12-YUSUF:
91-Bunun üzerine gayet belagatli bir itiraf ortaya koyarak ve sorulan suale de cevap olacak şekilde dediler ki: Vallahi seni Allah bize isar eyledi. Yani, cidden itiraf ederiz ki Allah seni bu özellikler ile, yani, takva, sabır ve ihsan özellikleri ile bize üstün kılmıştır. Allah seni bize tercih etti, daha faziletli yaptı. Ve gerçek şu ki; biz elbette suçlu idik. Amden ve kasten bir günah işlemiştik. Bile bile sana karşı suç işledik. Ancak şimdi pişmanız, dediler. Yukarıda da kaydettiğimiz şekilde Yusuf, kardeşlerine kendi hakkını helal etmiş ve onları affetmişti, ancak haklarında Allah'ın mağfiretini de iyice ümid edebilmek için onların tevbe ve nedametlerini de istiyordu. İşte yaptıkları bu açık itiraf ile bu da gerçekleşmiş oldu.
92-Bunun için o da bugün size hiçbir şekilde muahaze edilmek yoktur, dedi.
Tesrib:
Esasen işkenbenin üzerindeki iç yağını sıyırmak demektir. Mecaz olarak
suçluyu tekdir ve hesaba çekme anlamına kullanılır. "elyevm" bu gün, şu
an, demek olup, aynı zamanda hem geçmişe, hem geleceğe bağlanabilir.
Yani, hesaba çekilmek, tekdir edilmek ve azarlanmak durumunda
bulunduğunuz şu anda bile size herhangi bir şekilde sitem ve serzeniş
yoktur; o halde başka bir gün nasıl olabilir? Şu halde sualimden ve
sözlerimden bir sitem ve suçlama anlamı çıkarıp da "acaba ilerde
başımıza birşeyler mi gelecek?" şeklinde kötü düşünceler aklınıza
gelmesin; hiç merak etmeyin, size hiçbir şey olmayacak. Bundan önceki
gelişlerinizde elinizde olmadan üzüldünüz, ama bundan sonra merak
etmeyin sizi üzecek şeyler olmayacak
93-Şimdi siz şu gömleğimi götürün, de babamın yüzüne koyun ki, gözü görecek duruma gelsin. Yani siz, şimdi başka düşünceleri bırakın da ilk işiniz bu olsun. Böylece babamın tedavisine koşun, ona müjde verin ve davet ettiğimi bildirin, hizmetine koşun. Bu gömleğin daha önce götürülen kanlı gömleğe bir karşılık olduğu gözden kaçmamaktadır. Demek ki, yalandan kanlı bir gömlekle başlayan ve Yakub'a dünyayı zindan eden ve oldukça uzun süren bu hicran derdinin tedavisi böylece müjde olarak götürülecek mübarek bir gömlekle yapılacaktı ve bu sayede giderilecekti. Acaba bu nasıl bir gömlekti? Bir rivayette denilmiştir ki, bu gömlek, vaktiyle Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman ilâhî emirle Cebrail'in cennetten getirip kendisine giydirdiği gömlekti. Bu gayet ince bir gömlek olup evlad ve ahfadına miras kalmış olan bir gömlekti. Yakup o gömleği muska gibi yapıp Yusuf'un boynuna asmıştı. Yusuf kuyuya atılınca Cebrail gelip, onu muskanın içinden çıkarmış ve Yusuf'a giydirmişti." Cennet nesiminin kokuları herhangi bir derde yakalanmış olana dokunursa onu şifaya kavuşturur" demişti. ilh... İşte böylece bu gömlek uğurlu ve esrarengiz bir yadigar idi. Bu iş, Hz. Yakup'a, sevgili Yusuf'unun peygamberliğini dahi müjdelemek anlamına gelir ve bir mucize demek olur. Bir rivayette de denilmiştir ki, bu gömlek o sırada Yusuf'un sırtında bulunan bir gömlek idi. Gerçekten de "İşte şu gömleğim" ifadesinde bu mânâ daha açık olarak görülmektedir. Ancak bu suretle böyle sıradan bir gömleğin göze sürülmekle gözlerin kuvvet bulması akılla anlaşılır birşey olarak görülmez. Bundan dolayı muhakkik olanlar demişlerdir ki: "Bu da mutlaka vahiy ile olmuştur. Zira bu yönde bir vahiy olmasa Yusuf bunu kendi aklıyla bulamazdı". Bununla beraber Fahreddin Razi der ki: "Bunun akılla açıklanabilir bir tarafı da yok değildir. Denilebilir ki, Yusuf, babasının görmemesinin, iç sıkıntısı ve üzüntü yüzünden, çok ağlamaktan ileri gelen bir görme zayıflığı olduğunu anladığı için belki şöyle düşünmüştür: Gömlek üzerine konulduğu zaman her halde çok sevinecektir ve yüreğine büyük bir sevinç dolacaktır. Bununla ruhu kuvvet bulacak ve gözüne fer gelecektir. Şu halde görmesi kuvvetlenince gözündeki görme zayıflığı da geçmiş gitmiş olacaktır. İşin bu kadarı da kalb ile bilebileceği bir şeydir. Çünkü tıp ilminin prensipleri bunun sağlıklı bir düşünce olduğuna delalet eder... ilh. Ancak bunun mânâsı şu demektir. Bu, aklen ve tıbben mümkündür, tıbbın kurallarından ve tecrübelerden böyle bir ilham alınabilir. Gerçekten de gerek hastalık, gerek sıhhat açısından üzüntünün ve ruhsal etkilerin beden üzerindeki rolü, böylece tedavisi tıp açısından dahi inkâr olunamazsa da burada akla uygunluğun bu kadarcığı yine de meselenin çözümüne yeterli değildir. Böyle bir düşünceyle "belki iyi gelir" denilebilirse de kesin hüküm verilemez. Oysa meselenin en önemli noktası Yusuf'un kesin bir ifade kullanarak "görmesi geri gelir" demesidir. Akıl yoluyla ele alındığı zaman, tıbbın hiçbir tedavisinde böyle konuşulamaz. En maddî ve en basit tıbbı tedavi şekillerinde bile yüzde yüz kesin sonuç şudur diyerek hüküm verilemez. Buna işaret olmak için ihtimal ki, Razi de bu maksatla: "Bu kadarını kalb ile marifet mümkün olur" demiş, "akıl bunu bilir" dememiştir. Diyelim ki: Yusuf'un aklına böyle bir imkan ve ihtimal doğuvermiştir. Peki onun kalbine bu kesinliği veren, kazandıran kuvvet nedir? Bu nokta muhakkiklerin dedikleri gibi, ilâhî vahiyden başka bir sebeple açıklanamaz.
Yusuf, kardeşlerini böylece memnun edip onların gönüllerini aldıktan sonra ilk iş olarak onları böyle güzel ve mucizeli bir tedavi yolu ile babasına müjde vermek ve ahir ömründe ona güzel güzel hizmet etmek için Mısır'a davetle görevlendirdi. Onları hiç bekletmeden geri gönderdi ve dedi ki:
Babamla beraber bütün ehlinizi; yani erkek, dişi, büyük, küçük Yakup hanedanından olan bütün kimseleri, bütün ailenizi toptan alıp bana getiriniz. Rivayet olunur ki, gömleği kardeşleri içinden Yahuda almış ve "Daha önce kanlı gömleği götürüp, babamızı mahzun eden ben idim. O vakit mahzun ettiğim gibi, şimdi de müjde verip sevindireyim" demiş ve yalın ayak, başı kabak Mısır'dan koşarak yola çıkmış. Mısır'la Kenan arasındaki mesafe seksen fersah imiş. Daha önceki seferlerde kardeşlerini hazırlayıp donatan Yusuf'un bu kerre, bu emirleri verirken gerekli hazırlığı ve donanımı daha mükemmel şekilde hazırlayıp gönderdiğini hatırlatmaya lüzum yoktur. Rivayet olunduğuna göre, bu kafilede babasına ikiyüz deve yükü yiyecek ve mal göndermiştir.
Şimdi bakınız burada ikbal yüzünü gösterir göstermez ötede ne olacak, Allah'ın rahmeti nasıl tecelli edecek, vuslat esintileri nasıl gelecek, ayrılık ve hicran nasıl kaçacak, nasıl bir neş'e ve lutuf kaynaşacak?
94- Vakta ki, kafile ayrıldı. Yani, Mısır'dan hareket edip Kenan diyarına doğru yola çıktı, ötede babaları, dedi ki, inanın ben Yusuf'un kokusunu alıyorum, beni bunak yerine koymayacaksanız!... Yani, ey bu sözümü işitenler, siz benim aklıma ve şuuruma halel geldi sanıp, bana bunak demeyecekseniz, vicdanıma güvenecekseniz, bu sözüme inanırsınız. Veya daha önce bana bunak demeseydiniz şimdi sözüme inanırdınız. Fakat derken, hiç de akıl dışı bir şey olmayan o esef duygusuna bile saçma ve mânâsız deyip itiraz eden ve Yusuf kokusu burunlarında tütmeyen siz gafiller, şu anda derin bir şekilde içimi saran sevinci, bu Yusuf kokusunu nereden duyacaksınız? Henüz kendi vicdanımdan başka hiçbir delili bulunmayan bu sözüme, bu ledünnî vuslat müjdesine nerden inanacaksınız? İnanmayacaksanız bari beni bunak yerine koyup da inkâra kalkışmasanız ne olur?
Yusuf'un peygamberlik müjdesi ile himmet gömleğini getirecek olan o muştuluk kervanı Mısır'dan kopup Yakub'un tarafına doğru yönelir yönelmez, beri tarafta Yakub'un burnunda tüten ve ruhanî bir zevkle bütün vicdanını saran bu kokulu rüzgar, bu ledünnî seher esintisi, bu Yusuf kokusu, şüphe yok ki, ona ilâhî revhtan bir esinti ve gelmekte olan müjdenin habercisi bir rahmânî nefes idi. Şu anda tasavvuru bile gönül ehlini hazza boğacak olan bu tatlı koku, kim bilir Yakub'un gam ve hicranına nasıl bir darbe indirmiş, onun vicdanını nasıl bir letafetle sarmış olmalı ki, Yakub, bununla hem uzaktaki bir ikbal olayının başlangıcından bir esinti duymuş, hem de birkaç gün sonra kavuşacağı ilerdeki müjdenin büyük sevincine yavaş yavaş hazırlanmış bulunuyordu. Bu nasıl oluyordu? Seksen fersahlık mesafeden bu kokuyu taşıyan araç ne idi? Ve bunu duyan algılama gücü ne idi, nasıl bir güçtü? Bilinen hava akımlarının buna yetmeyeceği şüphesizdi. Kafilenin Mısır'dan ayrılması anında Yakub'un beri tarafta duyduğu bu kokulu esintinin hızı en azından bir şimşeğin hızına eşit olmalıydı. Oysa bugünkü teknolojide ses nakline kadar uygulamasını duyduğumuz elektrik akımının henüz kokuya uygulanabildiğini bilmiyoruz.
Bir de Yakub'un hassasiyeti ne kadar incelmiş ve hüznü ile gözleri ağardıktan sonra koku alma duygusu ne kadar gelişmiş olursa olsun, kafilenin Mısır'dan ayrılmasından önce duymayıp da ayrıldıktan sonra duymuş olması gösterir ki, bunun sırrı ve hikmeti onun hassasiyetinden kaynaklanan bir olay da değildir. Tefsir âlimlerinin bu konuda iki ayrı yorumu vardır. Birisi Allah Teâlâ'nın bu kokuyu, bir mucize olmak üzere o kadar uzak mesafeden Yakub'un vicdanına ulaştırmasıdır. Birisi de o anda onu Yakub'un vicdanında icad ve yaratmış olmasıdır. İşte bundan dolayıdır ki, herhangi şekilde olursa olsun, bu olayın alışılmışın dışında fevkalade bir ilâhî mucize olduğunda hiç şüphe yoktur. Zamanımız fen bilimleri ve felsefesi bu gibi olağanüstü olayları açıklayamamakla beraber inkâr da etmemektedir, Psikolojide "telepati" adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Telgraf, telefon kelimelerinde dahi bilindiği ve kullanıldığı üzere "tele" kelimesi aslında "uzak" demek, "pati"de etkilenme anlamına geldiğinden, "telepati" uzaktan etkilenme demek olur. Ve şöyle tarif olunur: Bir ruhta duyulan öyle bir algılamadır ki, o anda meydana gelmiş gerçek bir olaya ilişkin olduğu halde, öyle bir mesafede veya öyle bir duygu hali içindedir ki, bu durum o olayın o kişi ile bilinmesini imkansız gibi gösterir". Diğer bir tarife göre de "Bir mânânın veya duygunun uzaktan algılanması, yani hissolunabilecek bir aracının yardımı olmaksızın iletilmesi meselesidir". Önceki tarife göre telepati, normal dışı sayılan şartlarda meydana gelen dış olaylara da şamil olabilecektir. Lâkin ikinci tarife göre, herhangi bir hava akımı içinde duyulabilecek koku gibi olaylar, telepati cinsinden sayılabilecek kadar fevkalade olaylardan değildir.
Çünkü dış olaylarda en azından ışık veya hava gibi bir maddî vasıta vardır ki, bize telepatiden ziyade telsiz ve radyo yayınları cinsinden bir olayı düşündürebilir. Bundan dolayı bunun fen açısından tasavvuru sırf ruhanî olan telepati algılaması kadar müşkül olmaz. Zira uzaktaki bir his veya mânâ hızlı ve gizli bir vasıta ile yaklaştırılıp tebliğ edilmiş olur. Ve bundan dolayı bazıları telepatinin en yaygın olan, soyut ve sırf manevî olan kısmını da bu suretle tevil ederek düşünmek isterler. Bununla beraber herhangi bir şeyin insan ruhuna ve vicdanına doğması nasıl oluyor? Ve vicdan denilen gücün, asgari ve azami algılama sınırı nereden başlıyor? Ve bunun yayılma sahası hangi sınıra kadar gidebilir? Bir ruhun potansiyel güçleri, kendi dışındaki olayları, yalnızca beden sınırına bağlı olarak mı algılıyor? Isı yaymada olduğu gibi, bedenden dışarıya doğru yayılan ve etkisini uzaklardan karşılayan başka güçler yok mudur?
Bunlar tam anlamıyla bilinmeden uzaktan duyguların algılanması olayını, ve daha başka ruhsal olayları mutlaka tevil etmeye mecburiyet yoktur. Ve doğrusu yalnızca uzaktan his değil, yakından hissetmekve şuur olayları dahi layıkı ile açıklanamamaktadır: "Ruh konusunda size çok az bilgiden başka birşey verilmemiştir". Ancak olayı olduktan sonra hissetmek normal olduğu gibi, his maa'l-vuku, yani olayı olurken, meydana gelirken duyabilmek veya olmadan önce, yani "kable'l-vuku" hissedebilmek de inkâr edilemez olaylardandır.
Burada kendi başıma gelmiş ve yaşadığım bir telepati olayından bir misali anlatmak istiyorum: İstanbul'da Nüvab Mektebi'nde talebe iken bir gün öğleden sonra dersten çıkıp Nuruosmaniye'de ikametgahım olan hattat odasına geldim. Tek başıma pencerenin önüne oturdum. Oturur oturmaz, henüz daha hiçbir şeyle meşgul olmadan, birdenbire büyük amcam Mehmed Emin Efendi hatırıma doğuverdi ve derhal kalbime derin bir hüzün çöktü, ağlamak istedim. Halbuki başka zamanlar onu hatırlayınca mutlaka sevinç ve neşe hissederdim. Az bulunur, fazilet örneği bir insan idi. Bu sefer hem hatırlayış şeklim, hem de alışılmışın dışında sevinç yerine içime öyle bir hüzünün çökmesi tuhafıma gitmişti. Ben bunu hemen bir yere kaydettim. Onbeş gün sonra memleketten posta ile bir mektup aldım, babam" o gün amcamın vefat ettiğini ve bana yadigar olmak üzere birkaç kitabını vasiyyet ettiğini" yazıyordu. O zaman ben postanın on günde geldiği bir mesafeden o hüzünlü olayı, meydana geldiği anda yüreğimde duymuştum ve gözlerim dolmuştu.
İşte telepati dedikleri şey böyle olaylardır ki, bizim ıstılahımız bütün bu gibi olayları ilham cinsinden saymaktadır. Bu hâl uykuda meydana gelseydi adına rüya diyecektik. Bunlar normal duyularımıza göre fevkalade olaylardan olmakla beraber, çok nadir şeyler de değiller, her zaman herkesin başına gelebilen çok sayıda olaylardır. Belki herkeste olur da pek çok kimse bunun farkında bile olmaz. Fakat bunlar genellikle bilgi sebebi değildir. Sıradan bir vehim şeklinden başlayarak, keramet veya mucize derecelerine kadar çıkacak çeşitli derecelerde ortaya çıkabilirler. Acizane kendi kanaatime göre:
Bu âyet, bize yalnızca ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki, "râyiha", yani koku kelimesi, "rîh", yani "rüzgar" anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimeden iletme anlamı daha belirgindir. Halbuki yukarıda da söylediğimiz gibi, kafilenin Mısır'dan ayrıldığı anda Yakub'un vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgar hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. Bugünkü bilgimize göre; bu iletişimin fizik olarak meydana gelmesi, havanın normal ve kütlevi akımı ile değil de elektrik dalgaları şeklinde olması ihtimali söz konusudur? Ancak bir kokunun havada yayılması, koku zerreciklerinin hava içinde hareket edip yayılması sonucuna dayandığı bilindiğine göre, bu zerrelerin bir elektrik akımı halinde ve elektrik hızı ile akıp gelmesi, fizik açısından aklın almayacağı bir olay olacaktır. Bunun için bir tahlile daha lüzum vardır ki, o da o zerrelerdeki kokunun tıpkı ısı ve ışık gibi yayılma kabiliyetine sahip bir kuvvet olduğunu bulmaktır. Gerçekten de kokunun, mesela bir gül suyu zerrelerinin kendilerinden ziyade onlardaki bir kuvvet ve özellik olması ve ince bir titreşimle yayılıyor şeklinde ele alınması daha akla yatkın ve koku alma duyularımızdaki bedahete daha uygun düşmektedir. O halde meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesi dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Yakub'un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. Bazı tefsir âlimlerinin dediği gibi Allah Teâlâ'nın, Yusuf'un kokusunu Yakub'un vicdanında doğrudan doğruya yaratmış ve icad etmiş olması da ihtimal dışı bir şey değildir. Hatta Yakub'un hafızasını yeniden harekete geçirip daha önceden bildiği Yusuf'un kokusunu ona kendi vicdanında yeniden duyuruvermesi de ihtimal dahilindedir. Lâkin âyetin ifadesinden açıkça ortaya çıkan mânâ, bu kokunun rüzgar içinde duyulması ve gömleği taşıyan müjde kafilesinin Mısır'dan ayrıldığı sırada iletilmiş olmasıdır. Bu ise kokunun da havadan bir telsizle şimşek gibi naklinin ve iletilmesinin mümkün olabileceğini, yaratılışta bunun da gizli bir kanunu olabileceğini düşündürür. Şüphesiz ki, bunun gerek Mısır'dan gönderilmesi, gerekse böyle bir hızlı titreşimin Yakub tarafından algılanabilmesi ve o kokunun Yusuf'a ait olduğunu kestirebilmesi, doğrudan doğruya ilâhî tasarrufu gösteren harikalardır. Gerek bu bakımlardan, gerek Yusuf ile Yakub'un birer peygamber olmaları bakımından olay çok yönlü bir mucizedir. Zira bir insanın yakınındaki birinin kim olduğunu kokusundan tanıyabilmesi bile olağanüstü bir meseledir. Ancak olayın bütünüyle tabiat kanunlarının üstünde bir mucize olması, bununla ilgili birtakım tabiat kanunlarının mevcut olmasına engel değildir. Mesela Hz. İsa'nın kuş yapması Allah'ın izniyle bir mucizedir. Fakat kuşların uçması olayından, uçma ilkelerini çıkarmak ve yine Allah'ın izniyle uçaklar yapmak mucize olmayan bir buluştur.
95-Hasılı Allah'ın kudretine bakın ki, Yakub, Yusuf'un güzel kokusunu o kadar uzaktan derhal duydu ve onun bir vehim, bir hayal olmadığını, bir hakikat olduğunu kendi vicdanında tanıdı. Durumu kesin bir dille ifade etti, fakat gafillerin kendisine inanmayıp "saçma" diyeceklerini bildiği için de "Beni bunak yerine koymazsanız..." dedi, lâkin kim dinledi? Tahmin ettiği gibi, onun bu sözünü işitenler Hayret vallahi, dediler, gerçekten de sen hâlâ eski şaşkınlığında bocalayıp duruyorsun. Yani, hâlâ "Yusuf, Yusuf" deyip duruyorsun, hâlâ ona kavuşacağını vehmediyorsun, oysa bu doğru değil. Oğulları yolda olduğu için, Yakub'a bunu söyleyenler onlar değildi. Kızları, gelinleri ve öteki yakınları olabilirdi. Lâkin çok geçmeden esas şaşkının kimler olduğu açığa çıkacaktı. Zira bunun üzerine:
96- Ne zaman ki müjdeci geldi gömleği yüzüne koydu Yakub'un görmesi yerine geldi. Gözü açılıverdi ve eskisi gibi görmeye başladı.
Şimdi bu neşeye kavuşan Yakub neler dedi, neler yaptı sanırsınız? Hayır o yine "sabrı cemil"inden ayrılmadı. "Allah'ın yardımından ümit kesmeyiniz" nasihatını hatırlatarak, sadece size demedim mi dedi ben, doğrusunu isterseniz Allah'dan sizin bilmediklerinizi de bilirim. Yani, şimdi anladınız mı Allah, ne büyüktür; peygamberlik de nasıl bir gerçektir?
97-O vakit gelmiş olan oğulları, hepsi birden ey bizim babamız, dediler bizim için günahlarımıza istiğfar et, mağfiretimize dua ediver biz hakikaten suçluyduk. Şimdi ise çok pişman olduk.
98-Buna rağmen babaları hemen istiğfar edivermedi de ileriye dönük bir vaatte bulundu: İlerde, dedi, sizin için Rabbime istiğfar ederim. Şüphe yok ki, ancak O'dur ğafur, rahîm.
Yakub, böylece kendisinin bir baba olarak onları bağışladığını ima etmekle birlikte, Allah'ın da onları affetmesi için yapacağı dua ve istiğfarı, seher vakti veya cuma gecesi gibi bir vakte, duaların kabul olunacağı bir icabet vaktine tehir ettiği, böyle bir vakti gözettiği akla gelebilir. Daha doğrusu, Yusuf'la helallaştırıncaya veya onun affını anlayıncaya kadar tehir etmiştir. Çünkü zulme uğrayanın helallik vermesi, ilâhî mağfiretin ön şartlarından biridir.
Gelelim sonuca:
99- Hasılı, ne zaman ki, Yusuf'a vardılar, yani Yusuf'un daha önce kardeşlerine tenbih edip istediği gibi, başta babaları olmak üzere bütün aile bireyleri topluca Mısır'a gelip Yusuf'un yanına vardılar. Rivayet olunur ki, Yusuf ve Melik, yanlarında dört bin asker, birtakım devlet adamları ve Mısır halkından çok sayıda insan, gelen kafileyi karşılamaya çıkmışlardı. Yakub Aleyhisselam, oğlu Yahuda'ya dayanarak yürüyordu, karşıdan gelen kafileye ve atlılara bakıp, "Ey Yahuda, şu karşıdaki adam Mısır'ın Firavun'u mu?" diye sordu. O da "Hayır, Firavun değil, oğlun" dedi. Yaklaştıkları zaman Yusuf'dan önce Yakup selam verdi ve "Selam sana ey hüzünleri gideren" dedi...ilh.
Yusuf anasını ve babasını kendisine iva etti. Yani, boyunlarına sarılıp bağrına bastı ve onlar için hazırladığı özel dinlenme yerlerinde istirahat ettirdi. Anlaşılıyor ki, bu henüz şehre girmeden karşılama yerinde oluyordu. Nitekim Allah'ın izniyle hepiniz güven ve huzur içinde Mısır'a giriniz, dedi. Ve böylece Mısır'a girdiler.
100- Ve anasıyla babasını arşa çıkardı. Özellikle anasıyla babasını kardeşlerinden daha fazla saygı ve ikramla karşıladı. Kendisine ait olan ve bir tahta benzeyen yüksek köşkün üzerine çıkardı. Ve onun için hepsi secdeye kapandılar. Yani anası, babası ve kardeşleri, Yusuf'a kavuştukları için Allah'a şükür ifadesi olarak secdeye kapandılar. Bir görüşe göre, o zaman âdet olduğu üzere Yusuf'a karşı resmî bir selam görevini yerine getirmek için secde durumuna geçip yerlere kapandılar. Gerçi bu anlam, ilk bakışta Yusuf'un gördüğü rüyaya daha uygun gibi görünür. Lâkin selam secdesi olsa idi, ilk karşılaşma anında yapılırdı. Öyle yapılması icap ederdi. Zaten âyette (âyet 4) cümlesi de "onları gördüm bana secde ediyorlardı" demek olabileceği gibi, "benim için secde ediyorlar gördüm" anlamına da gelebileceğinden, Yusuf'a kavuşturan Allah'a şükür secdesi şeklinde anlamak, her bakımdan daha uygun düşmektedir. Bir de bu secde ile meleklerin Âdem'e yaptıkları secde arasındaki ilişki ve benzerlik unutulmamalıdır.
Onlar işte böyle secdeye kapandılar. Ve, o vakit bunu gören Yusuf, ey babacağım, dedi. işte bu, daha önce görmüş olduğum rüyanın tevilidir. Yani o zaman, senin yaptığın yorum, bilimsel ve özet bir tevil idi, kısaca yapılmış bir tabir idi. Fakat şimdi bilfiil gerçekleşen mânâsı ve meâli budur. Onu Rabbim hakikaten gerçekleştirdi, aynen hak bir rüya olarak çıkardı. Tıpkı gördüğüm gibi, vakıa olarak gerçekleştirdi. Gerçekten de bana lutuf ve ihsanda bulundu. Çünkü beni zindandan kurtardı ve sizi de bedivden getirdi, badiyeden, yani taşradan, çölden, yahut "Beda" adı verilen yerde yaşamaktan kurtardı, buraya getirdi.
Vahidî ve daha bazılarının beyanına göre, "Bedv" kelimesi iki anlama gelir: Birincisi, şahsın uzaktan göründüğü düzlük ve açık yer demektir ki, dilimizde buna "alan" denir. Bunun aslı (beda, yebdu, bedven) fiilinden zuhur mânâsına mastar olup, sonra ism-i mekan gibi kullanılmıştır. "Bedv" in karşıtı "hazar" dır. Bunlar nisbet yası ile kullanıldıkları zaman "bedevî" ve "hazarî" denilmiştir. İkincisi ise Abdullah b. Abbas'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Yakup, "Beda" adı verilen yere yerleşip orada yaşıyormuş ve Yusuf'un yanına işte oradan gelmişti. O yerde dağın dibinde kendisinin bir mescidi vardı. İbnu'l-Enbarî de demiştir ki: "Beda bilinen bir yerdir. Filan, Şi'b ile Beda arasındadır" denilir. Bu iki meşhur yer, şiirlerde birlikte anılagelmiş olan yerlerdir. Nitekim Küseyyir şöyle demiştir:
Ve işte bu anlamdan alınmış olarak "Kavm Beda'ya vardılar, varıyorlar", demektir. Bu mânâya göre "Bedv" mastar olur. Ve böylece Hz. Yakub ve ailesi aslında bedevî değil, hazarî idiler demek olur..ilh.. Bu tefsirin sebebini az sonra gelecek olan âyetinde bulacağız.
Bununla beraber önceki mânâya göre bunu şöyle anlamak da mümkündür: Sizi çölleri, badiyeleri aşırarak ta uzaktan Mısır'a getirdi. Hangisi olursa olsun, şurası gayet ince ve zariftir ki, Yusuf, babasıyla kardeşlerinin Mısır'a getirilmelerini, kendisinin zindandan çıkarılmasına eşdeğer bir nimet saymakla kalmayıp, bunun da onun gibi kendisi hakkında bir ilâhî ihsan olduğunu açıkça anmış ve vurgulayarak dile getirmiştir. Yani ailesinin nimete ve refaha ermesini kendisine yapılmış bir ihsan olarak anmıştır. Özellikle kardeşlerini mahcup etmemek için zindandan önceki kuyu olayından hiç söz etmemiştir, bundan dikkatle kaçınmıştır. Hakkındaki bu ihsanın önemini belirtmek üzere demiştir ki:
Benimle kardeşlerimin arasını şeytan dürtüştürdükten sonra, böyle oldu. Yani, benimle kardeşlerim arasında geçen ve hiç hesaba alınmaması gereken macera ne benden, ne de onlardan kaynaklanan bir olay değil, aramızı bozmak için şeytanın dürtmesinden, onun fesatçılığından ve iğvasından ibarettir. Fakat şeytanın kardeşler arasına sokulması haddi zatında büyük bir fitne ve bela idi. Eğer Allah'ın lutfu yetişmeseydi, kimbilir daha ne gibi fenalıklar olacaktı. Bundan dolayı böyle bir iptiladan sonra Rabbimin bu ihsanları ne kadar büyüktür. Muhakkak ki, Rabbim dilediğine lutfunu bol bol ihsan eder. Dilediği işi yoluna koymak için aldığı tedbirler, ne latif, ne hoş, ne ince şeylerdir. Ve hakikaten ancak O'dur âlim, O'dur hakim. Gerçek ilim O'nun ilmidir, gerçek hikmet O'nun hikmetidir.
Rivayet olunur ki, Hz. Yusuf, babasının elinden tutup hazineleri gezdirmiş, altın, gümüş, mücevherat, silah, elbise ve diğerlerini gösterip dolaştıktan sonra yazı yazılacak kağıt (parşömen) hazinesine vardıkları zaman Hz. Yakub: "Ay oğul, bunlar dururken şu sekiz merhalelik yerden bana bir mektup yazmadın ha! Bu ne ilgisizlik?" demiş. Yusuf da: "Bana Cebrail öyle emretti" demiş. Babası "Peki amma niye sormadın?" demiş, Yusuf da: "Sen ona benden daha yakınsın." diye cevap vermiş. Bunun üzerine Yakup Cebrail'e sormuş, Cebrail de: "Sen, korkarım ki, Yusuf'u kurt yer, dediğinden dolayı, Allah bana öyle emretti ve benden korksaydı ya, buyurdu" demiş.
Yine rivayet olunduğuna göre, Yakup Aleyhisselâm Yusuf ile beraber yirmidört sene daha yaşamış, sonra vefat etmiş ve Şam tarafında babası İshak Aleyhisselâm'ın yanına defnolunmasını vasiyyet eylemiş, Hz. Yusuf da bizzat kendisi gidip babasının cenazesini oraya defnetmiş, sonra geri dönmüş. Yusuf babasından sonra yirmi üç sene daha yaşamıştı.
Fakat bütün bunları gören bu nimet ve ihsana eren Yusuf, nihayet ne dedi ve bu kıssa nasıl bir sonuçla sona erdi? Bakınız Yusuf ne dedi:
101- Ey Rabbim! Sen bana mülkten bir parça nasip verdin. Ehadîsin meâlini bilmek ilminden de bana bir hisse ilim öğrettin. Böylece en büyük dünya nimetinin ve devletinin ne olduğunu tattırdın ve ben bütün bu olup bitenlerin sonunun nereye varacağını anladım. Yani anladım ki, bütün dünya hayatı ve olayları, tevil ve tabiri sonunda gerçekleşecek olan bir rüya gibidir. Ve bana öğrettiğin ilimden hisseme düşen kadarıyla anladığım şudur ki o rüyanın da tabir ve tevili, yani yorumu açıkça belli olduğundan dolayı, bunun ilerisinde bir ahiret hayatı mutlaka gelecektir. İşte bunun kesin olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Ey gökleri ve yeri yoktan yaratan Rabbim! Sen dünyada ve ahirette benim velimsim. Benim malikim, veliyyi nimetim ve efendimsin Beni bir müslüman olarak vefat ettir, yani müslüman olarak canımı al; başka bir dinde, başka inançta olmaktan beni koru ve ruhumu müslüman olarak kabzet, ve salihler arasına kat, salih kulların, işe yarar ve iyilik sever kulların arasına koy. Ahirette atalarım gibi, salihler zümresi içinde haşreyle, zira nimet ancak o zaman tamamlanmış olacaktır.
Deniliyor ki, Yusuf böyle dua ettiği vakit Allah Teâlâ, ruhunu tayyib ve tahir olarak kabzeylemişti. Bunun üzerine Mısır ahalisi arasında nereye defnolunacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, birbirleriyle kavga edecek hale gelmişler. Nihayet mermerden bir tabut yapıp, onun içine koymuşlar ve Nil nehrinin mecrasına defnetmeye karar vermişler ki, Nil Nehri'nin suları, onun üzerinden geçerek Mısır'a vardığında hepsi onun uğrundan teberrük edebilme konusunda eşit olacaklardı. Daha sonra Mısır'da hanedan değişikliği olmuş, iktidar Amalika'dan çıkmış, Firavunlar'a geçmişti. İsrailoğulları da Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilmesine kadar Firavunlar'ın elinde esir kalmış idi.
Peygamber efendimiz, Mirac gecesinde Âdem Aleyhisselâm'la dünya seması denilen birinci gökte, Yusuf'la ise ikinci semada karşılaşmıştı. Bunu Mirac hadisinde haber vermişti. İşte Yusuf, başı mihnet ve ibtila, sonu da yokluk ve zeval olan bu dünya mülkünün, bu dünya geçidinin hakikatını ve akıbetini bildiği için, daha ileri gidip, elinde kuvvet varken Mısır'a hükümdar olmak sevdasını beslememiş, aksine dünyadan el etek çekmek ve ebedî hayata can atmak istemiş de böyle bir dua ile vefatını dilemiştir.
Ve öyle bir sonla ahirete gitmiştir ki, ne güzel dua, ne güzel akıbettir. Ve işte takva sahiplerinin örnek alacakları hayat ve can atacakları gaye budur: Bu dünya hazineleri değil, bu güzel sonuçtur. Meâl-i Şerifi
102- O yok mu? Yani hiç haberin yokken, yukarıdan beri sana bildirilen ve dikkat çekici nice olayları, âyet ve hikmetleri içeren şu güzel kıssayı, Yusuf ve kardeşlerinin hikâyesini görüyorsun ya! İşte bu gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahyediyoruz. Yoksa onlar o mekri yapmak üzere işlerine karar verdikleri sırada sen onların yanında değildin. Ne Yusuf'u kuyuya atmak için dolap çeviren kardeşlerinin yanında idin, ne de sana bir oyun olsun diye bunu sormak için arkandan konuşup karar veren Kureyş ile yahudi bilginlerinin meclisinde idin. Yukarıda da (âyet 3) geçtiği üzere bu vahiy sana gelinceye kadar bunların hepsinden habersiz idin. Oysa bu haber ve açıklama, ancak bütün bunları gözleriyle görmüş olan birinin anlatabileceği şeylerdir.
103-İşte bundan dolayı, bu gayb haberlerinin "herşeyi gören" Allah Teâlâ'dan sana vahiy ile bildirildiği ve senin hak peygamber olduğun gün gibi açıktır. Her şey ortada ve hiçbir şüpheye yer vermiyecek kesinliktedir. Bununla beraber sen büsbütün hırslansan, şiddetle arzu etsen de insanların çoğu inanacak değildir. Çokları vahye ve bu güzel kıssanın Allah tarafından bildirildiğine yine de iman etmez; güzel bir roman, uydurma bir hikâye gibi, hayal eder ve önemsemeden geçer gider.
104- Halbuki sen buna karşılık olarak onlardan bir ecir, bir ücret de istemiyorsun, ki çıkar sağlamak için mi acaba böyle konuşuyor diye herhangi bir şekilde şüpheye yer olabilsin, bu, ancak âlemlere bir zikirdir. Bu haber, bu uyarı veya bütünüyle bu Kur'ân bütün akıl sahiplerine, düşünebilen canlılar âlemlerine hakkı ve hakikatı tanıtmak için özbeöz bir hatırlatma, katıksız bir uyarıdır, halis bir öğüttür.
105-Şu halde aklı olanların bunu düşünmeleri, ders almaları ve gereğince iman etmeleri gerekirse de aklı olmayanların öğütten ve uyarıdan bir şey anlamaları mümkün olmadığı için, aklı olmayanlar veya olup da kendi heva ve heveslerine yenik düşmüş olanlar, düşünme kabiliyetini ve gücünü yitirmiş bulunanlar, öğüt ve uyarıya önem vermeyip, hep baskı ve zor kullanılmasını gözettiklerinden, insanların çoğu da böyle olduklarından, insanların çoğu sırf güzel öğüde kanıp da iman etmezler. Üstelik bu inanmazlıkları yalnızca senin peygamberliğine ve sana vahiyle bildirilen âyetlere mahsus bir şey de değildir. Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, üzerlerine uğrarlar, o âyetlerle yüz yüze, göz göze gelirler de ondan yüz çevirir geçerler.
106-Bundan sonra ki sûrede de işaret olunacağı üzere Allah'ın varlığına ve birliğine, ilim ve kudretine ve sonsuz hikmetine delalet eden gerek enfüsi, gerek afakî, gerek semavî, gerek arzî bu kadar çok delil vardır ki, bunlar her gün onların gözüne çarpar; gözlemleri, araştırmaları, fenleri, felsefeleri hep bunların etrafında dolaşır durur, bu delillerin üstüne uğrarlar da onlar yine de bu delilleri görmezlikten gelirler, görmek istemezler, yüzlerini başka tarafa çevirir geçerler, başka maksatlar peşinde koşarlar çoğu Allah'a iman etmez, ancak müşrik olarak ederler. Allah'ın varlığını büsbütün inkâr etmeseler de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allah'a da inanmazlar.
107-Halis tevhid ile iman etmezler, Allah'dan başkasına ilâh payesi verirler, kutsallıklar uydururlar veya dünya nimetlerine de taparcasına düşkünlük gösterirler. İmdi bunlar kendilerine Allah'ın azabından bir bürüme, (yani hepsini içine alacak kuşatıcı bir azap) gelivermesinden ya da hiç haberleri yokken ansızın başlarına kıyametin kopuvermesinden eman mı bulmuşlardır? Ki bunca âyetlere karşı hakkı düşünmezler de imansızlık ve müşriklik ederler, Allah'dan korkmazlar, ahiret için hazırlanmazlar. Hayır eman içinde olduklarından değil, ilerisini düşünmediklerinden, basiretsiz olduklarından dolayı öyle yaparlar.
Bundan dolayı sen,
108- De ki, işte bu, bu davet, böyle tevhid ve ihlas ile iman yolu benim yolum: Basiret üzere Allah'a davet ederim ben ve bana uyanlar da böyleyiz; yani bana uyan ümmetim de hep böyle basiretle Allah yoluna davet ederler, tıpkı benim gibi yaparlar. Ve ben Allah'ı tenzih ve takdis ile tesbih ederim ve ben müşriklerden değilim. Bu âyet de gösteriyor ki, dine davet ancak bu şartlarla caiz ve verimli olur. Yani müşrikler gibi körükörüne ve birtakım batıl ve bozuk maksatlar uğruna veya kendi nefsanî hevesleri uğruna değil; basiret üzere, ne dediğini bilerek, ihlas ve samimiyetle, edep, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve ancak Allah rızası gözetilerek Allah'a davet edilmelidir. Yoksa din ve dindarlık sırf bir gururdan, kof bir iddiadan ibaret kalır: "Rabbinin yoluna hikmetle ve tatlı dille, güzel öğütlerle davet et, onlarla en güzel şekilde mücadele et..." (Nahl 16/125) ilâhî emri, bu noktayı daha ayrıntılı olarak açıklamıştır.
109- Senden önce de biz o memleket halkından kendilerine vahiy gönderdiğimiz kimselerden başka peygamber göndermedik. Yani senden önceki peygamberler de ne melek, ne kadın, ne bedevî, ne de başka yerlerden, uzak diyarlardan gelmiş insanlar değildi. O şehir halkından, medenî insanlardan, kendilerine vahiy verdiğimiz senin gibi erkek, mert ve yiğit adamlardan ibaret idi. Bundan anlaşılır ki: Yukarıda "Allah sizi bedvden getirdi" âyetinden Yakub ve evlatlarının aslında bedevî oldukları sanılmamalıdır. Bütün peygamberler gibi, İbrahim, İshak ve Yakub da esasen kura ehlinden, yani site halkından ve medenî idiler. Bunlar badiyede bulundularsa da bu geçici bir durum, bedevîleri irşad ve davet için bir vazife icabı veya başka bir sebepten dolayı idi. Nitekim daha sonra Hz. Musa'ya da böyle bir ibtila vaki olmuştu. Hz. Âdem bile cennette eşiyle birlikte yaratılmış, sonradan dünyaya gönderilmiş, yaratılıştan ve ruhen medenî bir kimse idi. Peygamber denildiği zaman, onu yemeyen, içmeyen, beşer ihtiyaçlarından hiçbir şeye muhtaç olmayan bir melek sanmamalıdır. (En'âm Sûresi'nde "Eğer o peygamberi bir melek yapsaydık, onu yine bir adam şekline koyardık" (âyetinin tefsirine bkz. En'âm, 6/9)
Bakara Sûresi'nde Âdem'in yaratılışı kıssasında (2/30) geçtiği üzere, Âdem'e ve Âdem soyuna ihsan edilen bilgi edinme özelliğine melekler nail olamamışlardır. Allah'ın imtihanı ile Âdem, meleklere değil, melekler Âdem'e secde etmekle emrolunmuşlardır. İlâhî emirle insanların hizmetiyle görevli melekler vardır, fakat hiçbir insan meleklere hizmetle emrolunmuş ve görevlendirilmiş değildir. Onun için peygamberliğin ilk şartı insan olmaktır, onun belirleyici özelliği de, Allah'ın özel bilgilendirmesi demek olan vahiy göndermesidir. Sonra hem müjdeyi, hem inzar ve uyarıyı içine alan bu ilmin öyle ciddi bir uygulaması ve peygamberlik görevinin öyle ağır şartları vardır ki, kadının yaratılışı ve meşrebi doğrudan doğruya bu ağır görevin sorumluğunu taşımaya elverişli değildir.
Gerçi Allah Teâlâ dilerse bir kadına da o gücü ve tahammülü ihsan edip sonra da ona peygamberlik verebilir. Fakat bu, onun yaratılışını ve mizacını bir erkek mizacına dönüştürmek demek olur. Binaenaleyh insanlar içinde peygamberlik göreviyle görevlendirilecek kimselerin de sıradan erkeklerden değil, onlar arasında en seçkin, en iradeli ve en güçlü kimselerden seçilmiş olması da ilâhî hikmet icabıdır. O halde gerek vahiy, gerek görevin yerine getirilmesi için gerekli olan ruh gücü, sabır ve tahammül açısından peygamberlik, medenî şehirlilerden ziyade, haşin bedevîlere layık olmaz mı? diye bir sual akla gelebilir. Bu ümmînin aldığı vahiy, bir okuma yazma bilenin aldığı vahiyden daha çok mucize anlamı taşıyacağı gibi, bir bedevîye nasip olacak vahiy, bir medenîninkinden daha şaibesiz ve daha büyük bir harika sayılmaz mı? Allah'dan başka her şeyden büsbütün kopmak ile Hak Teâlâ'ya özel bir yaklaşma demek olan vahiy emrine bedevînin ilkel hayatı daha elverişli; çöller ve vahalar, köylerden ve şehirlerden daha ziyade ilâhî ilham ve varidatın gelişmesine uygun değil midir? Ve buralarda dönüp dolaşan bedevîler, daha dayanıklı, hayatın çetin şartlarına daha alışkın ve binaenaleyh daha erkek ve daha yiğit görülmezler mi? şeklinde birtakım vehimlere düşmemek gerekir. Çünkü nübüvvet kaba kuvvet ve sertlik demek değildir; hikmet, nezaket ve incelikle insanları ikna gücüdür. Bu açıdan bakılınca bedevîlik peygamberliğin hikmet ve gayesiyle ters düşen ve bağdaşmayan bir olaydır. Medenilikte belki birtakım hasletlerde gerileme olabilir, fakat o ölçüde ıstıfa (seleksiyon) da artmaktadır. Genel olarak medeni insanların ahlâkî olgunluklarında bedevîlere göre daha yüksek gelişmişlik ve çekicilik vardır. Medenîlerde bilgi, görgü, yumuşak başlılık ve uyumluluk daha öndedir. Buna karşılık bedevîlerde bilgisizlik, görgüsüzlük, kabalık, sertlik, acımasızlık ve karamsarlık önde gelir. Âyette de "Bedevîler inkâr ve nifakça daha beterdirler, bununla beraber Allah'ın, resulüne indirdiği vahyin sınırlarını ve inceliklerini bilmemeye daha yatkındırlar..." (Tevbe 9/97) buyurulmuştur. Bir hadisi şerifte de "Badiyyede yaşayan haşin, av peşine düşen de gafil olur" denilmiştir. Velhasıl din yalnızca ilkel insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil, en yüksek medeniyyetlerin de düzenleyicisidir. Bedevîlik, bir peygamberde bulunması hikmetin gereği olan incelik ve çekiciliğe, olgunluk ve güzelliğe uygun değildir. Öteden beri ilâhî sünnetin ve geleneğin icabı olarak bütün peygamberler kasaba ve site ahalisinden, yani medenî olan kesimin erkekleri arasından gelmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed Mustafa da şehirlerin anası anlamına gelen "Ümmülkura" adındaki Mekke şehrinde doğmuş ve orada kendisine peygamberlik verilmiştir. Bu Kur'ân, bu en güzel kıssa ve bu gayb haberleri kendisine yine orada vahyolunmuştur. Şu halde Muhammedî nübüvvet ve risalete inanmayanlar herhangi bir bilimsel gerekçeden dolayı değil, sırf şirke meyilleri ve hakka sırt çevirmeleri yüzünden iman etmezler... Artık o imansızlar yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin akıbetleri nasıl oldu? Hani bir zamanlar bütün dünyayı kendilerinin malıymış sanıp da Allah'a şirk koşan, Allah'ın âyetlerine ve peygamberlerine inanmayan, ahireti hesaba katmayan imansızlar nereye gittiler, ne oldular? Takva ile hareket etmiş olan için ahiret evi kesinlikle daha hayırlıdır. Ey aklı olanlar artık aklınızı başınıza almayacak mısınız? Aklınızı kullanarak bu hakikatı anlayıp o hayra yetişmek için şu ölümlü dünyada şirkten ve isyandan sakınıp, uzak durmayacak mısınız?
110- Bu gün şu kara toprağın neresine bakılsa akıbetleri görülecek olan önceki kavimler içinde bir zamanlar dünyaya öyle mağrur olanlar vardı ve bunlar o peygamberlerin karşısında bir müddet için öyle imkanlara sahip kılınmış ve hak ettikleri ceza öylesine geriye bırakılmış idi ki; o peygamberler, vahy ile gönderilmiş olan o resuller umutsuzluğa düşünceye kadar, (yani nasihatlarının işe yaramadığı konusunda iyice ümitlerini kestikleri) ve kendi kendilerini gerçekten yalan çıkarıldı zannettikleri vakit, yani o iman etmeyen kavimlerin dedikleri gibi, o vahiy sözlerinin yalan olduğunun açığa çıkacağını zannedip, hani ya, "siz eğer doğru söylüyorsanız ne zaman gerçekleşecek bu vaad?" (Yâsîn, 36/48) diye şımardıkları vakit, onlara, o peygamberlere vaad edilmiş olan yardımımız geldi, o zaman kime diliyorsak, ona kurtuluş verildi, diğerlerinin hiçbiri kurtulamadı. Gerçekten de suçlu kavimlerden bizim azabımız geri çevrilemez. Yani necat bulup kurtuluşu murad edilenler, o peygamberlere iman eden müttakiler idi. Kurtulmayanlar da hep suçlu ve günahkarlardı. Ve böyle vakti gelip Allah'ın azabı indi mi artık suçlulardan o azabın geri çevrilmesine hiçbir şekilde ihtimal yoktur. Zira Allah'ın hükmüne karşı durabilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O anda çaresiz kalıp iman etmenin de faydası olmaz. Artık uygulamaya konulmuş olan Hakk'ın hükmü bozulmaz.Kesinleşmiş olan karar değiştirilmez. Ve bu her zaman böyledir. Önceki kavimler hakkında böyle olduğu gibi sonrakiler hakkında da böyledir.
111-
Gerçekten de onların, (daha önceki peygamberlerle ümmetlerinin ve
özellikle Yusuf ile kardeşlerinin) kıssasında büyük bir ibret vardır.
Fakat ulu'l-elbab olanlar, yani üstün zekalılar için. İnsanların
birçoğu için değil. İçi çürük ve kof olmayan, aklı bir karış havada
bulunmayan, Sağlam özlü, temiz akıllı kimseler için. Düşünce yapıları
bozulmamış olan üstün akıllılar anlarlar ki, bu, (yani Kur'ân), ya da
bu güzel kıssa, uydurulmuş bir söz değildir. Ve lâkin önündekinin,
(yani kendisinden önce indirilmiş bulunan ilâhî vahiylerin)
doğrulayıcısıdır. Onların tasdiklerine ve temyizlerine ihtiyaç hasıl
olan noktalarda onların destekçisi olan bir semavî kitaptır. Evet
tasdiki ve her şeyin ayrıntılarının belirleyicisi, ve bir hidayettir,
yani doğru yolu gösteren büyük bir rehber ve bir rahmettir ancak iman
eden bir kavim için. Çünkü bundan faydalancak olanlar buna inanacak
olanlardır. İnanmayanlara gelince, onlar bu hidayetten ve rahmetten
faydalanamazlar. Göklerin gürlemesini ve başlarına yıldırımların
düşmesini beklerler.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |