9 -TEVBE

29- Ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah ve ahiret sözü etseler bile, gerçekte yüreklerinde ona yer vermeyen, dünya ilelebet kendilerinin olacak ve öyle kalacakmış gibi sanan, akıbet bir gün gelip yaptıklarından sorumlu tutulacaklarına önem vermeyen, Allah ve Resulü'nün haram kılmış olduğu şeyleri haram saymayan, (yani haramdan kaçınmayan, Allah'ın kitabında, Peygamberin sünnetinde ve hatta kendilerinin uyduklarını söyledikleri kitabın ve Peygamberin hükümleriyle haram olduğu kesin olan şeylerin haramlığını tanımayan, helâl veya haram her ne olursa olsun keyiflerinin istediği gibi, güçlerinin yettiği her şeye el uzatmayı mübah gören ve saldıran) ve hak dinini din edinmeyen, (dinleri varsa da hak din değil, hakperest değildirler) din diye tanıdıkları, itaat ve teslimiyet gösterdikleri şeyler varsa bile hakkı tanımak, hakka teslim olmak, hak yolunda yürümek, hak ve hukuku gözetmeyi din ve diyanetin en mühim amacı olarak bilmeyen, Hakk'ın hükümlerine, hak olan şeriatına itikat ve itaat edip hakkı ve hukuku korumayı, Hakkın hükümleriyle adalet icra edip, gerçek mabud olan Allah Teâlâ'ya ne zatında, ne sıfatında, ne de fiileri ve hükümlerinde hiçbir şerik ve nazir tanımadan, halık veya mahluk herşeye, herkese hakkını vermek demek olan bu hususlara hiç önem vermeyen, bu anlamda bir din ve diyanetleri bulunmayanlara karşı savaşın! Çünkü onların kendilerine göre dinleri varsa da bu gerçek anlamda hak din değildir. Hatta kısmen hak din de olsa, hakka mahsus olan halis bir hak din değildir. Onlar halis, muhlis hak din olan İslâm ile tedeyyün etmezler, hak şeriat ile amel etmeyi kabul eylemezler. Bundan dolayı dinleri batıldan ve haksızlıktan arınmış olmadığı gibi, dindarlıkları ve dinlerine bağlılıkları da hakkıyle bir dindarlık ve bağlılık değildir. Din namına bile birçok zulüm ve haksızlık yapmaya elverişli bir aşırılık, gulüvv ve taassup sahibidirler. Bu bakımdan hak ve hukuk gözetmeyen dindarlıkları da dinsizliğe eşit bir ahlâksızlıktır.

Çok dikkat çekici bir husustur ki, âyette "dînelhakk" "hak dini" buyurulmuştur. Bu ise "Hak din" deyiminden daha kuvvetlidir. "Hak dini" deyimi, hak dinin özünü ve mahiyetini gösteren bir tam ve kamil sınırı belirler. İslâm'ın en büyük ve kendine mahsus özelliği bulunan hakperestlik esasına dayanan, hukukun hükümlerini ve amacını, aynı zamanda dinin de en büyük amacı olarak tanıtan, Allah'ın hakkını, bütün hakların temeli ve başlangıcı sayan, umumun menfaatlarını hesaba katan, her şeyin ve herkesin kendine mahsus bir hakkı, bir hukuku bulunduğunu beyan ederek hakkın hakimiyetini ve hakların kutsallığını ilan ederek, hak ve hukukun gereklerine göre ödev ve görevlerin verilmesini ve seçim usullerini emredip bildiren hükümlerinin önemine özellikle tenbih yapılmıştır. Çünkü "Allah katındaki din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) uyarınca Vâcibülvücud olan Allah katında din, İslâm'dan ibarettir. Yani dinin hakiki mânâsı Allah'ın emirlerine teslimiyettir. Ceza, sorumluluk vesaire gibi dinin öbür anlamları hep bu mânâdan çıkarılmışlardır. Şu halde teslimiyet neye ait ise o din ve diyanet de ona ait olmuş olur. Bu da batıl veya haksız, isteyerek veya istemiyerek olabilir. Bundan dolayı birçok haksız dinler veya dindarlık anlayışları bulunabilir. O halde Allah dini de Allah'a teslimiyettir. Yani keyfe göre bir teslimiyet değil, "İslâm, Allah için teslimiyet, Allah yoluna teslimiyettir." Tam anlamıyla ve her türlü didişmeden uzak salim bir ihlas ile itaat ve bağlılıktır ki, bunda İslâm kelimesinin tazammun ettiği "silm = sulh" ve selamet mefhumlarının hepsi vardır. "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan kabul olunmayacaktır." (Âl-i İmran 3/85). Dinin anlamı böylece bilindikten sonra demek hak İslâm, hakkın emrettiği ve kabul ettiği demektir. Özellikle hakka teslimiyet ve bağlanmakla hakkın ahkamını severek ve isteyerek ve hiçbir burukluk duymadan uygulamaktan ibaret olan İslâm demek olduğu açıkça ortaya çıkar. Hasılı, bir dinin hak olabilmesi ve hak sıfatı ile anılmaya hak kazanabilmesi, Hak Teâlâ'ya izafet-i kâmile ile ait olmasına bağlıdır. Bu da kaynağı ve amacı ile yüzünü ve özünü hakka dönüp, herşeyden önce Hak Teâlâ'yı ve hukukunu tanıması ve ona özünü bağlamasıyla mümkün olur. "Biz gökleri ve yeri ve aralarındaki her şeyi hak ile ve belli bir ecele göre yarattık." (Ahkâf, 46/3) uyarınca her mahluka bir ecel-i müsemma ile beraber verilmiş olan bir hak bulunduğunu, o varlığın hakkına saygılı olmak Allah'ın hakkına saygılı olmak demek olduğunu bilerek Allah'ın kullarının hakkını ve hatta herşeyin hakkını, hakkın emirleri çerçevesinde vermeye hizmet etmek, din-i hak ile dindar olmak demektir. Her hakikatın sınırı, hukukunun sınırıyla ayakta durduğu gibi, dinin hakikatı da hakkın hakkı olmasında, hakkı da hakka tahsis edilmiş bulunmasındadır. Onun için hak dini olmayan, yani hak ile ilişkisi bulunmayan, hak meselesini gözardı eden ve hakkın emri olmayan bir din, hak din olamaz. Hakkı gözetmeyen ve onun gereklerini yerine getirmeyen bir dindarlık da hak dindarlık olamaz. Halbuki burada söz konusu edilenler hak dinini kabul etmezler, hakka teslim olmazlar, hak ve hukuku tanımazlar, haram helâl seçmezler ve haklara saldırırlar. Ayrıca izah olunacağı üzere, yalnızca kulların hukukuna değil, Allah'ın hukukuna, Allah'ın hakkı olan dinin kurallarına da saldırırlar.

İşte Allah'a inanmayan, ahireti hesaba katmayan, Allah ve Resulü'nün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyenlere, yani kendilerine kitap verilmiş olanların bir kısmına, açıkçası şu üç sıfatla belirlenmiş olan imansız, saygısız ve haksız kimselere karşı savaşınız. Ta ki, kendi elleriyle getirip cizyeyi versinler, küçülmüş oldukları halde. Yani hak dini olan İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde, kendilerine kitap verilmiş iken hakka karşı gelen, o haksız , saygısız ve saldırganların kuvvetleri tükenip İslâm eli, İslâm himayesi altına girmeyi ve buna karşılık cizye vermeyi kabul ve taahhüt edinceye, zimmetlerinde kesinleşmiş olan cizyeyi hazır elden, içinde bulundukları aşağı durumu unutmadan saygılı bir şekilde verecekleri hale gelinceye kadar savaşın. Ve böylece onlardan nüfus başına vergi alıp, Allah'a ve ahirete imandan ayrılmayarak ve harama el uzatmayarak, hakkı hukuku gözeterek, hak dinin emirlerini yerine getirin. Zira Allah'ı ve ahireti unutup onların yaptığını yapacak, haram ve helâl tanımayacak, Allah ve Resulü'nün haram kıldığı şeyleri haram saymayacak, kitap ve sünneti gözetmeyecek, hak dini ile amel etmeyecek olduktan sonra ne savaş yapmaya, ne de cizye almaya hakkınız olmadığı âşikârdır. Çünkü bu vasıflar cihad edenlerin değil, kendilerine karşı harb açılacak olanların özellikleridir. Cizye almanın değil, cizye vermenin sebepleridir. Böylelerinin hakkı zaten galibiyet değil, mağlubiyettir, cizye almak değil, cizye vermektir.

"Cizye", borcunu ödedi demek olan fiilinden bir nevi borç ödeme anlamını ifade eder. Taahhüt sahibinin kendi ahdi gereğince vereceği vergi demektir ki, hayatının ve hürriyetlerinin korunması karşılığında zimmetlerinde terettüp eder ve o şartla ödenmesi gereken bir vergi olur. Bunun Farsça kelimesinin Arapça'sı olduğu da söylenmiş ise de bunda şer'î ve hukuki açıdan dikkate alınması gereken bir özellik yoktur.

"An yedin" kaydı şu mânâlardan her biri için geçerlidir:

1. Hazır elden, çekingenlik göstermeden itaat ve hürmetle, ayrıca takip ve tahsiline lüzum göstermiyecek şekilde elini uzatarak,

2. Elden, naklen ve geciktirmeden,

3. Her biri kendi eliyle, vekili veya bir diğeri aracılığı ile değil,

4. Eli iş tutandan, gücü yetenden, kesbe, kazanıp çalışmaya kadir olandan, büluğa ermiş olandan ki, kazancı ve geliri olmayanlardan aciz ve fakirlerden değil,

Bu dört mânânın dördünde de "yed" kelimesi cizyeyi veren el demek olur. Alan el olması açısından ise:

5. Üzerlerindeki elden dolayı, yani kendi kendilerine canlarını ve mallarını ve diğer hukuklarını korumaktan aciz olmaları sebebiyle üzerlerinde bulunan koruyucu elin himayesine muhtaç olmalarından dolayı, o elin hakkı olarak demek olur ki, buna göre "el" kudret ve iktidar mânâsınadır.

6. Uzatılan elden, yani onlara yapılan ihsandan ve in'amdan dolayı, çünkü mağlup olmak, kuvvet ve istiklalden mahrum kalmak pek büyük bir zillet ve musibet olmakla beraber, böyle bir zillet durumunda bile cizye vererek katile esaretten kurtulup hayat hakkına ve hürriyete kavuşmak, dinin icaplarını yerine getiren âdil bir hükümetin himayesi altına girmek de büyük bir nimete ve ihsana nail olmak demektir ki, bu da şükürle karşılanması gereken büyük bir nimettir.

Buraya kadar ileri sürülen mânâlar da bu nimetin hakkı ve gereğidir. Ve işte "an yedin" kaydı bütün mânâları açığa çıkardığı ve akla getirdiği için "zillete mahkum olmuş ve küçülmüş olarak" kaydı da o zillet halini ihtardır. Çünkü o zillet hatırlanmadıkça bu nimetin kadri bilinmez.

"Ahkâm'ül-Kur'ân"da Ebubekr Cessas demiştir ki; kaydından murad eza görmeleri ve güçlerinin yetmiyeceği sorumluluklara mecbur edilmeleri değil, sadece hafife alınmaları, itibar görmemeleri ve aşağılanmalarıdır..."

Hiç şüphe yok ki, himaye olunmak ne kadar şayan-ı şükran bir nimet olursa olsun, himaye eden durumunda olmanın şerefi ve üstünlüğü karşısında yine de küçüklükten, zillet ve minnettarlıktan başka birşey değildir. Görülüyor ki, bu âyette cizye ehl-i kitap hakkında varid olmuştur. Ancak mecusilerin de bundan yararlanmalar "Onlara ehl-i kitaba uygulanan usulü uygulayınız." hadis-i şerifi gereğincedir. Onların cizye ödeme konusunda ehl-i kitap gibi oldukları hakkında görüş birliği vardır. Ancak onların kestikleri yenmez ve kadınlarını nikahlamak da haramdır. Bu durum hadisi şerifin devamı ile üzerinde ittifak edilmiştir. Maide Sûresi'nin bu konuyla ilgili "Bugün size pak nimetler helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helâl olduğu gibi, sizin yemeğiniz de onlara helâldir." (Mâide, 5/5 âyetine bkz.) Mecusilerin dışında kalan diğer müşriklere gelince: Yukarıdaki âyetlerde onlar için yalnızca İslâm zikredilmiş, cizye ödemelerine izin verilmemiştir. Burada da zaten cizye ehl-i kitaba mahsustur anlamına gelen bir tahsis, bir hasr yoktur. Bundan dolayıdır ki, mesele ictihada bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye göre; cizye mutlak olarak ehli kitaptan ve Arap olmayan müşriklerden alınır, fakat Arap müşriklerden alınmaz, onlara ancak İslâm'a girmeleri teklif edilir. Ebu Yusuf'a göre; ehli kitap olsun veya olmasın Arap'tan alınmaz. Lâkin Arap olmayanların ehl-i kitap olanlarından da müşrik olanlarından da alınır. İmam Şafii'ye göre; Arap olsun, Arap dışı olsun ehl-i kitaptan alınır, gerek Arap, gerekse Arap dışı putperestlerden alınmaz. İmam Malik ve Evzai ise "küffarın her türlüsünden alınır" demişlerdir.

Ana Sayfa
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri