9 -TEVBE

7- O müşrikler (yani ahitlerine riayet etmeyen müşrikler) için Allah katında ve Resulü katında bir ahit nasıl bulunur ki? Böyle doğruluktan sapan kimselerin gerçekte ahdi mi kalır? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız müstesnadır. Yani söz konusu müşrikler içinde henüz sözünde duranlar ve ahde vefa gösterenler olabilir. Onun için yukarıda da istisna edilmiş, haklarında "Onların süresini, sözleşmedeki sürenin bitimine kadar itmam et." buyurulmuştur. İşte bundan dolayı bunlar size doğru dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara karşı dürüst olun. Yani yukarıdaki istisna ve sözleşme süresinin sonuna kadar bekleme emri de mutlak değil, bu şarta bağlı olarak geçerlidir. Şayet diğerlerinin yaptıkları gibi, bunlarda sürenin dolmasını beklemeden ahitlerini bozarlarsa bunların da ahdi kalmaz. Yok eğer sürenin sonuna kadar uslu dururlarsa sizin de sonuna kadar sözünüzde durmanız gerekir. Çünkü Allah, muhakkak ki, muttakileri sever.

Görülüyor ki, bu âyetin fâsılası ile yukarıdaki istisna âyetinin fâsılası aynıdır. Böylece âyetler birbirine tercii bend ile bağlanmış gibidir. Bu bağlantı ile o âyette söz konusu edilen kimselerin bu âyette söz konusu edilenlerle aynı kimseler olduğu gösterilmiştir. Zira önceki istisna her zamanda, her devirde meydana gelebilecek olaylarla ilgili genel ve küllî bir kavram üzerinedir. Bu istisna da o âyetin asıl nüzul sebebi olanlara uygulanmasıdır.

Acaba Mescid-i Haram yanında antlaşma yapan bu insanlar kimlerdi? Kureyş veya Huzaa denilmiş ise de buradaki ıtlak (genel manada kullanılması) ile onun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Kureyş de, Huzaa da bu sûrenin nüzulünden bir sene önce Mekke fethiyle birlikte İslâm'a girmiş idiler. Burada muahedeleri devam eden müşrikler arasında sayılan bu müstesnalar arasında onların bulunması bu açıdan mümkün değildir. Bunun için Beni Kinane ve Beni Damre denilmiştir. Fakat anlaşılıyor ki, Beni Kinane'nin de hepsi değildir. Bu konuda en açık rivayet, Taberi ve daha başkalarının kaydına göre, İbnü İshak'ın rivayetidir. Denilmiştir ki, bunlar Hudeybiye günü Hz. Peygamberimiz ile Kureyş arasında yapılan antlaşmada belli sürenin sonuna kadar Kureyş'in ahdine dahil olmuş bulunan Beni Bekir kabileleridir ki, bu antlaşmayı Kureyş'den şu belli oymak ile, yani şu bilinen Kureyş müşrikleri ile Beni Bekir'den Beni Düil'den başkaları antlaşmayı çiğnememişlerdi. Şu halde Beni Bekir'den antlaşmayı bozmayanlar için "Size karşı doğru ve dürüst oldukları müddetçe..." âyetiyle söz konusu müddetin sonuna kadar sözleşme şartlarına müslümanların da riayet etmeleri emrolundu. Şu halde mesele gayet ince ve naziktir. Zira buna göre antlaşmanın aslı Hudeybiye Muâhedesi'dir. Hudeybiye, Mekke'nin yakınında olmak bakımından âyette "Mescid-i Haram yanında..." buyurulmuştur. Bununla muâhedenin önemine ve kuvvetine ve bunu çiğnemenin pek büyük bir cürüm olduğuna da böylece işaret edilmiştir. Böyle olduğu halde müşrikler bu sözleşmeyi bozmuşlar, Kureyş'in ahdine dahil olan Beni Bekir'den Beni Düil, Resulullah'ın ahdine dahil Huzaa'ya saldırmış, Kureyş müşrikleri saldıran tarafa silah yardımı yaparak saldırganları teşvik edip desteklemiş, bunun üzerine söz konusu muâhede bozulmuş ve bu saldırıya karşı koymak için harekete geçilmiş, bu da Mekke'nin fethiyle sonuçlanmıştı. Huzaa kabilesi ile çölde yaşayan bir iki küçük kabileden başka Kureyş, olduğu gibi İslâm'ı kabul eylemiş, büsbütün yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Böylece Hudeybiye Muâhedesi, esas itibariyle süresinden önce bozulmuş ve ortadan kalkmıştır. İşte dikkat çeken nokta burasıdır ki, böyle esas itibariyle ortadan kalkmış olan bir sözleşmenin dolaylı yollardan ilgisi bulunan ve o muâhedenin bozulmasına katılmayan ve şartlara doğru dürüst riayet edenler hakkında, onun hükmünü kalkmadığı ve onlar bu dürüst tutumlarını sürdürmek şartıyla muâhedenin yazılı süresinin bitimine kadar geçerli ve bu durumda bile onun şartlarına uymanın ehl-i İslâm için bir zorunluluk olduğu ve onu hiçe saymaktan sakınmak gerektiği önemle ihtar edilmektedir. Halbuki dış görünüşüyle asıl taraf olan Kureyş'in sözleşmeyi bozmasıyla, yani aslın sukutu ile fer'in de sukut edeceğine hükmetmek lazımgelirdi. Demek oluyor ki, burada bu kıyasın aksine, şüpheli ahdin de ahit hükmünde tutulması, Allah ve Resulü katında diyanet, doğruluk, Allah'tan sakınma ve hikmetin gereğidir. Bunun böyle olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bundan dolayıdır ki, İslâm fakihleri "şüphe-i eman emandır" demişlerdir. Şu halde burada ne kadar yüksek bir ilâhî hukuk esası bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir.

Ayrıca burada söz konusu edilen Beni Bekr, "Taberî Tefsiri"nde açıkça yer aldığına göre, Beni Kinane'nin bir kolu olan Beni Bekr'dir. demek ki, Beni Kinane ve bunlardan Beni Bekr kabilelerinin hepsi de ahde riayet etmiş değillerdir. Zira Hudeybiye Muâhedesini ilk önce bozanlar bunlar içinden Beni Duil olmuştur. Şu halde Beni Kinane veya Beni Bekr Huzaa'ya saldırmakla Hudeybiye Muâhedesini bozdular denildiği zaman bunun içinde Beni Düil'in de dolayısıyla bulunduğunu anlamalıdır. Yine bunun gibi, Beni Kinane veya Beni Bekr, ahitlerini bozmadılar denildiği zaman da içlerinden Beni Düil'den başkalarını anlamak gerekir.

Ana Sayfa
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri