38- Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları.
- Ayrıntılar
- Kategori: Vehhabilere cevaplar
- Gösterim: 1639
38- Vehhâbîlerin Tâifde müslimânları öldürmeleri ve yağmaları.
38 - Binikiyüzon 1210 [m. 1796] senesinde, Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremiyecek hâlde bırakınca, böyle inanmanın müslümanlıktan ayrı bir yol olduğunu, islâm düşmanlarının islâmiyeti içerden yıkmak için sinsice hazırladıkları bir tuzak olduğunu gösteren âyet-i kerime ve hadis-i şerifler yazılarak, Mekkedeki islâm âlimleri imzaladılar. Tevbe eden üç vehhâbî de, bu vesikaya şâhit oldular. Bu vesika her memlekete gönderildi.
Mekkedeki vehhâbî din adamları, Der'ıyyeye, Abdülazîzin yanına gelerek, cevap veremediklerini, böyle inanmanın islâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Abdülazîz bin Muhammed bin Sü'ûd ve adamları, bunları işitince, Ehl-i sünnete diş bilediler. Binikiyüzonbeş [1215] senesinde Mekkeye saldırdılar. Mekke emîri şerif Gâlib bin Müsâ'id bin Sa'îd efendi, bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerif Gâlib efendi, bunları Mekkeye sokmadı. Mekke etrâfındaki Arab kabîleleri, vehhâbî oldular. Sü'ûd, hemen o sene, iki bayram arasında, Tâif şehrine asker gönderdi. Tâifteki müslümanlara yaptıkları işkenceler ve kadınların, çocukların barbarca öldürülmeleri, Ahmed bin Zeynî Dahlânın (Hulâsat-ül-kelâm) kitabında ve Eyyûb Sabri Pâşanın [Eyyûb Sabri pâşa 1308 [m. 1890] de vefât etti.] 1296 [m. 1879] senesinde basılmış olan (Tarih-i Vehhâbîyân) ve (Mir'ât-ül-Haremeyn) kitaplarında uzun yazılıdır. Yüreği dayanabilenler oradan okuyabilirler. (Hülâsat-ül-kelâm) 1395 [m. 1975] de İstanbulda bastırılmıştır.
Tâife girdikleri zaman, kadınlara ve çocuklara ve bütün ehâlîye yaptıkları işkenceler (Osman-ül-Mudâyıkî) adındaki islâm düşmanı, azgın bir şakînin emri ile yapıldı. Bu adam, Muhsin isminde biri ile birlikte, şerif Gâlib efendi tarafından Der'ıyyeye gönderilmişti. Medîneye girmelerini ve müslümanlara işkence yapmalarını önlemek için, önceki sözleşmeyi yenilemeye çalışacaklardı. Fakat bu münâfık, şerif Gâlib efendinin yanında câsûsluk yapıyordu. Yolda arkadaşı olan Muhsini de, bir çok menfaatler vaat ederek aldattı. Der'ıyyeye gelince, Sü'ûd bin Abdülazîze içlerini döktüler. Sü'ûd, bunların, sâdık bir köle olduğunu anlayınca, Der'ıyye çapulcularını bunların emrine verip, (Tâif) yanındaki (Abîle) denilen yere geldiler. Şerif Gâlib efendiye mektûb yazıp, Sü'ûd ve kendilerinin önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Sü'ûdün Mekkeyi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib efendi, cevap yazarak, tatlı sözlerle nasihat etti ise de, islâm düşmanı olan bu azgın, mektûbları yırttı. Emîrin gönderdiği müslümanlara saldırıp, bozguna uğrattı. Şerif Gâlib efendi, Tâif kal'asına çekilip savunma tedbîrleri aldı. Bu azgın vehhâbî, 1217 [m. 1802] Şevvâl ayı sonunda Tâife yakın (Melîs) denilen yerde ordusunu kurdu. Kendisinden daha taş yürekli ve gönlü islâm düşmanlığı ile dolu olan (Bîşe) emîri (Sâlim bin Şekbân) alçağını dahî yardıma çağırdı. Sâlimin yanında yirmi kadar çöl şeyhi ve her şeyhin yanında beşyüz kadar vehhâbî şakîsi vardı. Sâlimin emrinde ayrıca bin kişi vardı.
Şerif Gâlib efendi, Tâiflilerle birlikte Melîsteki eşkiyâ üzerine kahramanca saldırdı. Sâlim bin Şekbânın binbeşyüz çapulcusunu kılıncdan geçirdi. Sâlim ve yanında kalanlar kaçtı. Fakat toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar. Ehâlînin mallarını yağma ettiler. Şerif Gâlib efendi, yardım almak için Ciddeye gitti. Tâifliler korkup, çoğu, çoluk çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kal'ada sığınan Tâifliler, ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan, kal'aya teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler. O gün düşman da, çok ölü vererek dağılmaya başlamış idi. Anlaşmak için Tâiflilerin gönderdiği alçak ve südü bozuk bir kimse, düşmanın kaçtığını gördüğü hâlde, arkalarından bağırmaya başladı: Şerif Gâlib, sizden korkup kaçtı. Tâif ehâlîsi de, dayanacak hâlde değildir. Kal'ayı size verip af dilediklerini bildirmek için beni gönderdiler. Ben sizi severim. Geri dönünüz. Bu kadar kan döktünüz. Tâifi ele geçirmeden gitmek doğru değildir. Size yemin ederek söylüyorum ki, Tâifliler kal'ayı hemen verecekler. Her istediğinizi kabûl edeceklerdir dedi. Tâifin böyle boş yere vehhâbîlerin eline geçmesi, şerif Gâlib efendinin hatâsı olmuştur. O, Tâifte kalsaydı, müslümanların başına bu felaket gelmiyecekti. (Hâinler, korkak olur) gereğince, bu sözlere inanamadılar. Fakat, kal'a üstünde teslim bayrağını görünce, işin iç yüzünü anlamak için kal'aya bir adam gönderdiler. Adamı iple kal'aya çektiler. Teslim olmak istiyorsanız, cânınızı kurtarmak için bütün malınızı buraya toplayın dedi. İbrâhîm ismindeki bir müslümanın gayreti ile eşyalar getirildi. Bunlar azdır, bu kadar mal ile affolunamazsınız. Daha getiriniz dedi. Bir defter verip, mal getirmiyenlerin ismlerini buraya yazınız! Erkekleriniz istediği yere gidebilirler. Kadınlarınız ve çocuklarınız zincirlere bağlanacaktır dedi. Biraz yumuşak olması için yalvardılar ise de, azgınlığını ve sertliğini arttırdı. İbrâhîm, buna dayanamayıp, göğsüne bir taş vurdu, öldürdü. Bunun üzerine, kal'aya saldırdılar. Böylece, kurşun ve gülle dokunmasından kurtuldular. Demirlerle kapıları kırıp içeri girdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklarda dere gibi kan aktı. Evleri basıp herşeyi yağma ettiler. Güneş batıncaya kadar azdılar, kudurdular. Kal'anın şark tarafındaki taş evlere giremediler. Fakat kurşun yağmuruna tuttular. İçlerinden bir habîs, sizi affettik. Çoluk çocuğunuzu alıp istediğiniz yere gidebilirsiniz diye bağırdı. Başka yere gitmek için yola çıkanları bir tepede topladılar. Bunların çoğu kadın ve çocuk idi. Etrâflarını sardılar. Bunları oniki gün aç, susuz bıraktılar. Her biri temiz âile, nâz ile büyümüş müslümanlardı. Bunlara söz ile, sopa ile ve taş ile eziyyet ettiler. Birer birer çağırıp, mallarınızı sakladığınız yerleri bildirin diyerek döverlerdi. Merhamet için yalvaranlara, ölüm gününüz yaklaşıyor derlerdi.
İbni Şekbân, taş evleri oniki gün sıkıştırmış, içeri giremeyince, (Evinden çıkıp silâhını bırakanlar affedilecektir) diye söz vermişti. Bu söze inanıp evden çıktılar. İbni Şekbân, bunların ellerini arkalarına bağlayıp tepedeki müslümanların yanına gönderdi. Böylece üçyüzaltmışyedi erkekle birlikte tepede beklemekte olan kadın ve çocukları kılıncdan geçirdiler. Şehitleri günlerce hayvanlara çiğnettiler. Yırtıcı hayvanların ve kuşların yimesi için onaltı gün açıkta bıraktılar. Müslümanların evlerine saldırdılar. Mal, eşya, ne varsa hepsini toplayıp kal'a kapısının önündeki meydana dağ gibi yığdılar. Bunların ve topladıkları paraların, altınların beşte birini, Sü'ûda gönderdiler. Geri kalanı aralarında paylaştılar. Hâinlerin ve yağmurun götürdüklerinden arta kalıp Ehl-i sünnetin eline geçen kırkbin riyâl altın ile sayısız kıymetli eşyadan onbin riyâl kadınlara ve çocuklara dağıtıldı. Eşya da pazarlarda çok ucuza satıldı.
Kütübhânelerden ve mescidlerden ve evlerden topladıkları Kur'an-ı kerimleri, tefsîrleri, hadis ve çeşidli din kitaplarının hepsini parçalayıp yerlere attılar. Kur'an-ı kerimlerin ve din kitaplarının altın işlemeli meşin ciltlerinden çarıklar yapıp pis ayaklarına giydiler. Ayaklarındaki kitap cildinden çarıklar üzerinde âyet-i kerimeler ve mübârek yazılar yazılı idi. Kıymetli kitapların yaprakları, yerlere o kadar çok atılmıştı ki, Tâif sokaklarında basacak toprak kalmamıştı. İbni Şekbân, yalnız Kur'an-ı kerimlerin parçalanmamasını emretmiş ise de, çöllerden vurgun için toplanıp gelmiş olan vehhâbî haydutları, Kur'an-ı kerimi tanımadıklarından, ele geçirdikleri Mushaf-ı şeriflerin hepsini parçalayıp yerlere saçtılar. Üzerlerini çiğniyerek geçtiler. Koca Tâif şehrinde yalnız üç Mushaf-ı şerif ile bir Buhârî-i şerif kitabı bu yağmadan kurtulabilmişti.
Mucize: Yağma yapıldığı günlerde hava durgundu. Hiç rüzgâr yoktu. Eşkiyâ çekilip gidince, bir fırtına çıktı. Rüzgârlar, yerlerdeki Kur'an-ı kerim ve çeşidli din kitaplarının yapraklarının hepsini uçurup götürdü. Uçan kâğıdların nereye gittikleri anlaşılamadı. Yere düşmüş hiçbir kâğıd görülemedi.
Şehitlerin cesedleri tepe üzerinde onaltı gün kalarak sıcaktan çürümüşlerdi. Her tarafı fena koku sarmıştı. Müslümanlar, İbni Şekbâna çok yalvardılar, ağladılar, sızladılar. Nihâyet izin alabilip, iki büyük çukur kazdılar. Babalarının, dedelerinin, akrabâlarının, arkadaşlarının, çocuklarının kokmuş cesedlerini bu çukurlara doldurup toprakla örttüler. Tanınacak tam bir ceset hiç yoktu. Kiminin yarısı, kiminin dörtte biri kalmıştı. Yırtıcı kuşların ve hayvanların uzaklara taşıyıp bırakmış oldukları insan parçalarının kokuları, vehhâbîleri de rahatsız ettiğinden, bunların toplanmasına da izin verdiler. Müslümanlar, her tarafı dolaşıp, bunları da topladılar. İki büyük çukura gömdüler.
Eşkiyânın, şehitleri, çürüyünceye kadar açıkta bırakmaları, müslümanların ölülerine de hakâret etmek ve intikam almak içindi. Beyt:
Yükselmeye sebep olur, gam yime düştüm diye,
Binâ tâmîr edilmez, benzemezse harâbeye.
Bedenleri açıkta kalıp, kuşlara kurdlara yem olan ve çürüyüp kokan şehitlerin Allah huzurundaki dereceleri katkat artar.
Eşkıyâ, Tâif şehrindeki müslümanları kılıncdan geçirdikten ve eşyaları, paraları yağma edip paylaştıktan sonra, her tarafı dolaşarak, Eshâb-ı kirâmın, Evliyânın ve âlimlerin türbelerini yıkıp yerle bir ettiler. Türbeleri yıkarken, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin çok sevdiklerinden Abdüllah ibni Abbâs hazretlerinin mezarını kazıp, mübârek cesed-i şerifini çıkarıp yakmak istediler ise de, toprağa ilk kazmayı vurunca, etrâfa yayılan güzel kokudan ürktüler. (Bu mezarda büyük bir şeytan vardır. Toprağı kazmakla vakit geçirmiyelim. Dinamitle havaya uçuralım) dediler. Çok miktârda barut getirdiler. Pek uğraştılar ise de, barut ateş almadı. Barut ateş almayınca, şaşırıp dağıldılar. Böylece bu mübârek mezar birkaç sene düz toprak hâlinde kaldı. Sonra, seyyid Yasîn efendi gayet güzel bir sanduka yaptırarak bu mübârek mezarın unutulmasını önlemiştir.
Seyyid Abdülhâdî efendinin ve daha birçok Velîlerin de mezarlarını kazmak istediler ise de, herbiri kerâmet göstererek, zarar vermelerine imkân olmadı. Güçlüklerle karşılaşarak, bu kötü düşünceden vazgeçtiler.
Osman-ı Mudâyıkî ve İbni Şekbân mel'ûnları, türbelerle berâber, câmilerin ve medreselerin de yıkılmasını emretmişler idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden olan Yasîn efendi, (Cemaat ile namaz kılmak için yapılmış olan mescidleri niçin yıkıyorsunuz? Eğer Abdüllah ibni Abbâsın kabri bulunduğu için yıkmak istiyorsanız, onun mezarı, büyük mescidin dışındaki türbededir. Onun için mescidin yıkılması da Îcap etmez) dedi. Osman-ı Mudâyıkî ile İbni Şekbân bu söze cevap veremediler. İçlerinde bulunan Matû' adında bir zındık, (Şüpheli olan şeyleri yok etmelidir) diye gülünç bir söz söyledi. Yasîn efendi buna karşılık, (Mescidde şüphe olur mu?) deyince, cevap veremedi. Uzun bir sessizlikten sonra, Osman-ı Mudâyıkî, (İkinizi de dinlemiyeceğim. Mescide dokunmayınız, türbeyi yıkınız!) emrini verdi.
Anasayfaya dön | Kapak Sayfası |
Sadakat.Net © İslami web hizmetleri |