118- Geri bırakılan o üç kişiye de (yani Ebu Lübabe ve arkadaşları gibi tevbe ve itirafları derhal kabul olunmayıp) "Haklarındaki karar Allah'ın emrine bırakılmış olan beklemeliler...", işte o üç kişiye de Allah tevbe verdi, ki, bunlar, Ka'b b. Malik, Mürare ibni'r-Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye idi ki bunlardan Ka'b, Akabe ehlinden diğer ikisi de Bedir Ashabından idiler. Ta (o vakte kadar geri bırakıldılar) ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen başlarına dar geliyordu. Zira hiç kimse yüzlerine bakmıyor, onlarla ilgilenmiyor ve hiçbir yerde duramıyor ve huzur bulamıyorlardı. Nefisleri de kendilerine dar geldi. Yani kendi vicdanlarına yöneldiklerinde, vicdanları da onları suçluyor, suçlu ve kusurlu buluyordu. İç huzuru ve gönül rahatlığı bulamıyorlar, kendi iç dünyaları da kendilerine zindan kesiliyordu. Ve Allah'a ilticadan, O'na yönelip sığınmaktan başka bir çıkar yol olmadığını iyice anladılar. Yani Allah'ın gazabından kurtulmak için yine Allah'a başvurup, tevbe ve istiğfar etmekten başka çare olmadığını bilfiil anlayarak, herşeyden ümitlerini kesip, bütün ümitlerini ve beklentilerini Allah'dan ummaya başladılar. Olanca güçleriyle Allah'a yöneldiler. Allah'ın gazabından yine Allah'a sığınarak kurtulunacağını umdular. Sonra da tevbe etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan eyledi. Tevbelerinin kabulünü bildiren âyet indirdi. Yahut tevbelerinde gerçekten direnmeleri gerektiği yolunda onlara azim ve gayret verdi ve en sonunda da tevbelerini kabul eyleyip kendilerine tekrar lutf ile nazarını çevirdi. Çünkü Allah, kesinlikle tevvabdır, rahîmdir. Tevbeleri çok çok kabul edici, yegane kabul edicidir. Fazl u keremine, ihsan ve rahmetine sınır olmayan yegane merhamet edici ancak O'dur. Günahkârın günahı ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, gerek kemiyet, gerek keyfiyet bakımından tevbesini kabul edişindeki lütfu ve inayeti, rahmeti ve ihsanı sınırsızdır.
Buharî'de rivayet olunduğu üzere, Ka'b b. Malik (r.a), Tebük'ten kalışı hikâyesini anlatarak demiştir ki, Tebük Gazası'nın dışında hiçbir savaşta Resulullah'dan ayrı kalmadım, şu kadar var ki, Bedir Gazası'nda da savaşa katılmamıştım, Fakat Bedir'e katılmayan hiçbir kimseye itap buyurulmamıştı. O zaman Hz. Peygamberimiz, Kureyş Kervanı'na diyerek yola çıkmış ve Allah, onlarla düşmanları habersiz olarak karşı karşıya getirmişti. Ben Resulullah ile Akabe gecesinde İslâm üzere misak yaptığımız zaman hazır bulunmuş idim. Gerçi insanlar arasında "Bedir" olayı daha çok konuşulur, fakat bana Akabe gecesindeki o toplantıya karşılık olarak Bedir olayını verseler değişmek istemezdim. Durumum da şu idi ki, ben hiçbir zaman Tebük seferinden kaldığım zamanki kadar güçlü ve kuvvetli ve bolluk içinde olmamıştım. Vallahi daha önce hiçbir zaman iki tane yük hayvanına sahip olmamıştım, bu gaza sırasında ise iki taneyi elde etmiştim. Hz. Peygamberimiz de herhangi bir gazayı murad ettikleri zaman, kesinlikle bir başka cihete doğru yönelirlerdi. Bu gaza ile gayet sıcak bir zamanda ve uzak bir sefere, bir çöle, güçlü ve kalabalık bir düşmana karşı yönelik olduğundan ve iyi hazırlansınlar diye meseleyi müslümanlara açmış, gideceği yönü haber vermiş idi. Onunla beraber gideceklerin sayısı da çoktu. Bunlar belli bir deftere yazılmış da değildi. Şu halde bir adam aradan kaytarıp kaybolsa hakkında vahiy gelmedikçe onun durumu gizli kalacağını sanırdı. Üstelik mevsim, meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin güzelleştiği bir zamana denk gelmiş idi. Böyle bir zamanda Resulullah, sefer hazırlıklarına girişmişti. Hz. Peygamberimiz ve yanındakiler techizatlarını hazırladılar, ben de onlarla beraber gidiyor, fakat bir hazırlık yapmadan dönüp geliyordum. Kendi kendime de diyordum ki, gücüm var, daha vakit de var, ne zaman olsa hazırlık yapabilirim". Bir süre böyle geçti. Derken iş birdenbire ciddileşti. Bir sabah Resulullah ile beraberindeki müslümanlar ansızın hareket edip yola çıktılar. Oysa ben hazırlanmamıştım. "Bir iki gün içinde hazırlanır, arkalarından yetişirim." dedim. Onlar ayrıldıktan sonra hazırlık yapayım, bazı şeyleri tedarik edeyim diye gittim, yine de bir şey yapamadan döndüm. Sonra yine gittim, yine birşey yapamadan döndüm. Ben bu halde iken onlar süratle gittiler. Gaza ilerlledi. İstedim ki, her ne olursa olsun, hemen bir bineğe atlayıp, gideyim, yetişeyim. Keşke yapsaydım, lâkin kısmet değilmiş yapamadım. Resulullah gittikten sonra Medine'de halk içine çıkıp dolaştıkça mahzun oluyordum. Zira gördüklerim ya münafık olarak mimli, ya da sakat ve özürlü kimselerdi. Tebük'e varıncaya kadar Resul-i Ekrem, beni hiç anıp sormamış, fakat Tebük'te konaklayıp otururken bir ara "Ka'b ne yaptı?" buyurmuş. Beni Seleme kabilesinden biri de "Onu bürdeleri ve yanına bakışı alıkoydu." demiş. Muaz b. Cebel de "Fena konuştun, vallahi biz onun hakkında iyilikten başka birşey bilmeyiz." demiş, Resulullah da sükut buyurmuşlar. Hz. Peygamberimiz dönüş için yola çıktıkları zaman beni bir merak sardı, ne yapacağım, ne diyeceğim diye düşünmeye başladım; yalan söylemek, yalan uydurmak aklımdan geçiyordu, "Yarın dönüp geldiğinde onun gazabından nasıl kurtulacağım?" diyordum. Bu konuda yakınlarımdan aklı erenlerin hepsinden yardım istedim. Sonra ne zaman ki, Resulullah teşrif buyurdu, benden o batıl düşünceler birdenbire silindi gitti. Azıcık yalan karışacak bir şey olsa asla kurtulamayacağıma kanaat getirdim ve kendimi toparlayıp doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Resulullah seferden dönünce mescide uğrar, orada iki rek'at namaz kılar, sonra oturur, oradakilerle kısa bir görüşme yapardı. Yine öyle yaptı. Sefere katılmayanlar geldiler özürler dilemeye başladılar, seksen kişi kadardılar. Resulullah da onların özürlerini kabul ederek dış görünüşüyle söylenenleri tasdik ediyor, işin içyüzünü Allah'a havale ediyordu ve haklarında istiğfar ediyordu. Bunun üzerine ben de vardım, selam verdiğim zaman bana öfkeli bir gülüşle tebessüm etti, sonra da "Gel bakalım!" buyurdu, yürüdüm yanına vardım, önünde oturdum. "Ne diye kaldın, sen omuzuna biy'at almış değil miydin?" dedi. Bunun üzerine dedim ki: "Evet, vallahi ben başka birinin, dünya ehlinden birisinin huzurunda oturmuş olsaydım, her halde bir özür uydurarak, onun gazabından kurtulacağım düşüncesine kapılırdım ve gerçekten de bana bir ikna kuvveti ihsan edilmiştir. Lâkin şimdi şunu kesinkes bilmekteyim ki, bu gün ben sana yalan söylesem, kendimden razı etsem de, her hâlde çok sürmez Allah sana gerçeği bildirir ve bana karşı öfkelendirir. Ama şu anda bana kızacağın doğruyu söylesem, Allah'ın beni affedeceğini umarım. Hayır, vallahi benim seferden kalmak için hiçbir özrüm yoktu. Vallahi ben hiçbir zaman bu defa senden tehallüf ettiğim zamanki kadar bolluk içinde olmadım." dedim. Resulullah da "İşte bu gerçekten doğru söyledi, o halde kalk, Allah senin hakkında hükmünü bildirinceye kadar bekle!" dedi. Ben de kalktım, Beni Seleme'den bazı adamlar da sıçrayıp kalktılar, arkamdan gelmeye başladılar ve bana "Vallahi biz seni bundan önce bir günah işlemiş olarak bilmiyorduk. Diğerlerinin yaptığı gibi, Resulullah'a bir özür uydurup söyleyemedin, halbuki Resulullah'ın sana istiğfarı günahını bağışlatmaya yeterdi." dediler. Ve Allah biliyor, bana o kadar serzenişte bulundular ki, tekrar dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara dedim ki, "Benim durumuma düçar olan başka biri daha oldu mu?" Onlar "Evet oldu, iki kişi daha aynen senin söylediğin gibi söyledi, onlara da sana söylenen şey söylendi." dediler. "Kim onlar?" diye sordum, onlar da "Murare ibni'r-Rebî'il-Amri ve Hilal b. Ümeyye el-Vakıfi." dediler ve Bedir'de bulunmuş iki salih ve örnek insanın ismini söylediler. Bunların isimlerini öğrenince, ben de tekrar Resulullah'a dönüp, sözümü geri almaktan vazgeçtim. Resulullah, kendisine ters düşmüş (tehallüf etmiş) olanlar arasında bu üçümüzle konuşmaktan müslümanları menetti. İnsanlar da bizden uzak durmaya başladılar ve bize karşı surat astılar, yüz vermez oldular. Hatta yeryüzü, bana yabancılaştı da yabancılaştı, artık benim tanıdığım yer değildi. Böylece elli gece kaldık, iki arkadaşım evlerine çekildiler, içerde oturup ağlıyorlardı. Ben onlardan daha genç, daha yiğit idim, evden çıkardım, cemaat ile namaza dururdum ve sokaklarda dolaşırdım ve hiç kimse benimle konuşmazdı. Namazdan sonra Resulullah mecliste iken varır ona selam verirdim ve gönlümden acaba o da bana selam veriyor mu, selamımı alıyor mu, dudaklarını oynatıyor mu, oynatmıyor mu diye dikkatle bakardım, sonra bazan namazı onun yakınında kılardım, benim olduğum tarafa selam vereceği zaman acaba bana gözü ilişir mi diye düşünürdüm. Fakat ben onun tarafına baktığımda gözünü benden uzaklaştırır, yüzünü başka tarafa dönerdi. Bu durum bana bitmez tükenmez bir zaman gibi gelmeye başladı. İnsanların cefasından bıktım, Ebu Katade'nin duvarından aştım, yanına gittim, bu benim amcamın oğlu idi ve akrabalar arasında beni en çok seven kimse idi, vardım selam verdim, vallahi selamımı almadı, sonra ona "Ey Eba Katade!" dedim, "Allah aşkına sana soruyorum; beni, Allah'ı ve Resulünü sever misin?" O sustu. Sonra tekrar ant verdim ve sordum, yine sustu, hiç cevap vermedi. Üçüncü defa tekrar ant verdim ve sordum, o "Allah ve Resulü bilir." dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı ve döndüm duvardan aştım. Başka bir gün de Medine'ye zahire satmaya gelmiş olan Şamlı bir Nabtî "Beni Kâ'b b. Malik'e kim götürür?" diye soruyordu. Halk ona işaretle birşeyler anlatmaya çalıştılar. Sonra o bana geldi ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi, bir de baktım ki, mektupta, "emma ba'dü" dedikten sonra şunları yazıyor: "Haber aldım ki, sahibin sana cefa etmekte imiş, Allah ise seni yurdunda hakaret göresin böylece heder olup gidesin diye yaratmamıştır. Şu halde bize katıl, biz de sana yakınlık gösterelim". Bunu okuyunca "Bu da başka bir bela" dedim, tuttum onu hemen ocağa attım, yaktım. Daha sonra o elliden kırk gece geçmişti ki, bana Resulullah'ın gönderdiği bir elçi geldi "Resulullah, sana karından uzak durmanı emrediyor." dedi. Ben "Boşayacak mıyım? Yoksa ne yapacağım?" dedim. O "Hayır, sadece uzak duracaksın, ona yaklaşma!" dedi. O iki arkadaşıma da böyle emir göndermişti. Bunun üzerine ben de karıma "Haydi sen ailenin yanına git, Allah bu işte hükmünü verinceye kadar onların yanında kal!" dedim. Hilal ibni Ümeyye'nin karısı da Resulullah'a gidip "Ya Resulallah! Hilal, hizmetçisi olmayan zavallı, yaşlı bir adam, ona hizmet etmemi çirkin görür müsün?" diye sormuş, Resullullah da "Hayır, ancak sana yanaşmasın!" buyurmuş. Kadın da "Vallahi onda hiçbir şey yapacak mecal yok, vallahi bu iş oldu olalı beri durmadan ağlıyor." demişti. Bunun üzerine yakınlarımdan bir kısmı bana "Karın hakkında Resulullah'dan izin alsan, nitekim Hilal'in karısına izin verdi." dediler. Ben de "Vallahi bu konuda Resulullah'dan izin istemem. Ben genç bir adamım, izin istediğim takdirde Resulullah'ın ne diyeceğini bilirim!" dedim. Bundan sonra on gece daha durdum, ta ki Resulullah'ın bizimle konuşmaya yasak koymasının üzerinden elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazında sabah namazını kıldım ve evlerimizin birinin damı üstünde idim, öyle bir halde oturuyordum ki, tıpkı Allah Teâlâ'nın âyettebildirdiği gibi, nefsim üzerime çökmüş beni sıkıyor gibiydi, yani gönlüm bunalmış da bunalmış ve yer bütün genişliğine rağmen bana dar gelmeye başlamıştı, sıkılıyordum. Tam bu sırada Seli Tepesi üzerinde yüksek sesle bana doğru "Hey Kâ'b, Kâ'b b. Malik, müjde, müjde!" diye alabildiğine bağıran birinin sesini işittim, hemen secdeye kapandım, anladım ki, müjdeli bir haber geldi. Resulullah, sabah namazını kıldığı zaman bizim üzerimize Allah'ın tevbesini dilemiş ve izin çıktığını halka ilan eylemiş, onlar da bize müjde vermeye koşmuşlar. Bazı müjdeciler de öteki arkadaşlarıma gitmişler, bana da bir zat kısrağına binerek haber ulaştırmaya koşturmuş, ancak Eslem'den koşan adamın tepe üstünden seslenmesi, bana kısraktan daha çabuk ulaşmıştı. Sesini işittiğim müjdeci bana gelince sırtımda ne varsa çıkardım iki parçayı da ona giydirdim. Vallahi o anda ondan başka giyecek birşeyim yoktu. Sonra ben başkalarından ödünç giyecek aldım ve hemen giyip Resulullah'a koştum. İnsanlar beni küme küme karşıladılar. Tevbeyi tebrik ediyorlar, "Allah'ın tevbesi sana mübarek olsun." diyorlardı. Nihayet vardım mescide girdim. Resulullah oturmuş, bir kısım insanlar da etrafında oturuyorlardı. Talha b. Ubeydullah kalktı, hemen koşarak bana geldi, benimle el sıkıştı ve tebrik etti. Vallahi ondan başka Muhacir'den kimse bana ayağa kalkmadı.Talha'nın bu yaptığını hiçbir zaman unuttam. Ne zaman ki, Resulullah'a selam verdim, yüzü seviçten parlıyordu, "Sana müjde, anandan doğduğun günden beri üzerinden geçen en hayırlı bir gün ile." buyurdu. Ben "Ya Resulallah, senin tarafından mı, Allah tarafından mı?" dedim. O "Hayır, Allah tarafından." buyurdu. Resulullah Efendimiz sevinçli olduğu zaman yüzü bir ay parçası gibi parlardı, onun yüzünden biz bunu anlardık. Ne zaman ki, huzurunda oturdum, "Ya Resulallah! Allah'a ve Resulullah'a verilen sadaka olmak üzere malımdan sıyrılmam benim tevbemdendir." dedim. Resulullah (s.a.v.) "Malının bir kısmını kendine alıkoy, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Bunun üzerine "Ben de Hayber'deki hissemi alıkorum." dedim. Sonra "Ya Resulallah!" dedim, "Allah beni doğru söylemem yüzünden kurtardı. Şu da tevbemden olsun ki, bundan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim". Vallahi bu sözü Resulullah'a söylediğimden beri müslümanlardan hiçbir kimseyi bilmiyorum ki, doğru söylemekten dolayı Allah'ın bana yaptığı imtihan ve ikramdan daha güzelini ona yapmış olsun. Şunu da belirteyim ki, Resulullah'a o sözü söylediğimden bu güne kadar bilerek bir tek yalan söylemiş değilim. Ömrümün geriye kalan kısmında da Allah'ın beni yalandan koruyacağına güvenir ve ümid ederim. Allah Teâlâ, Rasulü'ne şu âyetleri indirmişti: Şimdi Allah'ın bana ihsan ettiği nimetler içinde beni İslâm'a hidayet etmesinden sonra hiç bir nimet yoktur ki, Resulullah'a yalan söylemeyeyim de helak olmayayım diye karar verdiğim ve doğru söylediğim bu nimetten daha büyük olsun. Benim için hidayetimden sonra en büyük nimet budur. Nitekim yalan söyleyenlerin hepsi helak oldular. Çünkü Allah yalan söyleyenler hakkında vahyini indirdiği zaman her hangi bir kimse için söylediğinin en fenasını söyledi. Tebareke ve Teâlâ onlar hakkında buyurdu ki, "Yani, siz seferden dönüp gelince size, yeminler ederek mazeret uyduracaklar...fakat şurası bir gerçektir ki, Allah fasık bir kavimden razı olmaz." Yine Kâ'b (r.a.) demiştir ki, "Biz üçümüz, onlar o yeminleri ettikleri vakit, Resulullah'ın onların mazeretlerini kabul edip kendilerine istiğfar ettiği kimselerden sonraya kaldık. Bizim durumumuzu Allah açığa çıkarıncaya kadar Resulullah bizi "irca' " eyledi de bundan dolayı Allah Teâlâ bizim hakkımızda "Ve o geriye kalan üç kişi..." diye buyurdu. Burada Allah'ın söz konusu ettiği tehallüf, yani peygambere ters düşüp savaşa katılmamak anlamına değildir. Bizim tehallüfümüz o yalan yere yemin edenlerden sonraya kalmamız ve hakkımızdaki hükmün gecikmiş olması anlamınadır..."
Din âlimleri demişlerdir ki; işte nasuh tevbesi böyle Kâ'b b. Malik ile iki arkadaşının tevbesi gibi olur. Ancak böyle âyette de açıklandığı üzere tevbe ederken, yaptığı günaha duyduğu vicdan azabından dolayı dünya başına dar gelmeli, iç dünyası kendisini sıktıkça sıkmalı ve her şeyden kesilip Allah'a sadakat ve samimiyetle yalvarıp, sığınmalıdır.
Nitekim şöyle buyuruluyor:
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |