115- Allah, bir kavme hidayet ettikten, onları İslâm'a muvaffak kıldıktan sonra sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları sapıklığa uğratmaz, gerisin geri dalalete düşürmez. Yani, ilâhî ahkâm kendilerine beyan edilmeden önce bilmeyerek yaptıkları hatalardan dolayı onları hak yoldan sapmış olmakla vasıflandırmaz ve itham etmez. Dalalete düşmüşlere ilişkin ahkâmı onlara uygulaması âdeti değildir. Zira Allah kesinlikle her şeyi bilir. Onların maksatlarını ve mazeretlerini, sırf akılla bilinemiyecek şeylerin açıklamasına muhtaç olduklarını da bilir. Bundan dolayı korunmaları gereken şeylerle ilgili hükümleri de böylece açıklar.
116- Göklerin ve yerin bütün mülkü, bütün saltanatı kesinlikle Allah'ındır. Onun bir zerresinde hiç kimsenin hakkı ve ortaklığı yoktur. O hem diriltir, hem öldürür. Sizin için de Allah'dan başka ne bir velî vardır, ne de bir yardımcı. Velayet hakkı ancak O'nun, inayet ve yardım yalnızca O'ndandır. İşte bundan dolayı Allah'a karşı bütün masivadan uzaklaşıp, O'na teslim olmalı, özünü ona vermeli, gözünü O'nun rızasına dikmelidir.
Şimdi:
117- Yemin olsun ki Allah, peygamber üzerine ve Muhacirin ile Ensar üzerine tevbe ihsan etti. Allah Teâlâ'nın kulları üzerine tevbe etmesi, onlara tevbe etmeyi nasip etmesi ve tevbelerini kabul eylemesi anlamına gelir. Buna göre bu âyette "Allah'ın peygambere tevbesi" yukarıda geçen "Alllah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?" âyetinin içeriğine bir cevap olduğu gibi, Muhacirler'e ve Ensar'a tevbesi de yine daha önce Uhud ve Huneyn günlerinde yaptıkları dikkatsizlik ve tedbirsizlik hakkında olduğu söylenmiştir. Burada asıl maksat, tevbenin faziletini ve önemini, hatta peygamber de dahil olmak üzere bundan hiçbir müminin uzak kalamayacağını bildirmektir, denilmiş. Fakat İbnü Atıyye'nin tefsirinde açıklandığı üzere en güzel mânâ şudur: Asıl tevbe rücû' demek olduğundan, Allah Teâlâ'nın bir kuluna tevbesi, o kulunu bir hâlden daha yüksek bir hâle getiren ilâhî rücû' demektir. Bu mânâ dilimizdeki ifade şekliyle Allah'ın o kuluna inayet ve rahmetiyle nazar etmesi demek olur. Bu ise, günah hâlinden taat hâline döndürmek anlamına bir rücû' olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha yüksek bir taat haline rücû' da olabilir ki bu âyette peygambere tevbesi böyledir. Çünkü gazanın meydana gelişinden ve onun sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden daha mütekamil bir hâle irca' etmiştir. Muhacirin ile Ensar'a tevbesi ise, onların noksan bir hâlden bu gaza dolayısıyla meydana gelen olaylar sebebiyle din uğrunda fedakârlıkları ve itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmaları ihtimali söz konusudur. Bir bölük hakkındaki tevbesi ise daha aşağı durumda gufran ve rıza hâline irca' eylemek demektir.
Hasılı onları bulundukları halde bırakıvermedi de yine rahmet ve inayetiyle iltifat buyurdu. O Muhacirin ve Ensar ki, o zor anında, o güçlük ve sıkıntı saatinde ona (peygambere) uyup, arkasından gittiler.
"Usret": Darlık, şiddet ve yokluk demektir. Sâat-i usret zorluk anı veya vakti demektir ki, "Yüreklerin gırtlağa geldiği" (Ahzab 33/10) buyurulan Hendek gününe ve daha başka sıkıntılı günlere işaret olabilirse de burada asıl maksat Tebük Seferi sırasında çekilen sıkıntılar, özellikle bu seferin en sıkıntılı günü hakkındadır. Nitekim yukarıda da geçtiği üzere Tebük Seferi'ne çıkan orduya "Güçlük Ordusu" adı verilmiştir. Bunun hakkında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz "Güçlük ordusunu kim donatırsa kendisine cennet vardır." buyurmuştur. Hz. Osman (r.a.) bin deve ve bin dinar para vererek ordunun donatılmasına katkıda bulunmuştu. Rivayet olunur ki Hz. Peygamberimiz, mübarek elinde dinarları bir yandan bir yana aktarırken "Bundan sonra Osman ne yapsa bir beis yok." buyurmuştur. Ensar'dan bir zat da yedi yüz vesk (kile) buğday vermişti. Bu sefer boyunca gerek binit, gerek azık ve su yüzünden çok sıkıntı çekilmişti. O derece ki, on kişiye ancak bir deve düşüyordu. Onlar da nöbetleşe biniyorlardı. Yiyecek konusunda o dereceye gelmişlerdi ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Hatta öyle zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir suyu içebilmek için birçok kişi aynı hurma tanesini bir kere emerek içebiliyorlardı. Hz. Ömer demiştir ki, susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı. Nihayet Hz. Peygamberimiz ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada açlıktan develeri kesmek istediler, fakat Resulullah herkesin kabında erzak döküntüsü ve kırıntısı olarak ne kalmışsa hepsinin bir yere toplanmasını emreyledi. Bütününden bir sergi üzerine çok az birşey toplandı. Bereketine dua etti. Sonra "Herkes kabına yiyecek alsın." diye buyurdu. Allah'ın inayetiyle hepsi kablarını doldurdular ve geri kalanını da yediler, karınlarını doyurdular, hatta biraz da arttı. Bu ordunun miktarı otuzbin kadardı. Bu gaza Resulullah'ın son gazası idi. Yukarıda da işaret olunduğu üzere, Medine'de Hz. Ali'yi yerine bırakmıştı. Bu sefer sırasında büyük bir çarpışma olmamış, ancak düşman sınırına kadar gidilmişti. Ezrah, Eyle v.s. ahalisi cizyeye bağlanmış ve daha sonra da dönülüp gelinmişti.
İşte Muhacirin ile Ensar, Hz. Peygamberimiz'e böyle
sıkıntılı bir
günde tabi oldular. Öyle bir durumdan sonra ki, içlerinden bir kısmının
kalbleri az kalsın yamılacaktı. Yani, sıkıntı o kadar şiddetli idi ki,
bir kısmı hemen hemen Peygamber'den ayrılıp seferden caymaya
başlayacaktı. Sonra Allah onlara nasip etti. Onların kalbini o kaypak
düşüncelerden koruduktan başka, çektikleri sıkıntılardan dolayı hepsine
rahmet nazarı ile nazarını çevirdi. Çünkü O, onlara çok rauf
(şefkatli), çok rahîm (merhametli)'dir.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |