123- Ey iman etmiş olanlar o kâfirlerden sizi velyedenlere, size yakın olanlara karşı savaşınız. Yani savaşta "Herkes kendi yakınındaki düşmanla savaşmalı." kuralını uygulayınız. Sen kendi yakın akrabanı uyar! (Şuara, 26/214) emri ile Resululah'a evvela en yakın aşiretinin inzar edilip uyarılması emredilmiş olduğu gibi, müminler de her şeyden önce en yakın düşmanlara karşı savaşmak ve vuruşmakla emrolunmuşlardır. Zira yakın olanlar sevgi ve kurtarılmaya daha layıktırlar. Zarar da yakından gelir. En yakın tehlike demek olan yakın düşmanları bırakıp da uzaktaki, isteseler de müslümanlara fazla bir zarar veremeyecek durumdaki düşmanlarla uğraşmak savaşın hikmetine aykırı bir tutumdur. Ve onlar sizde bir şiddet bulsunlar. Yani diğer hususlarda imanın ve İslâm'ın inceliğini, zerafetini korumakla birlikte, savaş konusunda kararlı, azimli, tavizsiz ve katı bir tutum bulunduğunu, güçlü ve sarsılmaz bir zihniyet olduğunu görüp anlasınlar. Azim ve metanet sahibi sağlam ve hazırlıklı olduğunuzu onlara hissettiriniz. Böyle bir yol izleyiniz ve biliniz ki, Allah kesinlikle müttakilerle beraberdir. Yani iman ehli olmak ve savaşmak da takva cinsinden bir harekettir. Allah'ın yardımı ve koruması da daima korunanlarla beraberdir. Dünya sevgisiyle kalbleri çürümüş, yılgın münafıklar gibi, sıkıntı ve ölüm korkusuyla kâfirlere karşı savaşmaktan çekinmek de aslında korunmak değil, kesinkes helâktir. Ve yakındaki düşmanı bırakıp uzaktakine gitmekte de tehlike vardır.
124- Ne zaman bir sûre indirilirse onlardan bir kısmı, bazıları, kâfirlerden bir kısım demek olan o münafıklardan kimisi der ki; bu sizde hanginizde bir imanı ziyade etti? Bir iman ziyade etmek sözü, mevcut bir imana daha yüksek bir kuvvet ve revnak vererek heyecanını ve derecesini arttırmak veyahut bir gerçeği yeni baştan tasdik ettirmek mânâlarından daha geniş kapsamlı bir ifadedir. Birincisi nitelik, ikincisi nicelik açısından söz konusu olan bir ziyade, bir fazlalıktır. Bir gerçeğin kabulü anlamına iman bir bütün demek olduğundan burada nicelik açısından bir arttırma değil, nitelik açısından bir gelişme söz konusudur. Bu bakımdan peygamberlerle sıddıklar ile diğerlerinin imanları arasında derece farkı bulunur. Nitekim Hz. İbrahim'in "inanmıyor musun?" ilâhî suâline karşılık "İnanıyorum, lâkin kalbim mutmain olsun istiyorum." (Bakara, 2/260) demesi, iman neşesinin son mertebesini istemek içindi. Yine bu açıdan ele alınınca "Haber, görmek gibi değildir." kuralı geçerlidir. Gayb ile gözlem, duygu ile görgü, bedahet ile istidlal arasında, hatta müşahededen hafızada kalan hatıra ile bizzat görülen arasında ancak tadarak, yaşanarak erilebilen bir kuvvet ve açıklık farkı vardır ki, bu fark ve açıklık yakînin aslına değil, derecesine ve kuvvetine ait olan bir farktır. Lâkin iman, birçok objeye yakından ilişkisi bakımından söz konusu edildiği zaman, ona bağlı olarak çeşitli tasdikler, birbirini izleyeceğinden, bunda iman nicelik bakımından da artar gider. Mesela hem namaza, hem zekata inanmakta, yalnızca namaza inanıp zekata inanmamaktan daha ziyade bir iman vardır. Bunun gibi, hem önceki kitaplara, hem Kur'ân'a inanan bir müslümanda yalnızca Tevrat ve İncil'e inanan kimselerden daha ziyade iman vardır. Böylece âyetle ortaya çıkan görev ve ahkamın ziyadeleşmesi oranında iman edilecek şeylerin sayısı da artar gider. Ve bu bakımdan ilâhî hükümlerin ayrıntılarına vakıf olan din âlimlerinin imanı her halükârda avamdan daha çok olur. Nitelik bakımından ise durum bunun tam zıddı olabilir. Yani avamdan birinin icmalî imanındaki kuvvet bir âlimin tafsilî imanından daha güçlü ve derece bakımından daha ileri olabilir. Bir de iman vücudî, küfür ise ademî olduğundan imanın özünde zaten küfre göre bir ziyadelik vardır. Bir kâfir imana kavuştuğu zaman, önceki durumuna göre, düşüncesinde, bilgisinde ve kalbinde bir fazlalık elde etmiş olur. Bundan dolayı "bu sûre, hanginize bir iman ziyade etti?" sözü, gerek nitelik ve gerek nicelik açısından imanın artmasını inkâr anlamını kapsadığı gibi, aslında imanın varlığını da toptan inkâr anlamını da kapsar. İşte münafıklardan bazıları Kur'ân'dan herhangi bir sûre nazil oldukça böyle diyor, ileri geri konuşuyordu. Sanki Kur'ân'da ne eski imanı yenileyen ve destekleyen, ne de yeniden iman etmeyi gerektiren hiçbir şey yokmuş gibi, hiçbir delil ve iddia, hiçbir uyarı ve müjde, hiçbir gerçek yokmuş gibi göstermek ve böylece aldatılması mümkün olanları iğfal etmek için kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlardı. Alttan alta kurnazlıklar yaparak küfür ve inkârlarını çevrelerine bulaştırmaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de "O Allah ki, Resulü'nü hidayet ve hak din ile gönderdi, onu bütün dinlere açıkça üstün kılmak için. " (Tevbe , 9/33; Fetih 48/28; Saf 61/9) buyurup dururken zamanımızda da bir kısımlarının, "Hz. Muhammed hayata ne getirdi?" diyerek gerçeği şüpheli göstermek ve tevhid nurunun sonsuz feyiz ve bereketini sınırlı kabul ettirmek istemeleri de tıpkı o devirdeki münafıkların "Bu sûre, hanginizin imanını arttırdı." demelerini taklitten öte birşey değildir.
İşte bu inkâr veya istihzaya cevap olarak buyuruluyor ki: Fakat iman edenlere gelince o (yani gelen sûrelerden her biri), onların imanını arttırdı ve onlar bundan sevinç ve neşe duyuyorlar.İman neşesi ile müjdelenip bunun sevincini yaşıyorlar, şen oluyorlar.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |