini ziyâret ederlerdi. Bu ziyâretin nasıl yapılacağını ve faydalarını bildirmek için kitaplar yazılmıştır.
Bir Velîyi vesîle ederek duâ etmek, ismini söyliyerek ondan yardım istemek, hiç zararlı değildir. İsmi söylenen zâtın, te'sîr edeceğine, istenileni elbet yapacağına, gaybleri bileceğine inanmak küfür olur. Müslümanlar böyle inanmıyor ki, kötülenebilsin. Müslüman, Allahü teâlânın sevgili bir kulundan, yalnız vesîle olmasını, şefaat etmesini, duâ etmesini ister. İstenileni yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Mâide sûresi, yirmiyedinci âyetinde meâlen, (Müttekî kullarımın duâsını kabûl ederim) buyuruldu. Bunun için, sevdiklerinden duâ istenir. Meyyitten, istekleri vermesi değil, Allahü teâlânın vermesine vâsıta olması istenir. Vermesini istemek câiz değildir. Müslümanlar bunu istemez. Verilmesi için vâsıta olmasını istemek câizdir. (İstigâse) ve (İstişfâ') ve (Tevessül) kelimeleri de, hep vâsıta, vesîle olmayı istemek demektir.
Herşeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Birşeyi yaratmak için, başka bir mahlûkunu vâsıta ve sebep yapması, Allahü teâlânın âdetidir. Allahü teâlânın birşeyi yaratmasını istiyenin, o şeyin yaratılmasına vesîle olan sebebe yapışması lâzımdır. Peygamberler, hep sebeplere yapışmışlardır.
Allahü teâlâ sebebe yapışmağı övmektedir. Peygamberler sebeplere yapışmağı emretmektedir. Dünyadaki olaylar, hâdiseler de, sebebe yapışmanın lâzım olduğunu göstermektedir. Birşeye kavuşmak için, o şeyin sebebine yapışılır. O sebebi, o şeye sebep yapan ve insanın o sebebe yapışmasını sağlıyan, o sebebe yapıştıktan sonra, o şeyi yaratan, hep Allahü teâlâ olduğuna inanmak lâzımdır. Böyle inanan bir kimse, bu sebebe yapışmakla, o şeye kavuştum diyebilir. Bu sözü, o şeyi sebep yarattı demek değildir. Allahü teâlâ, o şeyi bu sebeple yarattı demektir. Meselâ (içtiğim ilâc ağrımı kesti), (Seyyidet Nefîse hazretlerine adak yapınca, hastam iyi oldu), (Çorba beni doyurdu), (Su, harâretimi giderdi) sözleri, bu şeylerin hep vesîle ve vâsıta olduklarını göstermektedir. Bunlar gibi konuşan müslümanların, yukarıda bildirdiğimiz gibi inandıklarını düşünmek lâzımdır. Böyle düşünene kâfir denemez. Vehhâbîler de, diri olandan, yanında bulunandan birşey istemek câizdir diyor. Birbirlerinden ve hükûmet memurlarından çok şey istiyorlar. Vermeleri için yalvarıyorlar. Uzakta olandan ve ölüden istemek şirktir. Diriden istemek şirk olmaz diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, birisi şirk olmayınca, öteki de şirk olmaz diyor. Aralarında fark yoktur diyor. Her müslüman, îmanın, islâmın şartlarına, farzların farz olduklarına ve haramların haram olduklarına inanmaktadır. Her müslümanın, yaratıcı, yapıcı yalnız Allah olduğuna, Allahdan başkasının yaratmadığına inanmış oldukları da meydandadır. Namaz kılmıyacağım diyen bir müslümanın, şimdi veya burada kılmıyacağım veya kılmış olduğum için kılmıyacağım demek istediği anlaşılır. Ben hiç namaz kılmak istemiyorum demek istiyor diye, kimse buna dil uzatamaz. Çünkü, söz sahibinin müslüman olması, ona küfür, şirk damgasını vuracak dilleri kesmektedir. Kabir ziyâret eden, meyyitten yardım, şefaat istiyen, şu işim olsun diyen bir müslümana, küfür, şirk damgasını basmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu sözleri söyliyenin veya kabir ziyâret edenin, yâ Resûlallah, bana şefaat et diyenin müslüman oluşu, bu sözlerinin ve işlerinin câiz ve meşru olan îmanla ve düşünce ile olduğunu göstermektedir.
Yukarıdaki bilgiler iyi anlaşılır ve iyi düşünülürse, Abdülvehhâb oğlunun inançları ve yazıları temelinden yıkılmış ve çürütülmüş olur. Bununla berâber, bozuk yolda olduğunu, müslümanlara iftirâ ettiğini ve islâmiyeti içten yıkmaya çalıştığını vesikalarla isbât eden çok sayıda kitap yazılmıştır. (Zebîd) müftîsi Seyyid Abdürrahmân bunun bozuk yolda olduğunu göstermek için şu hadis-i şerif yetişir demektedir: (Arabistânın doğu tarafından kimseler çıkar. Kur'an-ı kerim okurlar. Fakat, Kur'an-ı kerim boğazlarından aşağı inmez. Ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar. Yüzlerini kazırlar). Yüzlerinin traşlı olması, bu hadis-i şerifte onların haber verilmiş olduğunu açıkça göstermektedir. Bu hadis-i şerifi okuduktan sonra, başka bir kitap okumaya lüzûm kalmaz. Başı, yanakları traş etmeği, Abdülvehhâb oğlunun kitapları emretmektedir. Yetmişiki sapık fırkanın hiçbirisinde böyle bir emir yoktur.
BİR KADININ ABDÜLVEHHÂB OĞLUNA VERDİĞİ Cevap:
Abdülvehhâb oğlu kadınlara da başlarını traş etmelerini emretti. Bir kadın, bu emre karşı, (Saç, kadının kıymetli süsüdür. Sakal da erkeklerin süsüdür. İnsanları, Allahü teâlânın verdiği süsten mahrum bırakmak olur mu?) demiş. Abdülvehhâb oğlu buna cevap verememiştir.
Abdülvehhâb oğlunun gösterdiği yolda bozuk ve çirkin, birçok inanışlar varsa da, başlıca inanışları üçtür:
- Amel, îmanın parçasıdır. Namaz kılmak farz olduğuna inandığı hâlde, tenbellikle bir namaz kılmıyanın îmanı gidermiş. Bir sene zekâtını vermiyen hasîs bir kimse, kâfir olurmuş. Böyle olan müslümanları öldürmeli, mallarını, vehhâbîlere dağıtmalı imiş.
- Peygamberlerin ve Evliyânın ruhlarını vesîle etmek ve korktuklarından kurtulup, umduklarına kavuşmak için, duâ etmelerini onlardan istemek, şirk imiş. (Delâil-i hayrât) duâ kitabını okumak yasak imiş.
- Kabirler üzerine türbe yapmak, türbede hizmet ve ibâdet edenler için kandil yakmak ve mezarlara sadaka, kurban adamak şirk imiş. Bunların üçü de, Allahü teâlâdan başkasına tapınmak imiş.
Sü'ûd bin Abdülazîz, Mekkeye ve Medîneye hücûm ettiği zaman Resûlullahın türbesinden başka, Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beytin ve Evliyânın ve Şehitlerin türbelerinin hepsini yıktılar. Kabirleri, belirsiz hâle getirdiler. Resûlullah efendimizin mübârek türbesini de yıkmaya başladılar ise de, eline kazma alanın aklına veya bedenine sakatlık geldiğinden bu cinâyeti işleyemediler. Medîneye girdikleri zaman, Sü'ûd oğlu, müslümanları bir araya toplayıp, (Vehhâbîlik gelmesi ile, dîniniz şimdi tamam oldu. Allah sizden râzı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız! Resûlullahın türbesi önünde durup, Ona yalvarmak yasaktır. Türbenin önünden geçerken, Esselâmü alâ Muhammed denir. Ondan şefaat istenmez) gibi, müslümanları kötüliyen şeyler söyledi.
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |