12-YUSUF:

30-34 Yusuf'un iffetli, namuslu ve nezih kişiliğini anlamalı ki, böyle bir baskı ve tehdit altında bile bu işe yanaşmamıştır. Dedikodunun çevreye yayılması ve şehrin ileri gelenlerince duyulması, bir iki günlük bir mesele olmasa gerek. Buna bakarak Yusuf'un aylar süren bir baskı altında, sürekli olarak hanımı tarafından bu işe zorlandığını düşünmek gerekir. İşte Yusuf Aleyhisselam, böyle uzun süreli bir baskı ve tehdit karşısında:

35-42- Bazı yorumcular demişlerdir ki: Yusuf, o arkadaşına "Beni efendinin yanında an" ki, belki beni buradan kurtarmaya yardımcı olur diyerek, bir kuldan meded ummayacaktı. Eğer Allah'a yönelip "Ya Rabbi, beni buradan bir an önce kurtar" diye yalvarsaydı, o zaman araya şeytan giremeyecek ve Yusuf da daha önce kurtulmuş olacaktı. Yusuf durumunda olan takarrüb ehline yakışan şey, her beklentilerini Allah'dan istemektir.

Fakat Allah, onun kurtulmasını murad ettiği zaman bakınız nasıl bir sebep yarattı. Ve onun zindan kurtuluşu Allah'ın yarattığı bu sebep yüzünden oldu.

43- Ey toplum! Yani, hükümdar o rüyayı görmüş. Hatta ifade muzari sigasıyla olduğu için"gördüm" demiyor, "görüyorum" diyor. Buna göre aynı rüyayı üstüste birkaç defa görmüş olduğu anlaşılıyor. Sonra meseleyi ciddiye alıp meşhur danışma meclisini topluyor. İçinde meşhur bilginlerin ve hikmet sahibi kimselerin de bulunduğu bu meclise gördüğü rüyayı anlatıp, onlara diyor ki: Rüyam hakkında bana bir fetva veriniz. Yani bu rüya benim için önemli bir mesele halini aldı, bunu tabir edip, ne anlama geldiği hakkında beni aydınlatın. Bu müşkülümü halledin. Eğer siz rüyaya geçebilirseniz, yani rüya tabiri ilminde işin derinliğine inebilirseniz, bu konuda mahir ve nüfuz sahibi kimseler iseniz, bunu yaparsınız, yapınız.

44- O meclistekiler, o heyet dediler ki, bu senin rüya dediğin şey bir "adgâsü ahlam"dır. Yani yaşı ve kurusu birbirine karışmış ot demetleri gibi, eskisi ile yenisi birbirine karışmış yığın yığın uyku hayalleri, hakikatte hiçbir mânâsı olmayan eski ve yeni birtakım vehimlerle hayallerin karışımından ibaret şeylerdir. Biz ise, böylesine karma karışık hayallerin tevilini bilmeyiz. Yani ahlamın anlamı yoktur ki bilebilelim.

Görülüyor ki, burada rüya ile ahlam birbirinin karşıtı olarak kullanılmış, ilim ve hikmet ehlinin çözümünden aciz kaldığı ve çözemedikleri için de birçoklarının inkâra kalkıştığı rüya olayında esas olan çok önemli bir nokta aydınlığa kavuşturulmuştur. Yani, rüyadan bahsedilirken şu iki kelimenin hakikatte farklı olduğu unutulmamalıdır: Rüya ve hulüm. Bunlar birbirlerine benzerliği dolayısıyla birbirine karıştırılır ise de Kur'ân ihtar edip uyarıyor ki, rüya denilen şey, ahlamdan başkadır. Rüya tek başına enfüsî bir hadise değildir. Onun altında, girilip, deşilecek ve özüne vakıf olunabilecek hakiki ve gizli bir mânâ yatmaktadır. Hulüm ise gerçekte hiç anlamı olmayan boş bir vehim ve hayalden ibarettir ki, haddi zatında bir dış tesir ile meydana gelmiş olsa bile afakî bir hakikat ifade etmez. Bundan dolayı da tabiri ve tevili olmayan bir ihtilam olayı gibi, sırf nefsani bir hadise veya şeytani bir hayal olmaktan ileri gitmez. İşte böyle değişik ahlamın birbirine karışmasına da adğâsı ahlam adı verilir. Demek ki, hakikat dilinde rüya, sadık olanların adıdır. Yalan olanlarına da ahlam denilmelidir. Bunların her ikisi de uyku halinde enfüste temessül eden hayali birtakım şekil ve suretler olarak görüldüklerinden dolayı, dışyüzünden bakıldığında rüya, bir hulüm, hulüm de bir rüya gibi sanılabilir. Bundan dolayı da avam arasında her ikisine rüya denilir. Oysa gerçekte bunlar birbirinden farklı şeylerdir. Rüya, görmek anlamına gelen "rüyet" kökünden alınmış olduğu için bunda hayalin ötesinde bir hakikat görülmüş olur ki, rüyanın asıl ilişkisi de o hakikat iledir. Görülen hayal, o hakikatın, insanın iç dünyasında temessül etmesidir. İşte bundan dolayıdır ki, rüyanın haddi zatında bir anlamı ve tabiri vardır. Rüya tabiri veya tevili demek de o görülen hayalden bir ipucu bularak onun arkasındaki hakikate geçebilmek demektir ki, bunda en önemli olan nokta, o hayalî görüntünün enfüsî olan özelliği ile afakî olan özelliğini ayırabilmektir. İşte bu anlam lügatte geçirmek mânâsına gelen tabir fiilinden ziyade "ubur" veya "ibare" mastarıyla ifade olunur ki, bir yerden bir yere geçmek demektir. Yani "Rüya tabiri" çok kullanılan bir deyim olmakla beraber "ubûrü'r-rüya" veya "ibaretü'r-rüya" denilmesi Arapça'da daha fasihtir. Bundan dolayı Kur'ân'da sülasi mücerredden ifade buyurulmuş, tef'il babından buyurulmamıştır. Bununla beraber Türkçe'de "tabir" deyimi yayılmış ve tutunmuştur.

Yukarıda gördüğümüz üzere "rüya tabiri" bilgisi, "te'vil-i ehadis" ilmi olarak ifade edilmişti.

Ehadis: Hadis kelimesinin çoğuludur. Hadis söz veya hadis, yani hadise demek olabileceğine göre, esas itibariyle "tevil-i ehadis" tamlaması, ya nefisteki sözün realitedeki anlamının veya nefsin ilişkili olduğu hadiselerin ileride varacağı akıbeti ve nihaî anlamı anlamak demek olur. Demek ki, rüya tabir etmek ya sözü veya hadiseyi tevil etmek mânâsında bir anlayıştır, Bunların her ikisini de birbirine irca etmek mümkün olur. Çünkü söz anlamak bir enfusî hadise olan sözden dışarıya intikal ile onun ötesinde bir olayı anlamak demek olduğu gibi; olaylardan, olayların gidişinden onların ileride alacağı şekli; onlardan çıkacak mânâyı ve sonucu anlamak da, dışarıdaki bir olayı idrak ile onun anlamı olan bir sözü, kendi düşüncesinde hissetmek ve anlamak mânâsına gelir. İşte söz olaya, olay da söze böyle geçişlerle irca olunabilir. Bilinmektedir ki, genel olarak duyuların gerçeği ve sahtesi bulunabildiği gibi sözün de doğrusu ve yalanı vardır. Doğru sözün zihindeki anlamından başka, bir de dış dünyada ifade ettiği gerçek bir anlamı bulunur. Yalan söz ise gerçekte dış dünyada ifadesi ve karşılığı bulunmayan soyut bir hayalî hadiseden ibaret kalır. İşte uyanıkken doğru bir söz veya hakiki bir duyu ile yalan bir sözün veya aldatıcı bir duyunun, yanlış bir idrakin farkları ne ise, rüya ile ahlam arasındaki fark da o demektir. En sonunda iş doğruya ya da yanlışa dönüşür, oraya raci' olur. Şu halde rüya, bir benliğin hak tarafından duyduğu ve algıladığı bir doğru sözün benzeri, ahlam ise onun duyduğu bir yalan sözün benzeridir. Sözün hakikatı, mecazisi, sarihi, kinayesi, iyi tanınmışı, garibi, imalısı, remzisi olduğu gibi, rüya da öyledir. Şu kadar var ki, genellikle rüyalar toplumsal geleneklere ve âdetlere bağlı olarak değil, daha ziyade kişinin kendi iç dünyasındaki, kendi benliğindeki gizli şuur algılamaları özelliklerine göre söylenen bir muamma, bir lügaz ve bir bilmece niteliğinde bir hayal ve garip bir temsil ile meydana gelirler. Velhasıl gibi ledunnî birer remiz, ilâhî birer semboldürler. Bundan dolayı onların te'vili de kesbî ilimler ile değil, vehbî ilimler ile bilinir ki, bunun en aşağı derecesi feraset ve ilhamdır, zirvesi ise vahiydir. Ve bundan dolayı peygamberlerden başkasının rüyası ya da rüya tabiri, ilm-i yakîn ifade etmez. Ancak görenin ve görüşün özelliklerine göre basit bir vehimde başlayarak yüzde yüz kesinlik ifade eden cezme kadar varabilecek çeşitli mertebelerde ferdi anlamda bir bilgi husule getirir. Ve rüyanın asıl tabiri meydana gelen olaylar ile açıklık kazanır. Bazı rüyalar aynen görüldüğü gibi çıkar. Bazılarının tabiri de rüya ile beraber görülür. Bazı rüyalar da gören kimsenin vicdanında tabir olunamamakla beraber, onun sadık bir rüya olduğuna dair mücmel ve fakat kesin bir kanaat hasıl olur. Sözkonusu Mısır hükümdarının rüyası da işte böyle bir rüya olduğundan "Rüyam hakkında beni aydınlatın, eğer siz rüya tabirini biliyorsanız" demiştir. Ve gördüğü şeyi hep "rüya" olarak adlandırmıştır. Çünkü gördüğünün kendince gerçek bir rüya olduğuna kanaat getirmiştir.

İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi ahlam veya adğâsü ahlam adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberimizin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz'ünden bir cüz'dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadisi şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşirat kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed'in nübüvvetidir. Hatemü'l-enbiya (son peygamber) efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu (Fatiha Sûresi'ne bakınız). Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.

Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanıma elde etmiş bulunur. Böylece her yeni bir duyudan aldığımız yeni bir görüntünün anlamını, daha önceki hafıza arşivimizden yararlanarak aradaki aynîliğin veya yakınlığın derecesine göre kendimize söyleyebiliriz: Mesela, "şurada bir yaprak gördüm" diyebilir. O andaki bir duyuyu, hafızamızdaki benzerleriyle tedai ve hatırlama yoluyla bir geçit resmine tabi tutarız; ancak o gördüğümüzle daha önce hafızamızda bulunan görüntüler arasında bir aynîlik veya bir benzerlik bulamadığımız zaman da "birşey görüyorum, amma ne olduğunu seçemiyorum" deriz. Çünkü biz hiçbir eşini ve benzerini bilmediğimiz büsbütün yeni olan bir şeyi tanıyamayız. Durum dış gözlemlerde böyle olduğu gibi, iç gözlemlerde de böyledir.Mesela "düşünüyorum, başım ağrıyor" diyebilmemiz için bile, daha önceden benzeri şekilde düşünmüş ve yine daha önceden başımızın ağrımış olması gerekir. Çevremiz veya kendimiz hakkında edindiğimiz bütün bilgiler, yeni bir duyu ile hafızamızda önceden mevcut benzer birikimlerin elele verip yardımlaşması sayesinde meydana gelir. Bütün bilgiler dış duyularla hafızadaki idrak kalıntılarının işbirliği etmesine bağlıdır. Halbuki benliğimiz, uyku halinde de içeriden veya dışarıdan etki alır. Ve kendi kendisiyle konuşabilir, geçmişi çağrışım yapıp hatırlayabilir. Böylece rüya veya ahlam denilen zihinsel olay meydana gelebilir. Ve uykudaki, bir benlik iradesine hakim olamadığı için artık bunlar, benliğin kontrolü dışında başıboş bir şekilde akar gider. Ve bundan dolayı bu tedailerin ilk çıkış noktalarına bağlantıları, benliğin dikkatinden gizli kalacağından bütünün temsil yoluyla toptan ifade ettiği gizli anlam, tefsire ihtiyaç gösterecek şekilde kapalı kalır. Eğer bu tedailer yeni bir etki ile ilgili olmayıp da gerek eğri, gerek doğru yalnızca geçmişteki hatıraların tekrarından ve karışımından ibaret olursa, o zaman ahlam veya edğasü ahlam olmuş olur. Hak tarafından gelen bir etki sebebiyle cereyan eden tedailer de rüyayı sadıka olur. Şu halde görmek, bir basit duyu ile hafızadaki bir tedai zincirinin akışı sayesinde olduğu gibi; rüya olayı da, bir etki ile bir tedai akışının altındaki mânâdır. Görme olayında çağrışımın ayniliğinden veya benzerliğinden o şeyin ne olduğu anlaşıldığı gibi; rüya olayındaki tedainin görüntüsünden de, o etkinin altındaki anlam anlaşılacaktır. Fakat görme olayı, ne kadar zorunlu olursa olsun, onda benliğin bakmak ve dikkat gibi kendi kesbiyle ve iradesiyle ilgili olan hür seçiminin bir hissesi, bir rolü vardır. Hatta görmenin netliği dikkatle doğru orantılı olur. Onun için göze iliştiği halde dikkatten kaçan birtakım şeyler bulunur ki, ya hiç görülmez veya belli belirsiz göze ilişmiş olur. Rüya olayı ise benliğin tamamen dikkati ve iradesi dışındadır, soyut olarak ve zorunlu olarak cereyan eder. Binaenaleyh rüyanın altında yatan anlamı dile getiren görüntü, benliğin iradesine yabancı ve dikkatine gizli kalmak bakımından, bizzat görme olayındaki gibi net ve kesin olmasa da; diğer taraftan benliğin irade ve dikkatiyle ilgisizliği açısından, rüyanın doğrudan doğruya ilâhî bir tasarruf ve hak tarafından bir gaybî telkin olması, bizzat görme olayından daha net ve daha geçerli bir olgudur. Bundan dolayıdır ki, insanlar rüyalarının çıkmasında, gözle gördüklerinin gerçekleşmesinden daha ziyade bir ilâhî burhan görürler. Ve hiç şüphe yok ki, sadık rüyaya, milyonda bir bile rastlansa, yine de olayın gerçekliğine ve önemine asla halel gelmez. Şunu da hatırlatalım ki, rüya olayı yalnızca uyku haline bağımlı bir hadise değildir. Uyanıkken, özellikle karanlık bir yerde veya gözler yumulmuş olarak bir dalgınlık halinde de, bir sinema şeridi gibi görülen birtakım misaller ve manzaralar meydana gelebilir ki, bunlar sıradan hatıralar ve hayaller gibi sönük ve bulanık değildir, tıpkı canlı ve gerçek bir görüntü gibi, parlak, net ve açık seçiktirler. Ve görülenler tıpkı bir rüya gibi misal olarak veya bazı hallerde aynen tabir ve tevil edildikleri gibi, daha sonra tahakkuk da ederler. Bunu kendi hayatlarında yaşamış olanlar şuna inanırlar ki, soyut manevi âlem ile madde dünyası arasında ortada bir misal ve eşbah âlemi vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bu misal âlemi yardımıyla temessül eder. Gerek uykuda ve gerek uyanıkken rüya, belli bir hakikatin, soyut olarak bu misal âleminden ruha görünmesidir. Bundan dolayıdır ki, rüya olayı sıradan hatıraların çağrışımından ve ahlamdan başka bir keşif hadisesidir. Rüya tabiri ilmî ve vehbî ve keşfî ilimlerden olduğu için düşünce ve mantıkla çözülmez. Çözülemediğinden dolayı da zahir ehli için gerçek rüya ile ahlam adı verilen şeyin ayırt edilmesi zor ve müşkül bir şey olur. Hatta gaybî sırlardan büsbütün gafil olanlar, âlemlerin Rabb'inin alîm ve hakîm olduğunu bilmeyenler, genel olarak bütün rüyaların ahlamdan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. İşte Firavun'un danışma meclisinin söz konusu üyeleri de ya böyle bütün rüyaları ahlam kabul ederek veya eğer inkârcı değillerse de rüya ile ahlam arasındaki inceliği fark edemeyerek, tabirini bilmedikleri için, bilgisizliklerini ve aczlerini örtbas etmek gayesiyle "Biz, ahlamın da tevilini bilecek değiliz ya" dediklerinde:

45-46- O ikiden kurtulmuş olan da yani Yusuf'a rüya tabir ettirmiş olan o iki zindan arkadaşından kurtulup çıkmış olan sâkî de uzun bir zaman sonra, bu vesile ile hatırlayıp dedi k: "Size haber vereceğim..." Yusuf ona şu cevabı verdi:

47-48-49-Hükümdar Yusuf'un bu tabirini öğrenince:

50- Melik de onu bana getirin, dedi. Yani, o sâkî gelip gerçek yorumu haber verince, hükümdar Yusuf'un ilmini ve faziletini anladı ve zindandan çıkarılıp kendisine getirilmesini emreyledi.

Fakat aldığı emir üzerine elçi kendisine varınca yani Yusuf'u zindandan çıkarıp, hükümdara götürecek olan adam, o görevli kişi, Yusuf'un yanına varınca, Yusuf hemen zindandan çıkıvermedi de o görevliye dedi ki: Sen şimdi efendine geri dön, git de ona sor bakalım o ellerini kesen kadınların maksatları ne imiş? Hiç şüphesiz benim Rabbim, (O yüceler yücesi Allah'ım,) onların keydlerini, oyunlarını ve hilelerini bilir. O kadınların bana ne oyunlar yapmak istediklerini bilir. O, bilmek, öğrenmek için sormaya muhtaç değildir. Fakat başkaları işin içyüzünü bilmez. Onun için efendine söyle, sorsun, araştırsın, tahkikat yapsın, yaptırsın da benim sırf kadın hilesi ile ve haksız yere hapse atıldığım herkesçe bilinsin ve anlaşılsın; namusum, iffetim ve suçsuzluğum gereği gibi açığa çıksın da ben de onda sonra buradan çıkayım, diye ayak diretti. Ve çok dikkat çekici bir şeydir ki, asıl suçlu olan kendi hanımının adını vermedi, "ellerini kesen o kadınlar" diyerek ortaya konuştu. Bu kadar sene zindanda kalan Yusuf, zerre kadar sarsılmadıktan başka böylece büyüklük üstüne büyüklük göstererek, yine de nezaketten ayrılmadı. Bunu takdir eden hükümdar da bizzat tahkikata girişerek, kadınları huzura çağırıp sorguya çekti:

51-Bundan sonraki iki âyetin (52. ve 53. âyetler) yukarıdaki âyetlerin gelişine göre Yusuf'un ağzından söylenmiş olması gerekirse de bir önceki âyete olan bağlantısı sebebiyle yine hanımın ağzından söylenmiş olduğu açıkça belli oluyor. Yani hanım sözünü bu kadarla bitirmiyor ve şöyle devam ediyor: Meâl-i Şerifi 52. (Yusuf dedi ki): İşte bu şunun içindir: Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.

52-Bununla beraber:

53- Bununla beraber ben kendimi temize çıkarmak, (nefsimi terbiye etmek) çabasında değilim. Yani Yusuf'un arkasından kendisine hıyanet etmediğimi bilsin diye hakkı söylerken, hakikatı itiraf ederken, kendimi büsbütün tezkiye ve terbiye edip, temize çıkarmıyorum. Böyle bir şeyi söylemem, çünkü daha önce söylediğimi söyledim ve suçumu itiraf ettim. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yani yokluğunda ona hainlik yapmadım. Şu kadarını da söylemeliyim ki, Gerçekten de nefis, hep kötülüğü telkin ve emreder. Haddi zatında beşerin nefsi daima fenalık tarafına meyleder, bütün gücüyle kötülüğü telkin eder. Yani genel olarak beşer nefsinin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır: nefis kendi gücünü ve emrindeki araçları o yönde kullanır. Ve onun böyle bir özelliği vardır. İşte bundan dolayı insan sırf kendi nefsine kalırsa fenalığa sürüklenir, Ancak Rabb'imin rahmet ettiği müstesnadır. Yani, ancak Rabbimin, koruyup kayırdığı nefisler, yani, Yusuf'un nefsi gibi Allah'ın lutfu ve rahmetiyle kötülükten arındırılmış nefisler bunun dışındadır. Onlar pak ve masum nefislerdir. Yahut ancak Rabbim rahmet ettiği vakit, rahmânî kuvvet, nefsanî kuvvete üstün geldiği vakit, onun emrini hükümsüz kılar ve gücünü kırar. Veya nefis ilâhî emre uyar da kendi emrini terkederse fenalıktan uzak kalır. Şüphe yok ki, Rabb'im ğafurdur, rahîmdir. Mağfireti ve rahmeti büyük, çok büyüktür. Şu halde birçok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyilleri ve istekleri, Rabbülalemin kendi mağfiretiyle örttüğü ve önlediği, onların fiil alanına çıkmasını engellediği, rahmetiyle koruyup kayırdığı için, günahını itiraf edip bağışlanma dileyenlere de mağfiret ve rahmet eder. Bunun için nefsi emmaremi temize çıkarmayarak hakikatı itiraf ettiğim ve doğruyu söylediğim için de Rabbimin mağfiret ve rahmetini niyaz ve ümid ederim. İşte Aziz'in hanımı böyle itiraf ve istiğfar ederek, gerçeği ıkrar ve Allah'a olan imanını da açığa vurdu. Yusuf'un da Allah katında bilinen iffeti ve nezaheti halkın gözünde böyle parlak bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Düşünmeli ki, ilâhî aşk, nefsanî aşka üstün geldi, onu nasıl yendi. Kin, öfke ve ihtiras ile dolmuş düşmanları bile nefsaniyeti bir yana bırakarak, gerçeği söyledikleri ve böyle güzel güzel şahitlikten kendilerini alamadıkları bu temizlik, bu iffet ve fazilet ne büyük, ne kutsal bir mertebedir. Bakınız hakkın tecellisi ile ihtiraslar nasıl sönüyor, gayzlar ve öfkeler nasıl siliniyor, bencillikler nasıl ortadan kalkıyor da hak aşkından başka ayakta kalabilecek hiçbir şey kalmıyor.

İşte hakikat böyle açığa çıktı:

54- Hükümdar dedi ki, getirin bana onu, yani Yusuf'u,onu kendim için istihlas edeyim, yani halis olarak kendime mahsus kılayım. Özel danışmanım yapayım.

Arapçada "Aziz" dahi "Melik" mânâsına kullanıldığından, bazıları bu meliki, daha önce adı geçen ve Yusuf'u satın alan Aziz'in kendisi sanmışlarsa da Kur'ân'ın zahiri ifadesine uygun düşmemektedir. Zira o takdirde Aziz'in "onu kendime özel danışman yapayım" demesi anlamsız olacağı gibi, birine Aziz, diğerine "Melik" diye ayrı ayrı isimler verilmesi de bunların ayrı arı kişiler olduğunu açıkça belli eder. İşte bundan dolayı Aziz, Mısır hükümdarlarına yakın en büyük yetkiye sahip bir vezir veya emir, "Melik" de hükümdar demek olduğu anlaşılıyor. Nitekim bazı rivayetlerde Aziz'in adının "Kıtfîr", Melik'in adının da "Reyyan" olduğu nakledilmiştir.

Eski Mısır'ın hükümdarlarına "Firavun" denilmesi meşhur olduğu halde buna "melik" denilmesi herhalde şu iki inceliği hesaba katmaktan dolayı olsa gerektir:

Birincisi: "Firavun" ünvanı zulum ile şöhret bulmuş ve öyle tanınmıştır. Üstelik "Firavun'un emri reşid değildir" (Hûd 11/97) buyurulmuştur. Oysa Yusuf'u özel danışman seçen bu Melik'in övülmeye layık güzel vasıfları, rüşdü ve seçme yeteneği vardır. İşte bundan dolayı bu Melik'in karakteri itibariyle bir Firavun olmadığına işaret edilmek istenmiş demektir. Nitekim Mücahid'den bu Melik'in hak din üzere olan bir melik olduğu da rivayet edilmiştir.

İkincisi: Esasen Firavun lakabının dil ve soy itibariyle Mısırlı olduğuna göre, bu Mısır Melik'inin, söz konusu Firavun soyundan ve Mısır kıbtilerinden olmadığına böylece işaret olunmuş demektir. Nitekim bazı tarih kaynaklarında Amalika'dandı denilmiştir ki, Mısır tarihinde "Hiksoslar" adı verilen ve Arabistan tarafından geçip dörtyüz sene kadar Mısır'da hükümranlık sürdükleri söylenen sülâleden olacaktır. İsminin "Reyyan" olduğuna ilişkin rivayet de bunun Arabî olduğuna işaret eder. Bakara Sûresi'nde (âyet 49, 50) de geçtiği üzere bazıları, bunun Hz. Musa zamanına kadar yaşadığını ve o Firavun'un da bu Reyyan olduğunu zannetmişlerse de bu, Kur'ân nassının zahirine uygun düşmemektedir. Çünkü Kur'ân'da buna "Melik" denilmiş, "Firavun" denilmemiştir. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarının Firavun olduğu Kur'ân nassı ile belirlenmiştir. Bu Melik, Hakk'ın âyetlerine değer vermiş ve üstelik Yusuf'u en yakınları arasına alarak, ona büyük yetki vermiştir. Firavun ise bunun tam zıddını yapmış, Musa'nın gösterdiği bütün mucizeleri ve âyetleri inkâr etmiş, Musa'ya ve Musa'ya iman eden sihirbazlara yaptıklarıyla tam anlamıyla Firavunluk yapmıştır.

Velhasıl burada söz konusu edilen Melik, kadir kıymet bilen bir zattır. Hz. Yusuf'u henüz görmeden, yaptığı rüya tabiri ile ilmine ve faziletine hükmedip, hemen zindandan kurtarmıştır. Onun eşsiz bir ilim ve fazilet ehli olduğuna karar verip, getirilmesini emretti. Sonra onunla konuştuğunda, yani, Melik'in emri derhal yerine getirildi, Yusuf geldi, Melik onunla konuştu. Böylece Melik, Yusuf'un konuşmasını da gördü. İşte o vakit dedi ki: Sen cidden bu gün, yani bu günden, seninle konuştuğumuz şu andan itibaren katımızda, yanımızda mekin, büyük bir mekanet mevki ve mertebe sahibisin, yetkili kişisin, bir emin kişisin. Her hususta güvenilir, itimat edilir ve itibar edilir bir kimsesin.

Rivayet olunur ki, o görevli, Yusuf'u zindandan almaya gelen o elçi, kendisine geldiğinde Yusuf ayağa kalkmış, zindanın kapısına "burası belalar konağı, diriler kabri, düşman sevindiren, dostlar sınavıdır" diye yazmış ve çıkmış, atalarına dua etmiş, yıkanmış ve yeni elbise giymiş ve Melik'in huzuruna girerken, şöyle dua etmiş: Allahım! Senden senin hayrınla bunun hayrını dilerim, bunun şerrinden ve başkasının şerrinden Sen'in gücüne ve kudretine sığınırım". Melik'in huzuruna girince Arapça selam vermiş ve İbranice bir dua etmiş. Melik "Bu ne dili?" demiş, o da "atalarımın dili" diye cevap vermiş. Melik, birçok dil bilirmiş, bildiği dillerin hepsinden konuşmuş, Yusuf da o dillerden tek tek cevaplar vermiş. Bunun üzerine Melik hayretler içinde kalmış ve "Arzu ediyorum ki, rüyamın yorumunu bir de senden dinliyeyim" demiş. Yusuf da onun rüyada gördüğü sığırları ve başakları tek tek yerleriyle ve renkleriyle tavsif ederek anlatmış. Bunun üzerine Melik, onu kendi seririne oturtmuş ve fikrini sormuş. Yusuf da "Benim düşüncem odur ki, bu bolluk senelerinde çok ekin ektirirsin ve depolar bina edersin, elde edilen ürünleri o depolarda muhafaza edersin, kıtlık seneleri gelince bu fazla ürünleri satarız, böylece hazineye büyük gelirler sağlanmış olur" demiş. Melik "Fakat bana bu işi kim yapıverecek?" demiş. İşte o vakit Yusuf kendini öne sürerek:

55- Beni, dedi, bu arzın hazineleri üzerine tayin et. Yani, bütün bu Mısır diyarının hazinelerinin yönetimini, gelir ve giderinin yetkisini bana ver, bununla beni görevlendir. Doğrusu ben bir koruyucuyum, uzman ve bilgili bir kişiyim. Hakkı hukuku gözetirim, emanetleri iyi korurum, hazineleri haketmeyenlerin çarçur etmesinden iyi korurum ve tasarruf yollarını çok iyi bilirim. Yusuf'un yaptığı bu teklif misal gösterilerek, adaleti ve görevin gerektirdiği hususları hakkiyle ifa edeceğine güvenen bir insanın valilik ve yöneticilik talebinde bulunması ve kendi kabiliyetini açığa vurması, hatta kâfirden bile yöneticilik alması caiz demişlerdir. Fakat âyette bu Melik'in küfrüne delil sayılabilecek bir şey yoktur. Aksine bunun müslüman olduğu Mücahid'den nakledilmiştir.

Bir de "Beni bütün hazinelerin başına getir" diyen Hz. Yusuf, aslında Melik'ten tam yetki talebinde bulunmuştur. Bu söze bakarak bazı müfessirlerin dediği gibi, Melik Hz. Yusuf'un emri altına girmiş ve onun reyine tabi olmuş demektir. Bu da, bütün konularda değil, yalnızca malî işlerde geçerlidir. Şu halde bu şekilde görev kabul etmenin sorumluluğu doğrudan doğruya ahkamı icra etmenin sorumluluğuna dönüşür. Talep meselesine gelince, onun da fıkhî hükmü şudur: Ehliyet ve liyakatları olmayanlara valilik ve yöneticilik vermek haramdır. Bunun talep eden açısından talebi de haram, görevlendiren açısından görev verilmesi de haramdır. Ehliyeti olanlara kabul caiz, talep mekruhtur. Meğer ki, o işe ondan başka ehil biri bulunmasın. İşte o vakit talep vacip bile olur. İşte bir peygamber olan Hz. Yusuf, Allah tarafından görevli olduğu hak ve adaletin ahkamını icraya bir yol bulmak, bir vesile bulmak için bu talebiyle o vecibenin ifasına çalışmıştır. Acaba onun bu talebi kabul edildi mi?

56- Ve işte bu suretle, böyle hıfız ve ilim ile onu temayüz ettirerek, gönülleri büyüleyen şanlı bir emniyet ve yetki ile hazinelerin başına geçirmek suretiyle Yusuf'u o ülkede temkin ettik. Mısır diyarında yüksek bir nüfuz ve iktidarla yerleştirdik.

Burada görülüyor ki, Yusuf'un teklifine Melik'in ne dediği açık seçik bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "İşte böyle onu o ülkede yetkiyle donattık ve yerleştirdik" meâlinde bir durum bildirilmiştir. Sözün gelişi, zaten onun yaptığı teklifin reddedilmesi bahis mevzuu olamıyacağını anlatmakta ise de kabul edildiği de kesin olarak ifade edilmemiştir. Ancak fiilin doğrudan doğruya Allah'a isnad edilmesi şunu ifade eder ki, Yusuf'u bu şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allahu Azimüşşan'dır. Allah bütün sebepleri hazırlamış, Melik'i de ona müsahhar kılmış, onu da Yusuf için aracı kılmış ve âlet etmişti.

Rivayet olunuyor ki, Melik, Hz. Yusuf'a bir tac giydirmiş, devlet mühürünü çıkarıp parmağına geçirmiş, kılıç kuşatmış ve onun için inci ve yakut işlemeli altından yapılmış bir serir yaptırmıştır. Hz. Yusuf da "Bu serir ile mülkünü sağlamlaştırırım. İşte bu mühür ile de işleri tedbir ile yürütürüm. Fakat bu tac, bu benim giyeceklerimden değil atalarımın giyeceklerinden de değil" demiş, sonra o serire oturup işleri yürütmeye başlamış, adalet ve hakkaniyetten ayrılmamış, erkek dişi yediden yetmişe herkes kendisini sevmiş, ülke bütünüyle onun sözünden çıkmaz olmuş. Bu arada Aziz vefat etmiş, zevcesi Rail, diğer adıyla "Züleyha" Melik tarafından Yusuf'a nikahlandırılmış Gerdeğe girdiğinde Yusuf Züleyha'ya "Nasıl bu senin istediğinden daha iyi değil mi?" demiş ve Züleyha'yı bakire bulmuş, daha sonra ondan iki oğlu olmuş: Efrayim ve Menşa adlarını koymuş...ilh.

Bununla beraber âyette Melik'in kabul şeklinden söz edilmemiş, orası meskutun anh olarak geçilmiş, ayrıca Hz. Yusuf'un teklifinin derhal yerine getirildiği de anlatılmamış olduğundan orası da pek anlaşılmıyor. Ancak Resulullah (s.a.v.) Efendimiz'den nakledilen bir hadisi şerifte "Allah rahmet eylesin kardeşim Yusuf, "Beni bu ülkenin hazinelerinin başına getir" demeseydi o anda iş başına getirilecekti ve lakin bu söz onu bir sene geciktirdi" buyurmuştur. Demek ki, haddi zatında bu iş için Hz. Yusuf tek aday idi, fakat taayyün etmiş olmasına rağmen kendisine talep farz değildi.

Zira birinci derecede önemli olan şey gelecek kıtlık yılları için tedbir almak idi. Böyle bir göreve bir an önce başlamak evla olmakla birlikte biraz gecikmeyle bu fırsat büsbütün elden kaçacak değildi. Oysa zindandan çıkar çıkmaz hazinelerin başına geçmek isteyişi hakkındaki güveni sarsabilirdi. O talip (isteyen) değil, matlup (istenilen) olmalıydı. Allah Teâlâ onu daha büyük bir nüfuz ve yetkiyle iş başına geçirecekti. Binaenaleyh talip durumunda olmasa daha iyi olacaktı, derhal aranan bir adam sıfatıyla işe tayin edilecekti. Lâkin Melik'e karşı "Beni iş başına geçir" dediğinden dolayı Allah'ın hikmeti, işin bir sene gecikmesine sebep olmuş. Böylecce Allah onu, o vaziyetten kurtarıp yüksek yetkilerle Mısır ülkesine hazineler nazırı yapmıştır. Öyle ki: O, o ülkenin neresinde isterse orasında makam tutuyordu. Yani ülkenin her yerinde sözü geçiyor, dediği yapılıyordu. Öyle bir emniyet ve asayiş sağlamıştı, öyle bir sevgi ve itibar kazanmıştı, öyle büyük bir nüfuz ve iktidara ulaşmıştı ki, bütün ülkeyi tasarrufu altına almış, şehirleri, kasabaları, köyleri ve mezralarıyla bütün Mısır ülkesi sanki onun evinin bahçesi haline gelmişti. Dilediği yerde ikamet ediyor ve hiçbir niza olmadan işleri yürütüyordu, istediği hazırlıkları yaptırıyordu.

Öyle ya. Biz kime dilersek rahmetimizi yağdırırız. Dilediğimizi yaparız. Hiçbir şarta bağlı olmayarak, sadece dilememizle istediğimizi dünyada veya ahirette veya her ikisinde birden olağanüstü devletlere, nimetlere mazhar kılarız. Binaenaleyh bu öyle bir rahmânî rahmettir ki, kulun kesbinin hiçbir müdahalesi olmayarak, sırf ilâhî takdirin bir zorlaması ve cilvesi ile meydana gelir. Yusuf herşeyden önce işte böyle bir ilâhî rahmete mazhar idi: Ona verilen ilim ve hikmet, nübüvvet ve muvaffakiyet işte böyle sırf vehbî olan bir rahmet eseri idi. Ve muhsinlerin ecrini zayi etmeyiz. Yani iyilik seven ve Allah için işini güzel yapanların ecrini, mükafatını zayi etmeyiz. Özellikle kulun kesbine bağımlı olan ve binaenaleyh bir şeriat ve kanun çerçevesinde cereyan eder rahimiyyeti vardır. Dilediğine dilediği gibi rahmetini bol bol gönderen Allah Teâlâ, iyilik yapan kullarının ecrini de zayi etmez, tamı tamına öder. Hatta fazlasıyla ihsan eder. Yani, şu akla gelmesin ki, dilediğine rahmetini bol bol gönderen Allah, acaba iyilik yapanların haklarını, mükafatlarını ödeme konusunda da dilediği gibi tasarruf mu edecektir? Hayır kimsenin, hele iyilik yapanların mükafatlarını öderken, onların hakkını zayi etmeyecek. İşte O, böyle iyiler iyisi, muhsinler muhsini bir Allah'dır. Faili muhtar olmakla beraber, meşiyyetinin rahmet ve ihsan ile sürekli beraberliği vardır. Demek ki, ihsan hasleti, ilâhî rahmetin en pekiştirmeli ve geniş kapsamlısıdır. Böylece iyilik yapanlar biri ihsan hasleti, öbürü de mükafat ve ecir hasleti olmak üzere ilâhî rahmetin her iki hasletinden de yararlanacaklar. Ve şu halde ilâhî rahmet denilince "Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır" (A'raf 7/56) müjdesi söz konusudur. İşte Yusuf aleyhisselam da halis muhlis muhsinlerden olduğu için, Allah ecrini zayi etmemiş, şanı ve şerefiyle onu zindanlardan çıkarıp, böyle devletler üzerinde iktidar ve yetki sahibi yapmıştır. Binaenaleyh böyle şey olur mu? Bu kadar büyük devlete ve nimete erilir mi, dememeli. Üstelik Yusuf gibi iyilik sahiplerine vaad olunan ve asıl hesaba katılması gereken mükafat yalnızca bundan ibaret de değildir. Yani, böyle lezzeti elemle karışık dünya devleti ve dünya hazineleri gibi haddi zatında sınırlı ve fani olan dünya ecrinden ibaret sanılmamalıdır. Çünkü:

Geri Dön
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri