9 -TEVBE

102-Yine onlardan, yani civardaki bedevilerden ve Medine halkından diğer bir kısımları da vardır ki, günahlarını itiraf ettiler. Öbürleri gibi yalandan mazeret uydurmaya kalkışmadılar. Huzur ve rahat düşkünlüğü yüzünden başka hiçbir ciddi mazeretleri bulunmadığını, bu sebeple gazaya gitmeyip evlerinde kaldıklarını, sonradan bu yaptıklarının fena bir şey olduğunu anladıklarını söyleyip, kusurlarını olduğu gibi itiraf ettiler, pişman olduklarını dile getirdiler iyi bir işi ve diğer bir kötü işi birbirine karıştırdılar. Yani, fena ameller de yaptılar, iyi ameller de yaptılar. Mesela, gazaya gittikleri de oldu, gitmedikleri de oldu, günah da işlediler, tevbe ettiler, pişman da oldular, fakat doğru söylediler. Bunlar sefere çıkmayıp evlerinde oturan emre uymayanlar idiler ki, bu âyet nazil olunca, bunlardan bir kısmı kendilerini Mescid-i Saâdet'in direğine bağlayıp cezalandırmışlardı. Resulullah seferden dönünce âdeti olduğu üzere mescid'e girip iki rekat namaz kıldı ve bunları o halde gördü, "bu nedir?" diye sual buyurduğunda, denildi ki, "Bunlar, siz çözmeyince, kendilerini çözmemeye yemin ettiler". Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz, "Ben de yemin ederim ki, haklarında af emri çıkıncaya kadar çözmem." buyurdu. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu: Ola ki, Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü O, ğafurdur, rahîmdir.

103-Rivayet olunduğuna göre, çözüldükten sonra "Ya Resulallah, işte bu mallarımızdır ki, bizi senden alıkoydu. Şimdi sen bunları tasadduk et (Allah yoluna dağıt) ve bizi temize çıkar." dediler. Peygamberimiz, "Mallarınızdan birşey almakla emrolunmadım." diye cevap verdi, hemen sonra şu âyet nazil oldu: Onların mallarından sadaka al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin.Yani, günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenatlarının bereketlenmesine, ihlaslılar derecesine terfi edilmelerine sebep olasın. Bunun üzerine Hz. Peygamberimiz o malların hepsini değil, ifadesindeki min-i teb'iza riayet ederek üçte birini alıp dağıttı.

Bu rivayete göre, burada alınması emrolunan sadaka, farz olan zekât olmayıp, o ayak sürüyüp savaşa katılmayanlardan günahlara bir keffaret gibi alınan özel bir sadaka demek olur. Hasan-ı Basrî'nin sözü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin keffaretlerinde olduğu gibi, ibadet ve itaattaki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur. Fakat fıkıh âlimlerinin pek çoğu demişlerdir ki, bundan asıl murad farzolan zekâttır. Yani yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olduğundan, siyakın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekatın zenginlere farz olduğu ve böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine de sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve nedametlerinin geçerli olması ve dindarlıklarının sadakatli olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızası ile ve seve seve vermelerine bağlıdır. Buna bağlı olduğu içindir ki, nifak kusurundan ancak böyle kurtulup temizlenebilecekleri anlatılmıştır. Bu mânâ ise farz olan zekâttan başka tatavvu (nafile) olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Hz. Peygamberimiz'in, "almakla emrolunmadım" buyurmasının yukarıda adı geçen Hatıb b. Sa'lebe gibi bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişi ile ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.

Velhasıl burada "al!" emrinin, rivayete göre günahlara keffaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Hz. Peygamberimiz tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği aşikârdır. Ve şurası da bilinmektedir ki, Resulullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Hz. Peygamber'in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Hz. Peygamberimiz'in sadaka alması, kendi adına sadaka alması değil, Allah adına sadaka almasıdır. "Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum." hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp, harcama yerlerine sarfetmek demektir. Bu âyet vergilerin toplanmasında imam denilen devlet başkanının mutlaka bir sorumluluk taşıdığına ve görev yüklenmiş olduğuna delalet eder ki, kısmı da bununla ilgilidir. Bu münasebetle "Ahkâm-ı Kur'ân"da yer almış olan şu satırları buraya kaydedelim:

"Bu âyet delalet eder ki, sadakaları almak, devlet başkanına aittir. Mükellefler vergiyi doğrudan doğruya fakirlere verirse yeterli olmaz. Çünkü alınmasında devlet başkanının hakkı yerine gelmemiş olur. Bundan dolayı mükellefin boynundan zekât borcu kalkmış olmaz. Hz. Peygamber, davar ve sığırla ilgili zekâtları toplamak üzere amiller gönderir ve onların sulama yerlerinde veya ağıllarında sayılıp zekâtlarının alınmasını emrederdi. Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in Sakıf heyetine diye şart koşmasının mânâsı da budur. Yani sığır, deve ve davarları (ki, bunlara mevaşî adı verilir) sahipleri getirip vergi memurlarına hazır etmekle mükellef olmayacaklar, vergi memurları su başlarını, ağılları ve otlakları ve sürülerin bulunması muhtemel olan yerleri dolaşarak gördükleri sürülerden zekâtı mahallerinde toplayıp gidecekler. Hububat ve bahçe gelirlerinin zekâtı da yine böyle toplanacaktır. Diğer malların, yani gizli servet denilen altın ve gümüş paraların zekâtı, sahipleri tarafından Hz. Peygamberimiz'e götürülürdü. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanında da böyle yapıldı. Hz. Osman zamanında da bir süre bu minval üzere toplandı. Sonra bir Ramazan günü bir hutbe irad edip: "Bu ay zekâtlarınızın ayıdır. Her kimin üzerinde zekât borcu varsa ödesin, geriye kalan malını temizlesin" dedi ve böylece doğrudan doğruya yoksullara ödenmesini herkesin kendisine bıraktı ve bundan dolayı bu mallardan devlet başkanının zekât alması hakkı sakıt oldu. Çünkü âdil imamlardan birinin yapmış olduğu bir sözleşmedir. Binaenaleyh ümmet üzerinde hükmü geçerlidir. Çünkü Peygamber Efendimiz "O, onların aleyhinde veya lehinde sözleşme yapar." buyurmuştur. Hz. Peygamber'in mevaşinin (zekâtlık malların) ve tarım ürünlerinin zekâtlarını toplamak üzere vergi memurları (amiller) görevlendirdiği gibi, nakitteki zekâtların toplanması için de amiller görevlendirdiğine ilişkin bir bilgi bize ulaşmamıştır. Çünkü bu gibi mal ve servetler devlet reisinin bilgisi dışındadır, ötekiler gibi açıkta değildir. Onlar evlerde, dükkanlarda ve kapalı yerlerde saklanabileceği ve memurların da ev gibi yerlere girmelerinin caiz olamayacağı gibi, mükelleflere bütün mallarının ortaya konmasını teklif etmek de caiz olmayacağından, bu çeşit gizli mallar için memur gönderilmemiş idi. İmama kendileri getirirlerdi, bu konuda kendi beyanları kabul edilirdi. Bununla beraber bu ticari mallar bir yerden bir yere taşınırken açığa çıktığı zaman bunlardan da vacip olan zekâtı toplamak için amiller tayin olunduğu olmuştur. Nitekim Ömer b. Abdülaziz, "Müslümanların geçirdiği ticari mallardan her yirmi dinarda yarım dinar, zimmilerin taşıdıkları mallardan da her yirmi dinarda bir dinar alınmasını, sonra bir sene geçmeden onlardan hiçbir şey alınmamasını ve bunu Hz. Peygamber'den dinleyen kimsenin kendisine haber vermiş olduğunu" amillerine yazmış idi. Daha önce de Hz. Ömer ibni'l-Hattab, amillerine "müslümanlardan çeyrek öşür, zimmilerden yarım öşür, harbilerden de bir tam öşür almalarını" yazmıştı. Ve müslümanlardan alınan çeyrek öşür (yani kırkta bir) vacip olan zekât olup, bunda nisap, havl (zaman) ve gerçek mülkiyet gibi şartlar da geçerli olur. Eğer bu şartlar tutmaz ve zekât vacip hükmüne girmezse alınmazdı. Bunda Hz. Ömer, zekâtlık malların ve tarım ürünlerinin zekâtında Hz. Peygamberimiz'in fiilî sünnetine uymakla yetiniyordu. Zira ticari mallar da, tıpkı diğer hayvanat ve tarım ürünleri gibi pazarlarda dolaşan zahiri mallardan olmuştu. Hz. Ömer'in bu uygulamasına ashaptan bir kimse de itiraz edip karşı çıkmamıştı. Şu halde bu konuda bir icma' meydana gelmişti. İşte Ömer b. Abdülaziz, Hz. Peygamberimiz'den rivayet olunan hadis ile birlikte Hz. Ömer'in bu uygulamasına da uyuyordu...ilh. (Bu mesele, Fıkıh kitaplarında, Kitabu'z-Zekât'ın âşir adlı faslında bahis konusu edilir.)

Özetle mallarından öyle bir sadaka al, ve sen onları salavatla, yani kendilerini dua ve istiğfar ile taltif eyle, onurlandır. Muhakkak ki, salavatın (hayır dua etmen) onlar için bir sükûnettir, Allah katında tevbelerinin kabul olduğuna bir güvencedir, bir gönül rahatlığıdır. Allah, işitendir, bilendir.

Ana Sayfa
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri