12-YUSUF:

57- Ve elbette ahiret ecri daha hayırlıdır.Yani, dünya ecri ne kadar hayırlı olursa olsun, ahiret ecri, ahiret sevabı daha hayırlıdır. Çünkü kalıcı, ebedî, zahmetsiz, halis ve katıksız hayırdır. Fakat iman edip, takva yolunda gidenler için; yani, Allah'ı bir, Hz. Muhammed'i hak peygamber olarak tanıyıp, dinin emir ve yasaklarına titizlikle uyan muhsinler için ahiret sevabı elbette daha hayırlıdır. Şu halde ibret ehli, Yusuf'un dünyada nail olduğu o geçici devlete ve nimete değil de asıl ahirette ereceği sonsuz ve sınırsız mükafata imrenir.

Onu dikkat nazarına alır da öyle kamil bir imanla takva ve ihsana sarılır.

İşte Yusuf, Mısır'da öylece iktidar makamında yetkiyle görevlerini yürütürken:

58- Bir de Yusuf'un kardeşleri geldi. Yani, daha önce haber verdiği kıtlık seneleri gelmiş çatmış olmakla her taraftan zahire almak için Mısır'a geliyorlar ve Yusuf'a müracaat ediyorlardı. Kardeşleri de Mısır'a geldiler, sonra da huzura girdiler Yusuf onları hemen tanıd" Elbette Yusuf'un huzuruna girecekleri zaman hüviyetleri tesbit edilmiş, kendilerinin kim olduklarını haber vermişlerdi. Demek ki, şekil ve kıyafetlerinde de tanınmayacak bir değişiklik yokmuş, zaten içlerinden birini tanımış olsa hepsini tanıyacağı belli idi. Onlar ise onu tanımamışlardı. Çünkü o, çocukken ayrılmış, büyümüş, değişmiş ve tanınmayacak bir makamda bulunuyordu. Şu halde sûrenin baş tarafında da geçtiği üzere, Yusuf kuyuya atıldığı zaman kendisine vahyedilmiş olan "Sen onlara bu yaptıklarını hiç beklemedikleri bir sırada haber vereceksin" (âyet 15) ilâhî vaadi gerçekleşmeye başlıyordu. Onlar, onun huzurunda garibane bir şekilde hallerini arzettiler. O da kendini tanıtmadan aşağıda geleceği üzere onlara ikramda bulundu, yüklerini hazırlattı.

59- Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlattı. Bütün ihtiyaçlarını düşünerek özellikle ve titizlikle hazırladı, donattı, onları tam uğurlayacağı sırada dedi ki, bana, babanızdan olan öbür kardeşinizi de getirin. Bu kardeş daha önce yukarıda da geçtiği üzere, "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevimli" (âyet 8) demiş oldukları Bünyamin idi.

Demek ki, gelenler daha önce Yusuf'u götürüp kuyuya atanlar idi ve bunlar arasında Yusuf'un ana-baba bir öz kardeşi olan Bünyamin yoktu. Bu sırada veya daha önce kim olduklarını arzettikleri sırada bir kardeşleri daha olduğunu söylemiş olmalılar ki, Yusuf onlara yakınlık gösterdiği halde yine de bu sözden, bu istekten bir anlam çıkarıp onu tanıyamamışlardı. İhtimal ki, onlar, bunu haklarında başka yollardan yapılmış bir tahkikat ve istihbarat olarak değerlendirmişlerdi. Bu yüzden farkına varamamışlar, gösterilen bu derin aşinalıktan büsbütün hayrete düşmüşlerdir. Yusuf bunu söylerken "Kardeşinizi" demeyip de "babanızdan olan sizin öbür kardeşinizi" demesi de çok anlamlıdır. Bunu böyle söylemekle, onu hem tanımıyormuş gibi davranmış, hem onun yalnız kaldığını işaret etmiş, hem de kendi kardeşliğini kastetmeye uygun bir imada bulunmuş ve böylece ilk önce sevgili öz kardeşini yanına getirtmek istemiş. Bu isteğin yerine getirilmesini sağlamak için de demişti ki:

Görmüyormusunuz ben keyli hakkıyle ölçüyorum. Görüyorsunuz ya benim tutumum, haksızlığa ve suistimale, yolsuzluğa hiç meydan vermiyor; tam ölçüyorum, kimseye eksik vermiyorum, aynı zamanda ben hayrülmünzilin bir kimseyim. Allah için çok iyi ve emsalsiz bir misafirperverim.

Bundan anlaşılıyor ki, onların yükleri ve ihtiyaçları techiz edilip hazırlanıncaya kadar onları kendi hanesinde ağırlamış, ziyafetler verip, ikram ve ihsan da bulunmuş. Bunu da başa kakmak ve minnet yüklemek maksadıyla değil, daha fazla zahire veremediği için mazeret olarak söylemiş, bir kişi daha olsaydınız size bir kişilk daha fazla zahire verebilecektim demek istemiş ve kardeşinin getirilmesini sağlamak için söylemiş ve bu konuda ısrarlı olduğunu da şöyle belirtmiş:

60- Eğer onu bana getirmezseniz artık size benim yanımda hiçbir kile yoktur. Yani paranızla bile benim yetkim altında Mısır topraklarının hiçbir yerinde bir tek ölçek bile zahire alamazsınız, almanız ihtimali bile yoktur bilesiniz, bana da yaklaşmayınız... Yani, benden yardım ve iltifat ummak şöyle dursun, semtime bile uğramayınız, gözüme görünmeyiniz, ülkeme ayak bile basmayınız.

61-Yusuf'un bu ısrarlı isteğine karşı onlar şöyle cevap verdiler: Dediler ki: Varınca onun için babasına müravede edeceğiz. Yani, onu babası yanından ayırmak istemez, amma biz kandırmak için bir yolunu bulmaya çalışacağız. Ve kesinlikle biz bunu yaparız.

62-Diğer taraftan Yusuf: uşaklarına, (yani zahireleri ölçen ve yükleri hazırlayan emri altındaki görevlilere) tembih etti: Sermayelerini, yüklerinin içine geri koyuverin, dedi. Zahire almak için sermaye diye getirdikleri para veya altın gümüş cinsinden kıymetli eşyaları zahire çuvalları içine koydurtmuş ve el altından onlara böyle gizli bir ihsanda daha bulunmuştu, "ki, geri gelsinler diye". Çünkü yurtlarına varıp yükleri açtıkları zaman, yeni bir sevinç daha duyacaklar ve ellerinde hazır bir sermaye bulacaklar ve dediği gibi, kardeşlerini alarak dönüp geleceklerdi, Tekrar gelmeye can atacaklardı.

Burada denilebilir ki, bunlar çok güzel ve ince şeyler, ancak Yusuf için ilk fırsatta kendisini tanıtması, babasına açıkça durumunu bildirip, onu bir an önce yanına davet etmesi daha uygun olmaz mıydı? Meseleye dışardan bakıldığı zaman, bu herkesin aklına gelebilecek bir şey gibi görülür. Doğru olan da böyle yapmak sanılabilir. Fakat o zaman aniden gelen böyle bir sevinç ile yaşlı babası nasıl olacaktı? Acaba gelebilecek miydi? Genel durum ne idi, siyasi şartlar nereye kadar müsait idi? Ailesini Mısır'a nakletmek mümkün olacak mıydı?

Demek ki, ledunnî hikmet açısından ilk önce getirilmesi gereken öbür kardeşi idi. Bunu getirtmeden, Yusuf'un hicranına Bünyamin'in hicranı ve hasreti eklenmeden belki Yakup Aleyhisselam için vuslat şartları tekemmül etmeyecekti. Yusuf'un kalbinde kuyu ve zindan yaralarının izlerine karşılık, Yakub'un kalbi bu iki hicranla sızlanmadan meydana gelecek kavuşmayı, ruhlar aynı zevk ve aynı şevk ile duyamıyacaklardı. Görülecek parlak hatimenin, mutlu sonun ledunnî neşvesi tamam olmayacaktı. Unutmamak gerekir ki, Yusuf'un bu muameleleri kendi iradesiyle değildir. Biraz sonra gelecek âyetlerde de görüleceği üzere, hepsi Allah tarafından gelen vahiy emriyle olmuştur.

İşte Yusuf, kardeşlerini böylece tembihlerle ve geri dönmeleri için gerekli teşviklerle uğurladı:

63- Ey babamız, dediler, kile bizden engellendi. Yani gelir gelmez, daha yüklerini bile açmadan, babalarına gördükleri ihsan ve ikramdan söz etmeden, ilk ağızda böyle acı bir haber ile söze başladılar. Yusuf'un ileriye dönük bir şart olarak öne sürdüğü bu sözü, onlar mutlak anlamda kullanarak istekte bulunmaya başladılar. Gerçi maksatları "Eğer kardeşimizi götürmezsek bundan böyle Mısır'dan zahire alabilmemiz yasaklandı" demekti. Fakat onlar bunu babaları üzerinde etki aracı olarak kullanmak için sanki elleri boş gelmişler, bütün zahmetleri boşa gitmiş gibi mutlak anlamda bir yasaklanma şeklinde ifade etmişlerdir. Bu sözün arkasından da asıl maksadı üzerine basa basa vurgulamışlar: Şu halde kardeşimizi bizimle gönder ki zahire alabilelim, bize güven, emin ol; biz onu elbette muhafaza ederiz, koruruz.

64-Babaları onların teklifini red ile kabul arasında bir cevapla karşıladı: Dedi ki: Onu size emanet edeyim mi? Yani, etmem, nasıl edebilirim? Ancak bundan önce kardeşi hakkında güvendiğim gibi güvenmiş olurum. Yani bu güvenmem, layıkıyle bir güvenme olmaz. Olsa olsa kardeşini güvendiğim gibi güvenmiş olacağım. Bu ifade hem sitemi, hem de reddi ifade eder. Biliyorsunuz ya! Bundan önce Yusuf'u size emanet ettim de ne oldu? Onun hakkında da böyle bastıra bastıra "Muhakkak ki, biz onu koruruz" (âyet 12) demiştiniz de ne yaptınız? Koruyabildiniz mi? Artık bunun hakkında "onu biz elbette koruruz" demenize güvenebilir miyim? İmdi Allah'dır en hayırlı koruyucu. Korursa O korur. Allah korumayı istediği takdirde mutlaka korur ve Allah koruyanların en hayırlısıdır. Korumayı murad edince, nerde olsa, nasıl olsa korur ve en mükemmel, en hayırlı bir şekilde korur. Her türlü tehlikelerden kesinlikle uzak tutar ve korur. Onun için onu Allah'ın korumasına emanet etmek daha hayırlıdır. Ve O, erhamürrahîmdir, merhametlilerin en merhametlisidir. O'nun rahmetinden ve kereminden beklenir ki, onu korur da bir musibet, bir acı daha vermez.

65- Ne zaman ki yüklerini açtılar, sermayelerini kendilerine iade edilmiş olarak buldular. Demek ki, babalarıyla konuşmaları daha yüklerini açmadan önce, gelir gelmez olmuştu. Demek ki, ilk iş olarak kardeşlerine babalarından izin koparmak peşinde idiler. Böylece Yusuf'un bu ikinci tedbiri, ümit ettiği gibi, ikinci bir teşvik unsuru olmuştu: Babalarına "daha ne isteriz?" diye bunu da bildirdiler...

66-Ancak babaları bununla da yetinmiyerek: Onu kesinlikle sizinle göndermeyeceğim, ta ki, Allah'dan bana bir and ve misak verirseniz. Yani, Allah'a yemin ederek bana söz vermedikçe onun sizinle gitmesine kesinlikle izin vermeyeceğim. Allah'a yemin ederseniz, ki, onu muhakkak bana geri getireceksiniz, ancak hepiniz ihata edilmiş olursanız o başka. Yani hepiniz, her bakımdan yenik düşmüş ve çaresiz kalmış, hepiniz helak olmuş, gücünüz tükenmiş bir vaziyete düşmedikçe, onu bana geri getireceğinize dair Allah'a yemin ederek bana söz vermeden onu sizinle göndermem.

Kaderin ne kadar dikkat çekici bir cilvesidir ki, yemini son derece sağlam surette ifade olunan bu istisna ile Yakup Aleyhisselâm, ileride başlarına gelecek ihata (kuşatılıp çaresiz kalma) durumunu sanki bilerek önceden açığa vurmuş ve sanki öyle bir durumdaki mesuliyetsizliği belgelemiştir. Onun için demişlerdir ki, Yani, "bela, dile dayalıdır." Ağızdan çıkan başa gelir.

Bunun üzerine ne zaman ki babalarına misaklarını verdiler, o da bu söylediklerimize Allah vekildir dedi.Yine çok dikkat çekicidir ki "Allah şahit" veya "Allah kefil" dememiş de "Allah vekil" demiştir. Demek ki, maksadı yalnızca şahitlik değil, icraattır. Demek ki, bu konuda kefalete de ihtiyaç yoktur. "Muhakkak ki, O, herşeye vekildir" (En'âm, 6/102; Hûd, 11/12) âyeti ise bu konuda kesin ve mutlaktır. Yani, O'nun tevfiki olmadan biz bu sözleri, bu teahhütleri yerine getiremeyiz. Bizim hesabımıza bunları icra ediverecek, gerçekleştirecek irade ve kudret ancak O'nundur. Bu konuda muvaffakiyeti O'ndan dileriz. Ayrıca şunu da tembih etti:

67- Ey oğullarım, dedi, hepiniz tek kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz!

Demişlerdir ki, bu tavsiyenin sebebi, toplu bir şekilde girince göze çarpacaklar, dikkat çekeceklerdi. O zaman da bir haset yüzünden belki başlarına bir iş gelebilecekti. Onları böyle bir duruma düşmekten sakındırmak için bu tavsiyeyi yapmıştır. Çünkü birinci seferinde oğulları Mısır'da tanınmış ve Yusuf'dan gördükleri ikram ve ilgi yüzünden özellikle görevliler tarafından tanınan, bilinen kişiler olmuşlardı. Anlaşılıyor ki, Hz. Yakup, esrarengiz bir durum sezmiş ve buna karşı oğullarının fazlaca dikkat çekmeden, avcı koluna dağılır gibi, ayrı ayrı kapılardan şehre girmelerinde gizli bir tedbir görmüş ve bunu tavsiye etmiş. Bununla beraber böyle tedbirlerle Huda'nın takdirinin önüne geçilemiyeceğini de anlatmak ihtiyacını duymuştur ki:

Maamafih Allah'dan herhangi bir şeyi sizden muğni olmuyorum. Yani, ben bu tedbir ve tavsiye ile sizi Allah tarafından gelmesi takdir edilmiş olan herhangi bir şeyden uzak tutmuş, sizi ondan kurtarmış olmuyorum. Eğer Allah hakkınızda bir kaza murad etmiş ise o mutlaka olur. O'nun takdirine karşı hiçbir tedbir fayda vermez. Her ihtimale karşı tedbir almak da gerekli ise de alınan tedbir, takdiri engelleyecek ve ilâhî muradın meydana gelmesini önleyecek değildir. Tedbir, nihayet Allah'dan o vesile ile bir yardım dilemedir. Takdire uygun ise faydalı olur, yoksa kadere mani olamaz. Hüküm ancak Allah'ındır. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim". Ancak O'nun hükmüne güvenip, O'na dayandım, O'na güvendim. Emir ve kumandayı O'na havale edip, sizi de O'na emanet ettim. Şu halde tevekkül edecekler de O'na tevekkül etsinler. Yani, tevekkül edecek olanlar veya bana itimadı olanlar da ancak Allah'a tevekkül etsinler. Ne başkasına, ne de kendi güçlerine güvenmesinler. Hz. Yakub'un bu tevekkül tavsiyesinin, "fâ" harfiyle ki sebebiyyedir kendi tevekkülüne bağlanması da dikkat çekicidir. Bununla böylece kendisinin nübüvvetine işaretle oğullarının ve diğerlerinin de kendisine uymaları gerektiği nasla ifade olunmuştur.

68- Gerçekten de onun dediği gibi, babalarının kendilerine emrettiği şekilde girdiklerinde de başlarına Allah'dan gelecek hiçbir şeyden onlara fayda vermedi. O şekilde girmeleri veya babalarının o şekildeki tavsiyesi, hasılı bu şekildeki bir tedbir haklarında Allah tarafından mukadder olan şeylerden onları kurtarmaya yetmedi. Yani yine de ihata edilip çaresiz kalmalarına, hırsızlıkla itham edilen kardeşlerinin ellerinden alınarak, orada alıkonulmasına vs. engel olamadilh.

Böyle yapmakla ancak Yakub'un içine doğan bir ihtiyacı yerine getirmiş oldular. Ki, onun bir baba olarak, şefkat hissi, kulluk anlayışı ve en selametli yolu arama ihtiyacı vardı. Bu tedbir ile gönlünün ğıllu ğışı giderilmiş, kendi içinde acaba bir tedbirsizlik yaptık mı, cinsinden şüpheleri bertaraf edilmiş oldu. Hasılı o tedbirin sırf enfüsî bir teselliden başka gerçekte hiçbir faydası olmadı. Aslında, muhakkak ki, o, bir ilim sahibi idi. Yani işin olacağına varacağını, tedbirin takdire engel olamıyacağını biliyordu. Yakup, bunu zaten biliyor ve her işinde bunun gereğini yerine getiriyordu. Çünkü ona biz öğretmiştik. Vahiy, ilham, tecrübe ve istidlal yoluyla biz öğretmiştik. Velâkin insanların çoğunluğu bilmezler. Onun bunları bildiğini bilmezler. Kaderin hükmünü icra edeceğini bilmezler. Bir kısmı kuvveti yalnızca kendi tedbirinde zanneder: Kendi mukadderatımızı kendimiz tayin edeceğiz, demeye kadar gider. Bir kısmı da tevekkülü tedbir almaya engel zanneder: Tedbir aldığı zaman tevekkül açısından kusurlu olacağını sanır. Oysa tedbirin de Allah'dan yardım istemek demek olduğunu, en azından kendi gönül huzuru açısından bunun gerekli olduğunu hesaba katmaz.

Alınan tedbir ile bir psikolojik ihtiyacın karşılandığını ve bunun insana, en azından moral kazandırdığını hesaba katmak gerekir:

69- Kardeşini kendine iyva etti, yanına aldı, sinesine çekti, bağrına bastı.

Rivayet olunur ki, Yusuf'un huzuruna girdiklerinde: "İşte emrettiğin kardeşimiz budur, onu getirdik" diye takdim ettiler. O da: "İyi ettiniz, isabet eylediniz, onu yanımda bulacaksınız" dedi. Ona ikramda bulundu. Sonra hepsine bir ziyafet verdi ve onları ikişer ikişer sofraya oturttu. Bünyamin tek kaldı, kendi kendine "Şimdi kardeşim Yusuf sağ olsaydı, o da benimle birlikte otururdu" dedi ve gözlerinden yaş damladı. Yusuf da "Kardeşiniz tek kaldı" dedi ve onu kendi yanına aldı. Sonra her iki kişiye birer yatak odası hazırlattı ve "Bunun ikincisi yok, bu da benim yanımda olsun" diyerek kendi odasına götürdü. İşte odada tek başlarına kalınca, koklaya koklaya yanında yatırdı, sabah oldu. Yusuf ona evlatlarını sordu, o da: "On oğlum var, hepsinin ismini de ölen kardeşimin adından koydum" dedi. Bunun üzerine Yusuf, ona: "O ölen kardeşinin yerine ben senin kardeşin olsam ister misin?" dedi. O da: "Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Amma ne çare ki, seni Yakup ile Rahil doğurmuş değil" diyerek iç çekti. İşte o vakit Yusuf ağladı ve kalkıp boynuna sarıldı ve kendini tanıttı da Ben, dedi, ben cidden senin kardeşinim. Yusuf, ayrıca ona tembih etti: Bunun için onların yapacaklarına aldırma, dedi. Yani, biz iki kardeş hayırlısı ile birleşip mesud olduğumuz için, artık kardeşlerimizin bize geçmişte yaptıklarına üzülme, boş ver, onlara aldırma. Veya bu sefer benim adamlarımın sana yapacakları oyundan dolayı sakın telaşlanıp üzülme. Ve bu sana anlattıklarımı kimseye sezdirme, hiç duymamış gibi serinkanlı ol, diyerek tembih etti. Demek ki olup bitecekleri de anlattı.

70-Rivayet olunuyor ki, Bünyamin, Yusuf'a artık ben senden ayrılmam demiş. Yusuf da iyi amma babamın benden dolayı acı çektiğini biliyorsun, bir de seni alıkoyarsam acısını daha da arttırmış olacağız. Üstelik buna bir bahane de yoktur, ne var ki, sana hoş olmayan bir suç isnad edersem, ancak o zaman olabilir, demiş. O da ne istersen yap, hiç aldırmam, diye cevap vermiş. Bunun üzerine âyetteki çareyi anlatmış, o da hay hay, yap, demiş. Ne zaman ki, onların yüklerini hazırlayıp donattı; o sırada su tasını, kardeşinin yükünün içine yerleştirdi. Şüphe yok ki, bir misafiri uğurlarken yüküne bir şey koymak, onu ona hediye etmektir.

Sikaye: Susak, maşraba, tas gibi, içine içilecek su konulan kaptır. Lâm-ı tarif bunun malum ve belli bir su kabı olduğunu gösteriyor ki, Bünyamin'i odasında yatırırken kullanılan ve sevgili bir kardeşe hediye edilmeye layık değerde olan bir su kabı olması gerekiyor. Nitekim çok kıymetli bir gümüş veya altın idi demişlerdir. Ve ifadenin dış görünüşüne nazaran Yusuf, bunu kendi eliyle koymuş, ilk seferde sermayeleri iade ederken olduğu gibi, uşaklarına koydurmamıştır. Şu halde onun oraya konuluşuna başka hiç kimse vakıf olmamış, ancak kafilenin geri çevrilmesine ve yüklerin araştırılmasına başka memurlar göndermiştir. Ki, sonra da bir münadi bağırdı: Ey kafile, siz mutlaka hırsızsınız! Düşünmeli ki, gördükleri bu kadar izzet ve ikramın arkasından, ansızın böyle bir teşhir ve itham ne kadar acı bir şeydir. Bu isnad belli olmayan herhangi bir nidacıya mal ediliyor. Bu şekilde çağırılmasını Yusuf'un öğrettiği açıkça belirtilmiyor. Fakat olayların gelişmesinin aldığı şekilden bunun da onun tarafından öğretildiği anlaşılıyor. O halde bu haydi dış görünüşüyle bir itham olsun, ancak su kabının çalınmadığını bilen Yusuf açısından bu bir yalan, bir iftira ve bühtan değil mi? Yusuf, buna nasıl izin ve cevaz vermiş olabilir? Burada bu soru önemli, cevabı da gayet incedir. Hakikatte bu şekildeki bir nida su kabı için geçerli değildir, ancak daha önce Yusuf'u babasından almış kaçırmış olmaları dolayısıyla doğrudur. O sabıkada bir rolü bulunmayan Bünyamin, zaten bunun kendisi hakkında bir muvazaa, bir danışıklı döğüş olduğunu bildiğinden, bu ithamı kendi üzerine almıyor, bundan memnun bile oluyordu.

Fakat Bünyamin'e gizli olarak "Olup biteceklerden üzülme!" diye tembih eden Yusuf, kendisi böyle bir ceza ile kardeşlerinden intikam mı almak istiyordu? Hayır, ilerde de göreceğimiz şekilde Yusuf, onlardan kendi hakkını affetmişti. Lâkin onların yaptıkları işlerde bir de Allah hakkı vardı ki, onu affetmek Yusuf'un elinde değildi. Ancak o, kardeşlerinin Allah katında da affa uğramalarını istiyordu. Bundan dolayı bu konuda kendisini tanıtmadan önce, Allah'ın hakkı namına tarizli bir uyarıyı içeren o suçlama ile ciddi bir pişmanlık duygusuna sevketmek ve onları bütün yaptıkları için tevbeye yönlendirmek için Bünyamin'in bu şekilde kalmasını temin ettiği gibi, onların da tevbekar olarak hakka yönelmelerini hazırlamış olacaktı. Gerçekten de bundan sonraki gelişlerinde nasıl bir kalb yumuşaklığı ile ne kadar saf ve temiz düşüncelerle dönüp geldiklerini göreceğiz.

İşte gerçekte bu olay, böyle ledünnî birtakım hikmetleri içeren Rabbanî bir ceza, ilâhî bir terbiye olacak ve bu arada babalarına verdikleri taahhüt ve misakın mesuliyetinden de kurtulacaklar. Çünkü babaları "ancak her taraftan kuşatılır ve çaresiz kalırsanız" demişti. İşte bu istisna böylece gerçekleşecekti.

Böyle içyüzünde şefkatli bir mazeret, dış görünüşünde acı bir itham olan bu nida karşısında nasıl bir dirayet ve metanet gösterdiler?

71- Üzerlerine doğru yönelerek dediler ki yani o sesi işitince, dönüp baktılar, bağıran yalnız değil, kendilerine doğru bir cemaat halinde gelenler var. Bunlara dönüp dediler ki: Ne arıyorsunuz? Dikkat çekici bir ifade tarzıyla ve kibarca "Ne arıyorsunuz?" diyorlar da "Neyiniz çalınmış?" demiyorlar. Böyle demekle kendilerinin hırsızlıkla uzaktan yakından bir ilişkileri olmadığını hakimane bir üslub ile dile getiriyorlar ve karşılarındakileri de edepli olmaya zorluyorlar. Şunu anlatmak istiyorlar: Durun bakalım, telaşla her önünüze çıkanı hırsızlıkla suçlamayın, bu kadar peşin hükümlü olup, sizler hırsızsınız, diye kaba bir şekilde damgalamayın. Bize hırsızlık yakışmadığı gibi, size de böyle konuşmak yakışmaz. Biz hırsız olmadığımız gibi, belki siz den de bir şey çalınmamıştır, çalınmıştır diye itham konusu yaptığınız şeyi belki bir yerde unutmuş da olabilirsiniz. Belki yitirmişsiniz de onu arıyorsunuz. Kaybınız nedir? Neyi arıyorsunuz?

72- Gerçekten de bu uyarı ve irşad sebebiyle onlar da sözlerine çekidüzen vermek ihtiyacını duyarak, dediler ki: Melik'in su kabını arıyoruz, ve onu getirene bir deve yükü (zahire) bahşiş var. Yani, bakın bakalım, belki yüklerinizin arasına karışmıştır. Karşılığında tekdir değil, takdir görürsünüz, ve ben buna kefilim, yani o tas benim zimmetimdedir. Anlaşılıyor ki, sözcülüğü o bağıran adam yapıyor. Önceki cümlelerde hep "biz" derken, burada "ben" diyor. Ve o, anlaşılıyor ki, bu takip ve arama ekibinin reisidir. Ve yine anlaşılıyor ki, Yusuf'un ona talimatı böyledir.

Suvâ: Lügatte "sa" denilen ve İslâm fıkhında da muteber olan bir kile, yani bir ölçektir. Bir de su içecek bir tas ve maşraba anlamına gelir. Burada bazıları ölçek demişler, bazıları da yukarıdaki "sikaye" ile bağlantılı olarak su tası demişler ve maşraba olarak tefsir etmişlerdir. Ayrıca "suva" isim, "sikaye" ise sıfattır demişler. Lâkin "es-sikaye" kelimesinden açıkça anlaşılan Yusuf'un su kabı olmasıdır. Burada ise her iki anlama gelecek şekilde "suva" denilmesi ve Melik'e ait olduğunun bildirilmesi orada kaçamaklı bir tevriye kastedilmiş olduğunu anlatıyor. Melik'in denilmesinde onları başka bir heybetle korkutmak amacı güdüldüğü anlaşılıyorsa da bundan Aziz olan Yusuf veya bizzat Melik de kastolunuyor olabilir. Yusuf'un kendi eliyle koyduğu şey, herhalde Yusuf'un olması gerekir. Ancak bu ona muhtemelen daha önce Melik tarafından hediye edilmiş olan kıymetli bir şeydir.

Eğer zahire ölçülen kile de öyle çok kıymetli bir ölçek idiyse, işin hakikatini bilmeyenler dışardan bakılınca bunu hükümetin o ölçeği zannedecekler, o zaman da hakikatte dışardan görüldüğü şekle uygun bir itham yapılmamış olacaktır. Böylece tevili mümkün bir tevriye kastedilmiş ve belki bir istiare gözetilmiş olacaktır. Çünkü Yusuf, devletin bir ölçeği, bir adalet aracı, ülkenin hayat kaynağı, su tası durumunda idi. Onlara "Ne arıyorsunuz?" derken, bu soruya karşılık böyle bir mânâ söz konusu edilseydi de "Siz bir Aziz'i kuyuya atmışsınız, onu arıyoruz" deyiverselerdi, o zaman çok müthiş, bir şey olurdu. O zaman burada kastedilenin bir tas değil, doğrudan doğruya Yusuf'un kendisi olduğu anlaşılırdı. Ancak ifadenin zahiri böyle dolambaçlı tevillere müsait değildir.

73- Tallahi dediler. Arapçada "ta" kasem için kullanılır. "Vallahi", "billahi" gibi, "tallahi" diyerek de yemin edilir. "Ba" ve "Vav" harfleri gibi yemin için kullanılan "ta" ayrıca bir de hayret ve teaccüp anlamı ifade eder. Türkçede biz bunu farketmeyiz de, ancak "ta" ile "vav" ı birlikte kullanarak "tevallahi" denildiği zaman bir hayret mânâsı anlarız. Onun için "tallahi" şeklinde olan yeminleri Arapça'dan Türkçe'ye terceme ederken bu yolu seçmek uygun olur.

Yani "tevallahi" dediler gerçekten siz de bildiniz, bizi yakından görüp tanıdınız, kim olduğumuzu öğrendiniz, hakkımızda bilgi edindiniz ki, biz bu yerde, (yani, Mısır toprağında) fesatçılık yapmak, (ahlâksızlık etmek) için gelmedik, biz hırsız da değiliz.Yani bizim kim olduğumuz sizce ve hükümetinizce bilinip dururken böyle bizi hırsızlıkla itham edip suçlamanız ne kadar acaip bir şey? Buna şaştık kaldık doğrusu!

74- Görevliler cevap olarak: O halde, dediler, şayet yalancı çıkarsanız cezası ne? Yani, haydi sizin değiniz gibi olsun, peki aradığımız şey sizin yanınızda çıkarsa ve böylece siz de "çalmadık, biz hırsız değiliz" sözünüzde yalancı çıkarsanız, o zaman bu suçun cezası nedir? Bunun fetvasını verir, hükmünü tayin eder misiniz?

75- Onun cezası, dediler, Her kimin yükünde bulunursa, kendisi, onun cezasıdır: o malın çalınması karşılığında çalanın kendisi tutuklanır. İstihdam veya istimlak edilir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız. Yani bir zulüm demek olan çalma suçunu işleyenlere biz böyle ceza veririz.

Deniliyor ki, Hz. Yakub'un dininde hırsızlığın cezası, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmekti. Mal sahibi, o hırsızı mal edinirdi. Bazı tefsirlerde bunun bir sene müddetle olduğu zikrediliyor.

76-Bunun üzerine Yusuf, kendi kardeşinin eşyalarını aramadan önce öbürlerinin kablarını aramaya başladı. Demek ki, yukarıdaki karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yusuf'un huzuruna getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya başladı. Ve bu aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su kabını, kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.

Burada görülüyor ki: değil de buyurulmuş, zamir müzekker olan "suva'a" değil de "sikayeye" irca edilmiştir. Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in su kabı değil de Yusuf'un tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını çaldınız" ithamından kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince verdikleri fetvanın hükmü değişmiyordu. Bu nokta çok mühimdir. Çünkü yükten çıkan şey, Melik'in suvaı olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el koymak zorunda kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve mal edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında olmayan bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o zaman Bünyamin kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir ihtimalle istenen şey gerçekleşmeyecekti. Fakat yükten çıkan Yusuf'un koyduğu sikaye idi. Buna göre kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem hakim durumunda olmuyor mu? Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor, fakat hüküm vermiyor. Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların hakemliklerine dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle, yani "Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor, "çalmadım" da demiyor. Daha önce kendisine yapılan tenbih gereğince, olup bitenlere hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin verdiği fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle yapılmıştır.

Anlamalı ki, henüz kendisini tanıtmak zamanının gelmediğini bilen Yusuf, kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile istibdat ve zorbalığa başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü kullanmıyor ve bunu suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek davranışlardan sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme kavuşturmaya muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!

İşte Yusuf lehine böyle bir hile yaptık. Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah tarafından gelebilecek hiçbir şeyi önleyemez" âyetinde olduğu gibi, bu âyet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu işleri Allah Teâlâ'nın vahyi ve talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu acaip hileyi Allah takdir ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi de kardeşini alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı. Yoksa Melik'in dininde onu tutuklayıp alıkoymasına ihtimal yoktu. Burada "din" kelimesinin mânâsı dikkat çekicidir. Belli ki, bundan maksat, o zaman Mısır ülkesinde yürürlükte olan şeriat ve özellikle de "ceza kanunu" dur. Kaynakların bildirdiğine göre, o devirde Mısır ceza kanununda hırsızlığın cezası, hırsızı döğmek ve çaldığı malı iki katıyla tazmin ettirmekten ibaret idi. Şu halde o kanuna göre, Bünyamin'i tutuklayıp alıkoymak zulüm olurdu. Yusuf, kanun dışı bir hareketi tecviz etmeyeceği için sanığı mahkemeye sevkedecekti. Ancak Mısır mahkemesi de yürürlükte olan kanun ile hüküm verecekti. Mısır kanunları arasında da Yusuf'un, kardeşini kendisi için mal edinmesiyle ilgili bir madde yoktu. Lâkin Allah'ın dilemesi müstesna. Allah bir şeyi murad edince, sebeplerini de hazırlar. Onun için bir taraftan Yusuf'a o çareyi öğretip, kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirdiği gibi, diğer taraftan kardeşlerine de işi sezdirmeyerek o şekilde cevap ve hüküm verdirtti. Ve böylece hem ülkenin kanunlarını çiğnemeden, onların kendi ikrarlarıyla ilzam eyledi, hem de babasının şeriatinden bir hükmün tatbiki ile Mısır hukuk geleneğine canlı ve amelî bir misal, bir örnek kazandırdı. Kendi kanunlarına göre kardeşini alıkoymak hakkını elde ettikten başka, öbür kardeşlerini de yukarıda geçtiği üzere, babalarının "ancak çaresiz kalmanız müstesna" sözüne uygun bir duruma düşürerek, babalarına karşı yemin ederek verdikleri sözün sorumluluğundan kurtardı. Eğer "Cezası nedir?" sorusuna karşı, onlar faraza "Sizin memleketinizin cezası neyse onu veriniz" deselerdi, yahut bundan önce kendi yükleri içine haberleri olmadan konulmuş olan sermayelerini hatırlayıp, yükten böyle birşeyin çıkması, mutlaka çalınması anlamına gelmeyeceğini öne sürerek, bunun doğrudan doğruya hırsızlık demek olmadığında diretselerdi, kendileri tarafından bilerek konulmadığına dair yemin etselerdi veya yükleri hazırlayan görevlileri ve Yusuf'u, koymadıklarına dair yemin etmeye zorlasalardı, şüphe yok ki, Yusuf bu yolla hedefine ulaşamıyacaktı. Lakin Yusuf'a bu hileyi öğreten Allah, onlara da kendilerini savunabilecek ipuçlarının hiçbirini hatırlatmadı. Allah öyle diledi, öyle oldu. Biz, her kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Yani, böyle müstesna bir ilim ve iradeyle derece derece yükseltilmek, bu olaya ve Yusuf'a bağlı bir husus değildir. Allah, dilediği kulunu böyle ve hatta bundan daha yukarı derecelere yükseltir. Ve her bilgi sahibinin üstünde başka bir bilgin vardır. Yani, Allah'ın kullara ihsan ettiği derecelerin en üstünde ilim derecesi vardır. İlim en yüksek mertebedir. Yusuf'un kardeşlerine üstünlüğü ona verilen bilgi sayesindedir. Gerçi kardeşleri de az çok ilim ehli sayılırlarsa da bu işin hakikatini onlar bilmiyorlardı, Yusuf ise bilerek hareket ediyordu. Bununla beraber ne kadar yüksek ilim derecesinde bulunursa bulunsun her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır ki, o da Allah'dır. O âlim'in ilmine kimse erişemez.

77-79-İşte onlar işin hakikatini bilmediklerinden dolayı kendi hükümleri ile davayı kaybetmişler. Böylece çaresiz bir duruma düşmüş olan kardeşler dediler ki: Şayet çalmışsa bundan önce onun kardeşi de bir hırsızlık yapmıştı. "Bu işte mutlaka bir yanlışlık var" deyip kendilerini ithamdan kurtarmak için başka yollar, başka çareler arayacak yerde, öfkeye kapılıp Yusuf'a ve kardeşine duydukları burukluğu bir kere daha ağızlarından kaçırdılar. Bir rivayete göre, Yusuf'un anasının babası, bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emriyle dedesinin o putunu gizlice alıp götürmüş ve kırmış. İşte şimdi kızgınlıkla bunu söylemek istiyorlarmış. Bu söz, yukarıda "Siz hırsızlarsınız" ithamının verdiği endişe ile söylenmiş ve ona karşılık ledünnî bir itap gibi olmuştur.

Yusuf da bunu nefsinde gizledi, yani bu sözden içi burkulmadı, acı duymadı değil fakat onu içinde gizli tuttu, bekledi, sabretti açığa vurup da onlara belli etmedi veya öfkeye kapılıp açıklamada bulunmadı, kusurlarına bakmadı. Fakat kendi kendine Siz, fena bir durumdasınız, dedi. Yani bu uğradığınız belalı işten dolayı fena durumlara düşmüş vaziyyettesiniz, ne söyleseniz kusurunuza bakılmaz. Teselliye muhtaç olduğunuz böyle bir durumda öfke ve şaşkınlıkla söylediğiniz bu lafınıza tahammül etmek, kusurunuza bakmamak gerekir. İsnad ettiğiniz vasıfları da Allah biliyor ki, işin içyüzü sizin dediğiniz gibi değildir, bizden hırsızlık uzaktır. O halde aslı astarı olmayan bu sözünüzü neden ciddiye alayım? Bundan ne diye alınayım?

Bunun üzerine onlar öfkeyi bırakıp kardeşlerini kurtarmak için Yusuf'dan yardım ve merhamet dilenme yollarını aramaya "Ey Aziz...!" diyerek yalvarmaya başladılar...

80-81-82- Gelip böyle dediler ama Yakup buna inanıp onlar gibi ümidini keserek ümitsizliğe düştü mü, ne yaptı?:

83-Öyle dedi:

84-Görülüyor ki, Yakup Aleyhisselam, oğullarının getirdiği habere inanmıyor ve bu yüzden ümitsizliğe düşmüyor. Fakat onlara fazla yüz vermiyor, onlarla olan ilişkisini bile Allah'a arzetmek, bütün dertleriyle içini Allah'a dökmek çabasını sürdürüyor.

Ve onlardan yüz çevirdi de Yâ esefa ala Yusuf Yusuf, ah Yusuf, yetti artık!... Dedi.

Esef: Esef bilindiği gibi, şiddetli hüzün demektir ki, bu anlamda dilimizde daha ziyade "gam" kelimesi kullanılır. A'raf Sûresi'nde "Musa öfkeli ve çok üzgün bir şekilde dönüp gelince" (âyet 150) ifadesinde bunun bir de öfke ile ilişkisi söz konusu edilmişti. kelimesinin sonundaki elif-i maksure mütekellim "ya" sından bedeldir ve kelime "ey esefim" demektir. Yahud nüdbe elifidir ki, musibetin şiddetiyle "âh" demek gibi hüzün ve hasretin ifadesinde kullanılır ve uzayıp gittiğini ifade eder. Nidanın cevabı mahzuftur. "Alâ Yusuf" ise esefin mebnasını gösteren müteallakıdır. "Esef" ile "Yusuf" arasındaki cinas ise ifadeye ayrı bir güzellik ve mûsikî kazandırmaktadır. Ki, bedi' ilminde buna "tecnis-i tasrif" adı verilir. "Yâ" esasen uzaktakini çağırmak için kullanılan bir ünlemdir. Kalbinin derinlerindeki üzüntüyü sanki söz anlar bir şahıs gibi böyle nida ile çağırmak da ayrıca pek anlamlı bir mecazdır. Yakup, bu sefer iki oğlunun birden acısına katlanmak zorunda kalıyor; Yusuf'un ötedenberi sürüp gelen hicranına bir de Bünyamin'in acısı ekleniyor. Üstelik oğullarının getirdiği haberin de uydurma olduğunu anlıyor. Bütün bunlara rağmen ümitsizliğe kapılmıyor, Allah'dan ümidini kesmiyor, ümit ve sabırla beklemeye karar veriyor. İkincisinin hayatı ve yeri hakkında bir haber getirilmiş olmakla birlikte, vaktiyle kanlı bir gömlek getirip, onu kurt yedi dedikleri Yusuf hakkında ise, ilâhî rahmet ve maneviyat delilinden başka görünürde bir delil de bulunmuyor. Böyle bir anda Yusuf yanında olsaydı da bu sabır makamında kendisine ne güzel bir dert ortağı olacaktı düşüncesi de zaman zaman gönlünü sarıyor. Şu halde bütün bu musibetleri bir tek Yusuf'un hicranında toplanmış buluyor.

Ve Yusuf yerine artık onun üzüntüsünden başka kendisine dost olacak bir arkadaş göremez oluyor da sözlerine inanmadığı oğullarından yüz çevirip, sanki Yusuf'a seslenir gibi bir iştiyakla, "esef" e nida ederek, demiş oluyor ki: "Ey esefim, ey bana başka gam ve keder duyurmayacak olan şiddetli acım, ey Yusuf'un yadigarı olan esefim!... Uzak durma, gel yetiş imdadıma ki, tam sana muhtacım, tam zamanıdır, hicranım son dereceyi buldu..."

Resulullah (s.a.v.) efendimizden nakledilmiştir ki: Hz. Peygamberimiz, Cebrail'e "Yakub'un Yusuf'a hicranı ne dereceye varmıştı?" diye sual etmiş, Cebrail de "Evladını kaybeden yetmiş ananın toplam hicranına" demiş. "O halde onun sevabı ne kadardır?" deyince, o da "Yüz şehid sevabıdır. Çünkü o, Allah'a bir an bile suizan etmedi" demiştir.

Bu da gösterir ki, musibet zamanlarında üzülmek ve ağlamak caizdir. Çünkü şiddetli acı zamanlarında insan kendisini tutmaya pek az muvaffak olabileceğinden dolayı, bundan büsbütün kendini engellemesi elinde olmayabilir. Bu da mükellefiyeti gerektiren bir husus değildir. Çünkü teklif, nefsin gücü yettiği yere kadardır. Gerçekten de Resulullah efendimiz, oğlu İbrahim'e ağlamış ve "Kalb hüzün duyar, göz yaş döker, biz elbette Rabbimizin gadap edeceği şeyi söylemeyiz ve biz elbette sana üzülüyoruz ya İbrahim!..." buyurmuştur. Ancak caiz olmayanı, birtakım cahillerin yaptığı gibi, bağırıp çağırmak, feryad u figan eylemek, döğünmek ve yaka paça yırtmak, saçını başını yolmak, mukadderata dil uzatacak sözler etmek ve benzeri aşırılıklardır.

Yine nakledilmiştir ki, Hz. Peygamberimiz, kerimelerinden birinin çocuğu vefat ettiğinde onun için ağlamış ve üzülmüştü. Onun ağladığını görenler "Ya Resulallah! Sen ağlıyorsun, halbuki bizi ağlamaktan menetmiştin" deyince, bunun üzerine buyurmuştur ki: "Ben sizi ağlamaktan menetmedim, ancak iki çirkin (ahmak) sesten menettim: Biri sevinç zamanındaki çığlık, biri de üzüntü zamanındaki feryat".

Bir haberde varid olduğuna göre, Muhammed ümmetinden başka ümmetlere "İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn" verilmemişti. Nitekim Yakup bile böyle istirca' etmeksizin "Ya esefa" dedi. Ve hüzünden gözleri ağardı, hüzünden gözlerine ak düştü. Veya bir rivayette varid olduğuna göre, çok zayıf görüyordu. Ve artık o bir kazim idi. Derdini içine atıyordu. Ağlamaktan, şuna buna dert yanmaktan kendini tutuyor, gamını kederini hep içine atıyordu. İçi gamla dolmuş olduğu halde, yine de kendini tutuyor, acıdan yutkunup duruyordu.

85-Onun bu acıklı haline bakan ve sırrına eremeyenler: Te vallahi, dediler. Hayret doğrusu, vallahi hayret dediler: Yusuf, Yusuf deyip duruyorsun nihayet üzgün düşeceksin veya helak olup gidenlerden olacaksın! Yani, böyle boşu boşuna ağlayıp sızlıyorsun ve kendine yazık ediyorsun, şeklinde nasihatlere kalkıştılar. Gerçi bu sözler bir azar olarak söylenmiyor, bir teselli için söyleniyordu. Lâkin Yusuf'u ölmüş gitmiş farzetmek gibi bir ye'se, bir ümitsizliğe bağlı olarak söylendiği için, onun haline bir itirazı ve ona karşı yöneltilmiş bir tenkidi tazammun ediyordu. Şu halde Yakup gibi ince ruhlu, hassas ve içli bir zata karşı böyle cahilane teselliler bile bir azar, bir kadir kıymet bilmezlik, bir kabalık anlamı taşıyordu veya ona öyle geliyordu.

86-Fakat bütün bu kaba tesellilere karşı onun sabrına, kendini tutmasına, incelik ve nezaketine bakınız ki, o bunlara karşı "Size noluyor?" veya "Sizi ilgilendirmez" gibi cümlelerle karşılık vermiyordu. Ben, dedi, bessimi ve hüznümü ancak Allah'a şikayet ederim, derdimi O'na açarım; ne size, ne de başkalarına değil.

Bess: Aslında yaymak, serip neşretmek mânâsına mastar ise de bundan mebsus mânâsına isim de kullanılır. O zaman anlamı, herkesin içine sığdıramayıp çevreye yaymaktan kendini alamayacağı zorlu bir dert ve merak demektir. Yani, ben sabrımı allak bullak eden içimdeki bu ateşi ve hüznümü kimselere değil, ancak Allah'a şikayet ediyorum.

Ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından ben biliyorum. Şu halde bunları boşuna zannetmeyin, Allah belki hiç umulmadık bir yerden neşeler verir.

87- Ve dedi ki: Ey oğullarım! gidiniz, Yusuf'u ve kardeşini iyice araştırınız, tehassüs ediniz, onlardan bir haber edinmek için bütün duyularınızı, hislerinizi kullanınız. Yani elinizle yoklayınız, gözünüzle dikkat ediniz, sağa sola sorunuz, öğreniniz, var gücünüzle bilgi toplayınız.

Çok dikkat çekicidir ki, "Ben buradan ayrılmam" diyen ve orada kalan büyük kardeşlerinden hiç söz etmemektedir. Çünkü o kendi isteğiyle kalmıştır ve yeri bellidir. Yusuf ve Bünyamin ise çaresiz kalıp ayrı düşmüşlerdi. Yusuf bir yitik, Bünyamin ise bir tutuklu idi. Bunların ölmüş olduklarına dair bir bilgi yoktu. Gerçi "Yusuf'u kurt yedi" diye kanlı bir gömlek getirmişlerdi, fakat bu yalandı ve onların yalan söyledikleri Yakup tarafından anlaşılmıştı da: "Bu kötülüğe sizi kendi nefsiniz sürükledi" demişti. Zira gömleği parçalamadan bir kimseyi kurt yemiş olamazdı. Nitekim o zaman Yakub'un "Bu ne kadar iyi kalbli bir kurtmuş, gömleği bile parçalamamış" dediği de rivayetler arasındadır. Babası ve büyük kardeşleri bile hayatta olan Yusuf henüz inkırazı akran olacak ileri yaşlarda da değildi. Binaenaleyh ne açık, ne de kapalı bir şekilde Yusuf'un ölmüş olduğuna delil olabilecek bir şey mevcut değildi; onun ölümüne hükmetmek için ortada hiçbir ciddi sebep yoktu. Halbuki öldükleri bilinmeyen kimselerin aranması ve bulunup onlara gerekli yardımın yapılması bir görev, bir vecibe teşkil ediyordu. Anlaşılıyor ki, Yusuf hakkında iyi bir araştırma yaptıramaması ve bu vecibenin yerine getirilmesine imkan bulamaması, Yakub'u en çok üzen ve yüreğini dağlayan ayrı bir ukde idi. Bünyamin'in tutuklanması yüzünden bir takip ve araştırmanın lüzumu yeniden gündeme gelmişti. Bu kerre yeni bir vesile doğmuştu. Onun için ikisinin de araştırılmasını emretmiş ve bu vazifenin ümitsizce, baştan savma bir şekilde değil, ümitle ve istekle yapılması gerektiği yolunda onların maneviyatlarını ve morallerini güçlendirmek için demiştir ki:

Ve Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Yani, Allah'ın, sıkıntıları giderecek, daralmış göğüslere nefes aldırtıp ferah verecek yardımından, lütuf ve rahmetinden ye'se düşmeyiniz. Çünkü Allah'ın yardımından kâfirlerden başkası ümit kesmez. Olsa olsa onlar ümitsizliğe düşerler.

Bundan dolayı Yusuf ve Bünyamin de kim bilir nasıl bir acı içinde ümitle bekleyip duruyorlar. Onun için "Yusuf artık bulunur mu?" demeyiniz de Allah'ın rahmeti ve yardımı ile onları ümitle ve istekle arayıp bulmaya çalışınız. İnşallah bulursunuz ve hayırlı bir haberle döner gelirsiniz.

Gerçekten de bakınız, bunun üzerine Allah'ın lutfu nasıl tecelli etti:

88-89- Sonra Yusuf'un huzuruna girdiklerinde Ey aziz dediler.

Bu ifadeler gösteriyor ki, üçüncü defa Yusuf'la karşı karşıya gelişlerinde kalblerinde büyük yumuşaklık ve intibah hasıl olmuştu. Demek ki, Bünyamin'in tutuklanması üzerine başlayan bu yumuşama ve kendine geliş, gittikçe ilerlemiş ve onları daha da olgunlaştırmıştı. Yusuf'un onları mazur görerek, onlar adına yaptığı tevbe, gösterdiği tevazu ve ihlas onları da etkilemiş ve olgunlaştırmıştı. Bundan dolayı Yusuf'un kendisini tanıtma zamanı gelmişti. Gerçi onların asıl maksatları ve Mısır'a gelişleri Yusuf ve kardeşini aramak olduğu âyette açıkça ifade edilmiyorsa da onların yardım taleplerinden ve ifade tarzlarından bunu sezen Yusuf, kendisini tanıtmak maksadıyla Siz cahilliğiniz zamanında Yusuf'a ve kardeşine ne yaptınız, biliyor musunuz? dedi. İşte bu açıklama ve bu şekilde sorulan soru ile kuyuya atıldığı zaman "Sen onlara bu yaptıklarını hiç beklemedikleri bir anda haber vereceksin" (âyet 15) âyetiyle vaad edilen durum gerçekleşmiş oluyordu. Artık o anda kalblerde meydana gelen hayret ve heyecanı düşünmeli.

90-Bu söz onların gönlünde ve zihninde şimşek gibi çakmıştı, derhal onun Yusuf olduğunu anlayarak zirvedeki bir hayret ve heyecanla ve adeta kekeliyerek, a...a...Sen misin, sahi sen Yusuf musun? dediler. O da kendisini ve kardeşini takdim ederek: ben Yusuf'um, bu da,(yani, yanımda ikbal mevkiinde bulunan ve dikkatinizden kaçmış gibi görünen zat da) kardeşim, dedi. Bundan bir gurur ve övünme duyduğu anlaşılmaması için Allah'a şükür ve nimetini övgüyle dile getirmek ve bir de kardeşlerine öğüt vermek maksadıyla şunu ekledi. Doğrusu Allah bize lutfetti, bize nimetini ihsan etti. Şuna hiç şüphe yok ki, her kim takva yolunda yürür ve sabırlı olursa, yani fenalıklardan sakınır, mihnete ve zahmete katlanırsa kesinlikle Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez.

İyilik yapanların sevaplarını kaybettirmez.

Geri Dön

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri