7. Sonra yemin olsun ki cehennemi yakin gözüyle göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn gözü) tamlamasındaki "ayn"da iki vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına olmasıdır. Yakîn gözüyle, açıkça, önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet (görmek)den zahir olan budur. Bu şekilde önceki görmek tehdit, ikinci görmek mahşerde, sıratta görme demektir. Diğeri de "ayn", zat mânâsına olmaktır ki yakînin zatından, kendisinden ibaret olan bir görüşle göreceksiniz, demek olur. Tefsircilerin çoğu burada mânâ bu olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn mânâsının aynı demektir. Bunda bilen, biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen hep aynı şey olarak birleşmiş olur. Böyle biliş ve görüş de Allah korusun ancak o cehenneme girmekle olur. Onun için buna göre de demişlerdir ki, önceki rivayet (görüş), ortaya çıkış esnasında, sonraki görüş girme esnasındadır.
8. Sonra vallahi o gün o nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.
Naîm,
kendisiyle tad alınan her türlü nimeti
içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı,
soğuk
su da bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme
kendilerini
oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle oyun ve
gafletle
tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve
sorumluluklarından
alıkoyan nimetler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan
maksat
da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların
acılarını,
azaplarını çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki:
"İnsanın sorumlu
olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti
olmayan
kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde
etmeye
sarfedilmiş olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini
eğlence
ve oyunla geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi
vermeyen;
nefsine onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin
nimetleridir.
Fakat Allah Teâlâ'nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları
ile
faydalanıp, onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya
çalışmak
için kuvvet alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan
hariçtir.
Bunda dinden
büsbütün gaflet eden kâfirler
dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fasık müminler de
dahil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır.
Şükrünü
bilen salih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: "Naim
(nimetler),
yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden
alıkoyan
her kimseye, naim de onu işgal edene mahsustur. Çünkü karine ve "De ki:
'Allah'ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram
etti?"
(A'râf, 7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber
ikisi
de geneldir. "Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet,
kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü
Abbas'dan rivayet edilerek bazı tefsirciler bu sûredeki hitapların
kâfirlere,
bundan dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara
mahsus olduğuna kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını
cezalandırır
mıyız?" (Sebe', 34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil getirmişlerdir.
Fakat
bundan maksad nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur.
Diğer bir kısım tefsirciler de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek
kâfir,
gerek mümin, gerek fasık, gerek salih bütün insanlara ait bir hitap,
naimin
de her nimeti içeren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde
sorudan maksat, yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek
olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya
mükafat
ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil
getirmişlerdir.
Bu cümleden
olarak: Tirmizî'nin Abdullah b. Zübeyr'den,
babasından rivayet ettiği üzere âyeti nazil olduğu zaman,Zübeyr b.
Avvam
(r.a.):
Tirmizî
öncekine hasen ve ikinciden çok sahih,
demiştir.
Yine Ebu
Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki:
Bu hususta
rivayet edilen haberlerin en yaygını,
Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu
Hureyre'den
rivayet ettikleri şu hadistir:
İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin İbnü Abbas'dan rivayetlerinde de:
Daha bunlar
gibi hadislerden dolayı bu sorunun
mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşaf'ın
da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına
delalet
etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde demiştir ki: Doğru
olan,
soru nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden
mümine
ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği şeylerin
hepsi
onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da
hepsinden
vaki olur. Bunu, rivayet olunan şu nebevi hadis de tekit eder:
Bunun özeti, burada sorumluluğun mânâsı, her nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için şüphesizdir. Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu, görevini güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur. Hiçbiri ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa, görevi de o oranda çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur. Onun için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp kalkarak çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Yukarılarda da bilindiği üzere Hz. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi. Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır halleri idi. İsra Sûresi'ndeki "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsrâ, 17/29) âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil olmuştu. Şu halde görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus olamaz, elbette müminlere de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin pek mutlak olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:
Birinci
olarak: "Kim mecbur kalırsa (başkasına)
saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir günah
yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah
kaldırılmış
olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir. Şu
halde
zaruret derecesi soru ve hesaptan istisna veya tahsis edilmek gerekir.
Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin
Hasen'den
naklettikleri şu hadis de buna delalet eder.
Resulullah (s.a.v.)
buyurdu
ki:
- Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz:
Gölgeleneceği bir çatı
gölgesi
Belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı
Avret yerlerini
örteceği
bir elbise".
Bu şekilde Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere "malabudde minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.
İkinci olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere iştirak etmiş oluyor:
Üçüncü olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil ediyor, halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir. Fasık, mümin olmakla beraber itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. O hade azarlama sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları, asileri de içine alması gerekir. Görevli olmanın gereği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği üzere bu âyette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile- alıkoyan nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr Sûresi'ndeki "Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler... müstesna." (Asr, 103/3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |