ELMALI TEFSİRİ

37-SAFFAT:

1- "Saf bağlayıp duranlara andolsun..." yemin içindir. "O saf dizip duranlara andolsun" mânâsını gösterir.

SÂFFÂT, saf yapanlar demektir ki, Ebu's-Suud'un açıklamasına göre hem dizilip saf olanlar, hem saf dizenler mânâsına gelir. İleride gelecek olan "Saf bağlayanlar elbette biziz." (Sâffât, 37/165) âyeti de bu iki mânâ üzerinde döner dolaşır. Saff, birçok şeyleri, düz bir çizgi nizamı üzerinde sıra ile dizmek mânâsına masdar olup, dizilen sıraya da isim olarak "Saff" denilir. Namaz saffı, harb saffı nizamı gibi. Allah'ın hükümranlığında çeşitli mertebelerde tam bir düzen ile dizilip, vazife gören meleklere yemin ediliyor ki, bunda İslâm için istenen cemaat, cihad, ilim kuvvetleri gibi teşkilatın esaslarına da işaret vardır. Bu durumda mânâ şu olur: Yemin ederim o meleklere, o kuvvetlere ki, saflar yapıp dizilmişler. Bu saff, Allah'ın arşı etrafını donatmış olan meleklerden, ta dünya göğünü süsleyen gök cisimlerinde yer alarak vazife yapmak için Allah'ın emrine hazır bulunan meleklere kadar hepsini içine almakta ve esası beş vakit namazlarda bağlanan saflarla temsil edilen millet ve cemaate işareti de içermektedir. Derken zecrederek sürerler.

2-ZECR: Aslında bir sataşma ile bağırıp azarlayarak bir şeyden uzaklaştırmaktır. Haylayıp sevketmek ve bağırmaksızın men ve yasak etmek mânâlarına da kullanılır. Şu halde gerek bulutları sevk eden sürücü melekler gibi sevk edici ve gerek genel olarak men ve def eden uzaklaştırıcı kuvvetler bu zecredicilerdendir. Bu şekilde bütün mücahid ordular buna dahil olduğu gibi, özellikle kumanda edip götürenler ve öğüt verip yürütenler de buna dahildir.

3- Sonra bir zikir okurlar. Hak'tan vahiy, kitap, Kur'ân indirir, ilim ve marifet telkin ederler.

4-Bütün bunlara yemin ile önemlerini hatırlatarak söylerim ki gerçekten sizin ibadet edeceğiniz ilâhınız birdir.

5-İspatı: O bütün göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi, hem bütün doğuların Rabbi. Doğular, yıldızların doğuş yerleri veya sene içerisinde her gün başka bir noktada doğması itibarıyla güneşin doğuş yerleri demek olabilirse de bunlardan başka "Sonra bir zikir okurlar." karînesiyle bütün manevî nurların da doğuşlarına işaret olunması için "doğuların Rabbi" buyurulmuş olması daha doğrudur. Çünkü zâhir ile bâtın, dış âlem ile zihin, objektif ile sübjektif birleşmeden Hakk'ın birliği bilinemez. Zâhirî nurların, dünya göğünün süslerinden gösterilmesi de bunu anlatır.

6-Şöyle ki: Biz dünya semasını, en yakın göğü bir zinet ile donattık. Yıldızlarla. ifadesinde de "dünya" "ednâ"nın müennesidir ki, "en yakın" demektir. Bu ifadenin zâhiri, bütün yıldızların en yakın gökte olmasıdır. Şu halde burada en yakın gök, yer kürenin etrafında yalnız ayın yörünge sahasından ibaret değil, yalnız güneş sistemi âlemi de değil, genel olarak yıldızların bulunduğu cisim olan saha, yani üç boyut sahasıdır. Gerçi süsleme cisimleriyle değil de ışıklarıyla olduğuna göre, bunların dünyadan görünebildikleri şekillenme ve akislenme sahasına sırf görünüş (optigue) itibarıyla bu isim verilmiş olması muhtemel ise de zâhir olan birincisidir.

Her iki takdirde de bu şekilde en yakın göğün süslenmesi hatırlatılmakla bu zahirî nurların ve süsün herkes tarafından bile his ve takdir edilebileceği ve fakat daha yukarısının böyle olmadığı anlatılmış oluyor.

7- Onun için buyuruluyor ki, hem de inatçı, itaate yanaşmaz her bir şeytandan koruduk.

8-9-Şöyle ki: Onlar, yüce (melekler) topluluğunu dinleyemezler. O cisimlere ait süsleri, zahirî nurları geriden görürler. Fakat daha yüksek heyetleri, en yüce cemiyetleri, yani melekleri dinleyip işitemezler, peygamberler gibi vahiy alamazlar, miraca çıkamazlar, o sınırlarda duramazlar. Kovulmak için her taraftan atış edilir, mermiye tutulurlar. En yakın göğün de sınırlarında böyle def edici, geri püskürtücü kuvvetler vardır ki, bunlar anlatılan, haykırıp sürenlerdendirler. Dinsiz şeytanların yüksek topluluğu dinlemeyip de peygamberlik taslayamamaları için karakol bekler, onları kovarlar. Bir de o şeytanlara devamlı bir azab vardır ki, o da ahirettedir.

10- Ancak bir çalıp kapmaca yapan olur. Bir kulak hırsızlığı ile yüksek topluluk haberlerinden, vahiy ve ilham gelişlerinden çalıp kaçan bulunur. Onu da yakıcı bir ateş, gökten yere doğru delip geçen bir alev takip eder. Hıcr Sûresi'nde "Şihab" (delici alev) hakkında söz geçmişti. (Hıcr, 15/18. âyetin tefsirine bkz.)

SÂKIB: Esasen delen veya delici demektir. Işığı ile göğü delivermiş gibi parlak görünen yıldıza sâkıb (delici) yıldız denildiği gibi, sâkıb alev de böyledir. Bununla beraber şihablar (alevler) gerçekten havayı dışından bir mermi gibi gelerek delip geçiyor da demektir. Şihabların, yükselen buharlardan tutuşmuş olması görüşü bugün kabul edilmiyor. Şihablar en yakın göğün sabit süsü olan, bilinen yıldızlar gibi büyük olmamakla beraber yine yıldızlar cinsinden sayılabilecek küçük ve küme küme dolaşan gök cisimlerindendirler. Havaya teması ile parladığı sırada bir fişek gibi kaymasıyla süs hizmetinden de uzak kalmaz. Bununla beraber şeytanlara atılan şihabdan maksadın ruhanî bir şihab olması da pek muhtemeldir. Asıl mesele aşağıdan göğe karşı saldırmak isteyenlerin durumlarını göstererek, ilâhî olan ilhamlardan bir kulak hırsızlığına ait şeytanlıklarla peygambere karşı rekabete kalkışan, dinler uydurmaya çalışan dinsizlerin maddî ve manevî yenilgi ve perişanlıklarını anlatmaktır.

11- Şimdi sor onlara. Bunları gösterdikten ve hepsini, yaratanın birliğini anlattıktan sonra, sor o seninkilere, o inkârcılara ki yaratılışça kendileri mi daha çetin, daha kuvvetli yoksa bizim yarattığımız o yaratıklarımız mı? O saf bağlayanlar, o zikir okuyanlar, o gökler mi? Hangisini yaratmak daha zor? Bunları yaratan Allah, hiç kendilerini bir yaratışla daha yaratamaz mı? Görülüyor ki burada Yâsin'in sonundaki

"Gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya kâdir değil midir?" (Yâsin, 36/81) âyetinin bir açıklama ile zihinlere yerleştirilmesi vardır. Bu sorunun cevabı da şunun içindedir: Çünkü biz kendilerini, cıvık, yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar yaratıldıktan sonra cıvık bir çamurun ne çetinliği olur? Bir cıvık çamur ki, en gelişmiş şekli nutfe (bir damla su)dir.

12-21- Fakat sen şaşırdın, Allah'ın kudretine ve onların inkârına. Onlar ise eğleniyorlar.

O fasıl (iyilerle kötülerin ayırt edilişi), o ayırış şöyle ki:

22-27- Eşleriyle, yani dengi dengine; puta tapanı puta tapanla, yıldıza tapanı yıldıza tapanla, yahut zulmedenlerin erkeğini, dişisini yahut şeytanlardan olan arkadaşlarını.

28-40- Bize sağdan gelirdiniz. Sağdan gelmek, sağlam taraftan, iyi ve hayırsever bir şekilde gelmek.

41-47- Devamı, lezzeti gibi özellikleri belli ve yerleşmiş bir rızık, yani Meyveler. Bu tabirde iki nükte vardır. Birisi, cennet ehlinin yemeleri ve içmelerinin sırf zevk ve lezzet için olduğunu hatırlatmadır. Çünkü meyve sade lezzet için yenir. Diğeri de dünyadaki çalışmanın meyvesi olduğuna işarettir.

Naîm cennetlerinde, nimetten başka bir şey olmayan cennetlerde. Keis; dolu kadeh, boşuna "keis" denmez. menba suyu.

MAÎN: Aslında kaynağından çıkan, yahut göz önünde akan su demek olup, cennet içkisi bununla vasıflandırılmıştır ki Onda hiç bir gâile (keder, sıkıntı, zarar) yok. Dünya şarapları gibi sarhoş ediciliği, zararı, günahı yok.

48-49-50-(*} Ve ondan sarhoş da edilmezler.

Gamzelerini kocalarına tahsis etmiş, başkasına bakmaz dilberler.

51-61- Benim bir yakınım vardı. Yani dünyada beraberimde duran bir arkadaş. Buharî'de bu yakın (karîn), şeytan diye açıklanmıştır.

62- Bu mu hayırlı konukluk için?

NÜZÜL: Misafir gelir gelmez ikram için sunulan konukluk. Burada bu ifade gösteriyor ki, yukarıda cennetlikler için söylenen, henüz yeni gelene konulan ikramiye cinsinden olup, onlara onun ilerisinde öyle nimetler vardır ki, şimdi akıllar onu anlamaktan acizdir. İşte cehennemlikler için de zakkum ağacı, öyledir.

ZAKKUM: Tihame'de biten küçük yapraklı, acı ve fena kokar bir ağacın ismi olup, aşağıdaki şekilde tarif edilen ve meyvesi, cehennemliklerin konukluğu olan ağaç bununla isimlendirilmiştir.

63-Buyuruluyor ki: Çünkü biz onu zalimler için bir fitne (imtihan) kılmışızdır. Ona dünyada zalimler vurgun ve tutkun olur. Ahirette de sıkıntı ve azabını çekerler. Allah daha iyi bilir ya, halkı zulüm ile yemek için kurulan zalimler teşkilatı, o zalimler kurumu.

64-66- O cehennemin kökünde, dibinde çıkar da dalları tabakalarına dağılır. tomurcuğu, meyvesinin doğum noktaları, sanki şeytanların başları gibidir. Buna üç mânâ verilmiştir:

1- Son derece çirkinlikten kinaye olmak üzere hayalî bir benzetme.

2- Şeytanlar, çirkin suratlı korkunç yılanlar demektir.

3- "Ruûsü'ş-Şeyâtîn" (Şeytanların başları), çirkin manzaralı, bilinen bir otun meyvesiymiş ki Yemen'de Esten denilirmiş.

Biz de dördüncü bir mânâ anlamak istiyoruz ki, zalimleri en çok aldatan, meftun eden nokta, onun çiçek açıp meyvesini verecek olan noktalarıdır. Gelir kaynakları gibi görünen o noktalar öyle iğfal edicidir ki, sanki şeytanların başları, yahut reisleri gibi.

67-74- Sonra onların bunun üzerine hamîmden (kaynar sudan) bir haşlamaları da vardır.

ŞEVB: İçkiye karıştırılan katkı, aşlama veya haşlama.

HAMÎM: Esasen kaynar su demek olup, cehennemin bağırsakları parçalayan suyuna denir. Bununla haşlanan o içki de "gassâk", akan cerahat, irindir. Çünkü zalimler halkı bu hale getirirler. Ahirette de öyle haşlanırlar.

75-77-*} Tufan felaketi. Hem neslini, baki kalanlar kıldık. "O'nun üç oğlu; Sam, Ham, Ya'fes ve bunların eşlerinden başka, diğer gemide bulunanların hepsi nesil bırakmayarak vefat etti" demişlerse de biz bunu Hûd Sûresi'nde geçen "Denildi ki: Ey Nuh! Bizden sana ve seninle birlikte olanlardan gelecek ümmetlere selam ve bereketlerle gemiden in." (Hûd, 11/48) âyetine uygun bulmuyoruz. Çünkü "seninle birlikte olanlar" dan maksadın, "O'nunla beraber iman edenler pek azdı." (Hûd, 11/40) diye buyurulan az kişiler olduğu açıktır. O halde buradaki Kasrın (Tahsisin) gemidekilere değil, boğulanlara göre izafî olması daha uygundur. Bununla beraber denilebilir ki, bütün gemidekilerin nesilleri tağlib yoluyla (çoğunluk itibarıyla) onun zürriyeti hükmünde tutulmuş ve bu şekilde baki kalanların hepsi onun zürriyeti olarak sayılmış, ona ikinci Âdem denmiştir.

Taberî der ki: Arap Sam evladından, Sudan Ham evladından, Türk ve diğerleri Ya'fes evladındandır. Ebu Hayyan da "Bahr"de bunu naklettikten sonra şöyle kaydediyor: Bir grup da şöyle söylemiştir: "Allah Teâlâ Hz. Nuh'un zürriyetini baki bırakıp neslini uzatmıştır. Bununla beraber bütün insanlar onun nesliyle sınırlı değildir. Ümmetler içinde ona ait olmayan da vardır". Alûsî, de şu mütalaada bulunmuştur: Sanki bu grup, suda boğulmanın genel olduğunu söylemiyor. Nuh (a.s.) kâfirler aleyhinde dua etmiş, fakat dünya halkının hepsine gönderilmemiştir. Çünkü peygamber gönderilmenin genel olması ilk önce peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in özelliklerindendir. Genel olduğunu söyleyip de kasrı, boğulanlara nispetle yapmış olması da caizdir.

78- Hem de ahirîn içinde, yani sonrakiler, geriden gelen bakiler içinde de kendine bıraktık. Burada iki şekil vardır. Birisi, mef'ul, hazfedilmiştir. Namına güzel bir anı, güzel bir övgü bıraktık demektir.

79-82-Bu durumda Bütün âlemler içinde Nuh'a selam, Allah Teâlâ tarafından bir selam olur. Diğeri de hikâye yoluyla bu selamın mef'ul olmasıdır ki, bu şekil daha açıktır.

83-84-85- Şüphesiz İbrahim de elbette onun kolundan (şiasından)dır.

ŞÎA: Bir kimsenin arkasında, izinde giden taraftarları, tabileri demektir. İbrahim (a.s.) da iman ve ihlas esnasında ve Allah yolunda müşriklere karşı cihad hususunda ve şeriatının teferruatında değilse de asıllarında onun izince gitmiştir. selîm kalb; tertemiz, her lekeden arınmış, Allah sevgisinden samimi, tamamen O'na teslim olmuş kalb.

86-87- "İfk" için mi Allah'tan başka ilâhlar istiyorsunuz?.

İFK: Yalan dolan, iftira demek ki, Allah'tan başka ilâh var demek, yalancılıktır, iftiradır, bühtandır.

88-89- Derken yıldızlarda bir bakış yürüttü, yahut bir bakıma baktı. Bundan bizce hemen akla gelen mânâ En'am Sûresi'nde "Üzerini gece bürüdüğü zaman bir yıldız gördü..." (En'am, 6/76) âyetinde geçen fikir ve bakıştır. Bu şekilde Baktı da "ben hastayım" dedi. Söz "Eğer Rabbim beni hidayete erdirmeseydi mutlaka sapıklar topluluğundan olacaktım." (En'am, 6/77) meâlinde olur. Fakat tefsirciler buna şöyle mânâ vermişlerdir: Kendileriyle beraber ibadet teklif ettikleri için yıldızlarda bir bakıma baktı da, yıldızların hükümlerine bakıyormuş gibi yerlerini, bağlantılarını gözden geçirdi, onlar müneccim oldukları için o da onlarla istidlal ediyormuş gibi görünerek ben keyifsizim, dedi. Onların tekliflerinden rahatsız olduğunu kastediyordu

90-100-Hastayım deyince Arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler. Hastalıktan, taundan (vebadan) korkmuşlar. Bu ifade ne kadar nüktelidir. Hastayım deyince arka dönmek, sonra darbeyi vurunca da zifaf eder gibi birbirine girerek ona yöneldiler. Hücum ettiler. Yöneliş göstermeleri, adi insanların, umumi toplumların psikolojik durumlarını anlatır.

101- Bunun üzerine onu yumuşak huylu bir oğul ile müjdeledik. Bu uslu oğul, İsmail (a.s.)'dir.

102-İshak'ı müjdeleme bundan sonra ayrıca söylenecektir. Ne zaman ki beraberinde koşmak, yani çalışmak çağına erdi, ona Allah için yapılacak bir iş, bir itaat göstermek üzere ey yavrum! dedi, ben düşümde görüyordum ki ben seni boğazlıyorum. Artık bak ne görürsün? Ne dersin, ne görüşte bulunursun? Deniliyor ki, Hz. İbrahim, bunu Zilhicce'nin sekizinci, dokuzuncu, onuncu yani terviye, arefe, nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hz. İbrahim böyle görmüş ve böyle tabir etmiş ve dolayısıyla böyle vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vacib hak, bir emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yapmaya kalkışmayıp, önce yerine getirilme şeklini istişare etmek üzere böyle görüşünü sorarak tebliğ etti ki, bununla ilk önce onun itaat ve boyun eğmekle ecir ve sevaba ermesini temin etmek istedi. Düşünmeli, bunu söylerken "ey yavrucuğum!" diye hitab eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir şefkat duygusu çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hakim bulunuyordu. Düşünmeli de duymalı ki, bu ne büyük bir bela, ne dehşetli bir ilâhî imtihandı! İşte bunun böyle ilâhî bir emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o yumuşak huylu oğul ey babacığım! dedi, ne emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.

103- Ne zaman ki böyle ikisi de teslim oldular; Allah'ın emrine kendilerini teslim ettiler. Ve İbrahim onu tuttu, şakağına yıktı.

CEBİN: Şakak, yani alnın yanlarıdır. Bu, Mina'da sahranın yanında veya mescide bakan yerde yahut bugün kurbanların kesildiği mevkide olmuştu, diye naklediliyor. Bıçağını çekip çekmediği hakkında iki görüş vardır.

104-105- Burada yalnız buyuruluyor ki, şakağına yatırdı. Biz de ona şöyle seslendik: Ey İbrahim! Rüyayı gerçekten tasdik ettin. Doğrulukla yerine getirdin, gördüğün gibi inandın, kararlılık ve doğrulukla yerine getirdin. Çünkü "boğazlıyorum" diye görmüş, "boğazladım" dememişti. Kararlılık ve ciddiyetle kesmeye teşebbüs etmekle de kalmayıp o tahakkuk etmişti. Taberî gibi bazı tefsirciler bu nün, nın cevabı ve "vâv"ın da daki "vâv" kabilinden olduğunu söylemişlerse de araştırmacı âlimlerin tercihine göre atıf vâvı olup, burada cevap, tefhim (bu işin büyüklüğünü anlatmak) için hazfedilmiştir. Şöyle demektir: Ve biz böyle seslenince; ne büyük bayram, ne tarife sığmaz neşe ve sevinç meydana geldiğini söylemeye hacet yok! Şu da cevabın tâlilidir (sebebinin açıklanmasıdır): Çünkü biz, iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız.

106- Şüphesiz ki bu; İbrahim'in karşılaştığı bu oğlunu kurban etme işi elbette açık bela, parlak imtihandır. Öyle açık bela ve parlak imtihandır ki, gerek İbrahim'in ve gerekse oğlunun "İhsan, Allah'a kendisini görüyormuşsun gibi ibadet etmendir." hadis-i şerifinin ifadesince en yüksek ihsan mertebesinde bulunan ihsan edenlerden (iyilik yapanlardan) olduklarında hiç şüpheye yer bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını mükafat ile karşılayarak öyle seslendik.

107- Ve ona büyük bir kurbanlık ile fidye de verdik. Yani İbrahim'e oğlunun yerine kesilmek için büyük bir kurbanlık kurtuluş fidyesi de verdik. Boğazlamaya başlamakla rüya gerçekleştirilmiş olup da "Rüyayı tasdik ettin" diye nida edildikten sonra fidyenin mânâsı ne olabilir? Bunu en güzel açıklayan yön şudur: Deniliyor ki, İbrahim (a.s.) bir oğlu olursa, Allah yolunda kurban edeceğini adamıştı. Sonra unutmuş, rüya bunu hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya gerçekleştirilmiş olmakla beraber adak yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle hüküm değiştirmek suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Bundan dolayı İmam-ı Azam demiştir ki: Çocuğunu kurban etmeyi adayana bir koyun kesmek vacib olur. Acaba o büyük kurbanlık ne idi ve büyüklüğü neresindeydi? Çokları cennetten gelme, beyaz ve bir rivayette emlah, yani alaca ve a'yen, iri gözlü bir koç idi demişler ki, yahudilerin görüşü de buna uygundur. Bazıları da Sebîr dağından inme bir va'l, yani dağ keçisi demişlerdir. Büyüklüğünü de bazıları maddî olarak, iri yapılı diye, bazıları da manevî büyüklük ve önemle tefsir etmişlerdir. Yalnız bir peygamber değil, belki baba ve oğul iki peygamberin sıkıntısını kaldıran ve özellikle neslinden peygamberlerin sonuncusu gelecek bir peygamberin fidyesi olan ve cennetten gelen bir kurbanlık elbette büyük olur. Bazıları da demişlerdir ki, büyüklüğü ondan sonra sünnet ve din olması itibarıyladır. Ebu Bekir Verrak, bir nesilden değil, doğrudan doğruya yaratılmış olması bakımındandır, demiştir. Fakat hatırlatmaya hacet yoktur ki, Kur'ân'ın "Büyük bir kurban" ifadesi bütün bunlardan daha kapsamlı ve daha büyüktür. En iyisini Allah bilir.

108- Sonrakilerde de namına bıraktık. Onu güzel bir anı ile yad eder ve sünnetini yerine getirmekle bayram yaparlar.

109- Selam İbrahim'e.

110- İşte iyilik yapanları böyle mükafatlandırırız. Burada "Biz" denilmemesi, biraz önce geçmiş olduğu için burada bir nevi tekit kastedildiğine işaret olmalıdır. Evet İbrahim iyilik yapanlardandı.

111- Çünkü o bizim mümin kullarımızdandır. Yahudiler bu kurban edilenin Hz. İshak olduğunu söylüyorlarmış. Muhammed b. İshak, Taberî gibi bazıları da buna taraftar olmuşlar, Muhyiddin Arabî de Fusûs'unda bu görüşe gitmiştir. Fakat burada şu atıf onları reddetmekte açıktır.

112-Çünkü "Biz ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik." ifadesi üzerine atıf ile buyuruluyor ki: Bir de onu İshak ile müjdeledik. Belliki bu şöyle demek oluyor:

"Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et." diyen İbrahim'i o boğazlama kıssası anlatılan halîm (yumuşak huylu) oğulla müjdelikten başka, bir de İshak ile müjdeledik. Ki salihlerden bir peygamber olmak üzere. Şu âyetin de bu ikisine ait kılınması daha uygundur.

113- Hem ona, o halîm oğula ve hem İshak'a bereketler de verdik. Yani ikisinin de nesillerini bereketlendirdik, çoğalttık. Burada zamirini İbrahim'e göndermek, zürriyet yönüyle İshak'a karşılığı gerektireceğinden yakışmaz. İshak ve zürriyeti, İbrahim'in zürriyetinden olduğu için İbrahim'in İshak'a karşılık olarak zürriyet ve bereketi ancak diğer oğlu itibarıyla olabilir. Onun için zamiri bu itibarla İbrahim'e gönderilse bile şu tesniye (ikil) zamirin, herhalde iki oğula gönderilmesi gerekir. İkisinin zürriyetinden de; İbrahim'in iki oğlunun ikisinin zürriyetinden de;halîm oğul olan İsmail'in zürriyetinden de, İshak'ın zürriyetinden de hem ihsan eden, hem de kendi nefsine açıkça zulmeden vardır. Bu "İkisinin zürriyetinden" maksadın İsmail evladı ile İshak evladı olduğunda hiç tereddüt edilmemesi gerekir. Çünkü zamir İbrahim ile İshak'a gönderildiği takdirde bile İshak zürriyetinin karşılığında İbrahim zürriyetinin, İshak zürriyetinden başka bir zürriyet olması gerekir. Bu da bilinmekte olan İsmail evladıdır. Ve hatta bu takdirde İbrahim zürriyeti ünvanının İshak evladından çok İsmail evladına daha uygun ve daha layık olduğuna bir işaret yapılmış olur. Kısaca; "Ben Rabbime gidiyorum" deyip de "Ey Rabbim! Bana salihlerden (bir oğul) ihsan et!" (37/100) diye yalvaran ve o apaçık bela ile imtihanı başarı ile geçen İbrahim'e, Rabbi öyle selam ve selametle güzel bir anı ihsan etti. Ve iki oğul müjdeleyerek, onlardan zürriyetine öyle bereket verdi ki, hâlâ ikisinin de zürriyeti o feyiz ve bereketle yaşamakta ve fakat hepsi salih ve iyi kimseler değil, kimisi iman ile ihsan mertebesinde, kimisi de küfür ve isyanla nefsine zulmetmekte. Bu şekilde İbrahim'e verilen bu zürriyet bereketi, Nuh'a verilen zürriyet bakiliğine benzemektedir. Ancak şunu unutmamalı ki, ataların salih oluşu, evladın da salih oluşunu gerektirmez. Onun için Nuh'un zürriyetinden putperestler, İbrahim'in zürriyetinden zalimler çıkmıştır.

114-122- Belli kitap, yahut açıklaması, ifadesi güzel kitap, yani

123-136-Tevrat. İlyas da gönderilen peygamberlerdendir. Yani yukarıda "Gerçekten biz onların arasına uyarıcı peygamberler gönderdik." (Saffât, 37/72) buyurulduğu üzere, uyarı için gönderildiklerine yemin edilen peygamberlerden, o da İsrailoğulları peygamberlerinden (İlyas b. Yâsîn) ki Harun (a.s.)'un torunlarından denilmiştir. (En'am Sûresi, 6/85. âyetin tefsirine bkz.)

BA'L: Bir putun ismi ki yirmi arşın boyunda, altından ve dört yüzlü bir put olduğu söyleniyor. Kim bilir konduğu kaidesi ne kadardı? Hâlâ Şam'da Ba'lebek kasabası bu ad ile anılmaktadır. İlyasîn'e selam olsun.

İLYÂSÎN: İlyas, demektir. Bazı kırâetlerde okunduğundan her iki kırâete de uygun olması imlâsı için şeklinde yazılır.

YASÎN: İlyas (a.s.)'ın babası olmakla Âl-i Yâsîn yine İlyas demek olur. Yâsîn bir de Resul-i Ekrem'in isimlerinden olduğuna göre bazıları Âl-i Yâsîn'den maksadın, Muhammed ümmeti olduğunu söylemişlerdir. Herhalde denilmeyip buyurulması, bir tevriyeden uzak değildir. "Âl-i Yâsîn" kırâeti de bu tevriyede açıktır. İmlâda vasledilmeyip de iki kırâete uygun şekilde yazılması da bu tevriyenin birkaç yönden gerekli olduğuna işaret eder. Şu halde demek olur ki, burada "Selam İlyas'a" denirken; "Selam Muhammed âline" mânâsına bir de tevriye kastedilerek buyurulmuş ve bundan dolayı olmalıdır ki selam fıkraları da burada bitirilmiş, Lût ve Yunus kıssalarında daha çok "Bak uyarılanların sonu nasıl oldu?" (Sâffât, 37/73) ifadesine dikkat çekilmiştir. Bu tevriyeye göre "O mümin kullarımızdandır." İlyas'a ve Yâsîn'e ait olabilir demektir.

137-138- "Ve siz sabahleyin onlara uğrar, üzerlerinden geçersiniz." Kureyş, Şam'a ticarete giderlerken yolları, Lût kavminin yerlerine uğrar.

139- Şüphesiz ki Yunus da gönderilen peygamberlerdendir. Yunus (a.s.)'un kıssasında Allah Teâlâ'nın bir peygamberini hapsedişinin bir ifadesi vardır. Bunun, burada anlatılması, daha çok peygamber efendimize bir hatırlatma olmaakımındandır.

140- Hani, düşün o zamanı ki Yunus, "İbak" suretiyle o dolu gemiye kaçmıştı.

İBAK: Bir kölenin, efendisinden kaçmasıdır. Enbiya Sûresi'nde "Ve Zünnûn'a (da lutfettik). Hani o (kavmine) kızarak gitmişti." (Enbiya, 21/87) buyurulduğu üzere Yunus (a.s.) öfkelenip, Allah tarafından izin gözlemeksizin çıkmış olduğundan "ibak" (kaçış) denilmiştir. Alûsî, tefsirinde der ki: "Yunus (a.s.) hakkında kitap ehlinin kitaplarında anlatılan şudur: Allah Teâlâ, onu Nînüvâ halkına gidip onları Hakk'a davet etmekle görevlendirmişti.

O zaman Nînüvâ çok büyüktü. Üç gün kadar bir müddet içerisinde katedilebilirdi. Kötülükleri büyümüş, bozgunculukları çoğalmıştı. İşi büyük gördü ve Tersis'e kaçtı. Onun için Yafa'ya geldi, bir gemi buldu. Sahipleri Tersis'e gitmek istiyorlardı. Kiraladı, ücretini verdi ve gemiye bindi. Derken büyük bir fırtına koptu, dalgalar çoğaldı. Gemi gark olacak hale geldi, gemiciler telaşe düştüler. Geminin hafiflemesi için bazı eşyaları denize attılar. O sırada Yunus, geminin içine inmiş, uyumuş, hatta nefesi yukarı çıkarmış. Kaptan ona vardı. "Ne uyuyorsun? Kalk, Rabbine dua et. Ola ki bizi bu durumdan kurtarır da helak etmez" dedi ve birbirlerine; "Gelin bu kötülük bize kimin yüzünden geldiğini bilmek için kur'a atalım" dediler. Kur'a attılar, Yunus'a düştü. Bunun üzerine: "Anlat bize sen ne yaptın? Nereden gelip, nereye gidiyorsun? Hangi köyden, hangi soydansın?" dediler. O zaman onlara: "Ben, karayı ve denizi yaratan, göklerin ilâhı olan Rabbin kuluyum." dedi ve olayını anlattı. Onun üzerine çok korktular ve niye öyle yaptın diye kınadılar. Sonra ona: "Bu denizin durması için biz sana ne yapalım?" dediler. "Beni denize atın, durur. Çünkü bu büyük fırtına benim içindir" dedi. Adamlar gemiyi geri karaya atmaya çalıştılar, yapamadılar. Nihayet Yunus'u tuttular, gemide bulunanların kurtulması için denize attılar. Derhal deniz durdu ve Allah balığa emretti. O'nu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ büyük bir balığa da emretti, onu yuttu. Balığın kırnında üç gün üç gece kaldı. Karnında Rabbine dua ediyor, O'na yalvarıyordu. Derken yüce Allah balığa emretti. Onu karaya bıraktı, sonra Allah Teâlâ ona: "Kalk, Nînüvâ'ya var, bundan önce sana emrettiğim şekilde halkına çağrıda bulun!" buyurdu. Yunus (a.s.) da vardı, çağrıda bulundu ve "Nînüvâ üç gün içinde batacak" dedi. Bunun üzerine Nînüvâ halkı Allah Teâlâ'ya iman ettiler ve oruç ilan ettiler, hepsi eskiler giydiler, kral haber aldı, o da tahtından indi, süslü elbiselerini çıkardı ve bir çul giydi ve kül üzerine oturdu. Gerek insan ve gerekse hayvan, hiçbiri ne yiyecek, ne içecek tatmasın diye tellal çağırtıldı ve hepsi Allah Teâlâ'ya sığındılar, kötülük ve zulümden vazgeçtiler. Allah Teâlâ da kendilerine merhamet etti, azaba uğratmadı. Onlara azab etmeyince Yunus (a.s.) merak etti: "Allahım! İşte ben bundan kaçmıştım, çünkü biliyordum ki, sen çok merhamet edici, çok şefkatli, çok sabırlı ve tevbeleri çokca kabul edicisin. Ey Rabbim! Benim canımı al artık, ölüm bana yaşamaktan daha iyidir" dedi. Allah: "Ey Yunus! Çok üzüldün", dedi. Yunus: "Evet ya Rab!" dedi ve çıktı, şehrin karşısında beride bir gölgelik yaptı, altına oturdu. Şehirde ne olacağını gözetliyordu. Allah Teâlâ emretti, kendisine sıkıntısından gölge olması için başı ucundan bir kabak çıktı. O kabakla ferahlandı, büyük bir rahatlık duydu. Yine Allah Teâlâ bir kurda emretti, kabağı vurdu, kuruttu. Sonra sıcak bir samyeli esti, güneş de Yunus (a.s.)'un başına geçti, durum ağırlaştı. Ölüm sevilecek hale geldi. O zaman Allah: "Ey Yunus! Kabağa gerçekten acıdın mı?" buyurdu. O da: "Gerçekten acıdım ya Rabbi!" dedi. Allah Teâlâ da: "Ya sen o hiç üzerine yorulmadığın, bakıp büyütmediğin, belki bir gecede bitip, bir gecede yok olan kabağa acırsın da, ben o içinde on iki tepeden fazla insan oturan ve sağını solunu bilmez bir kavim ve birçok hayvanlar bulunan o büyük Nînüvâ şehrine merhamet etmez miyim?" buyurdu."

Alûsî, bunu naklettikten sonra: "Burada hakka muhalif noktalar bulunmakla beraber bilgi olması için naklettim" diyor. Onun için bu kıssaları okurken Kur'ân'ın ifadesindeki nezihliğe ve inceliğe dikkat ederek okumalıdır. Orada Yunus (a.s.)'u kavminin imanından sonra azab etmedi diye, balığın karnındakinden daha çok vicdan azabına düşmüş ve başında kabak da ondan sonra bitmiş gösteriyor. Halbuki Kur'ân Enbiya Sûresi'nde "Biz onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız." (Enbiya, 21/88) diye onun tasadan kurtarıldığını anlattığı gibi, burada da alana atılışını ve kabağın bitirilmesini, balığın karnından hasta olarak çıkarılması olayının peşinden anlatmış ve kıssanın sonunu da kavminin imanıyla istifadeleri gibi güzel bir sonuçla bağlamıştır. Yunus Sûresi'nde "Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da imanı kendisine fayda veren bir memleket olsaydı (ama olmadı). Yalnız Yunus'un kavmi (azab henüz inmeden) iman edince, dünya hayatında onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık." (Yunus, 10/98) buyurulduğu üzere böyle yeis (ümitsizlik) halindeki imanla kurtuluş yalnız Yunus kavmine nasib olmuştur. Azab, iman etmediklerinden dolayı vaad edilmiş olduğu için, kavmi iman ettikten sonra azab etmedi diye, bir peygamberin güya yalancı çıkmış olup da ölsem bundan iyi idi diye üzülmesinde bir mânâ yoktur. Bu üzüntü belki başlangıçta kızıp kaçtığı zaman olmuş olabilir.

141-142-Kısaca buyuruluyor ki: Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı da kur'a çekmişti ve kaydırılanlardan olmuştu. Yani kur'ada yenilmiş, gemiden atılmıştı. Burada kendi kendini attı diye bir söz varsa da (kaydırılan) deyiminin zahirine uygun değildir. Kendini atmış değil de kendi rızasıyla atılmış olabilir. Derhal balık onu lokma etti, yani yuttu. O halde ki, pişmanlık içindeydi, kendini kınıyordu, pişman oluyordu.

143- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun karnında kalırdı.

144- Eğer o çok tesbih edenlerden olmasaydı. Öteden beri Allah'ı tesbih ile çok zikrederdi. Bu karanlıklarda da "Senden başka ilâh yoktur, seni tesbih ederim, ben gerçekten haksızlık edenlerden oldum." (Enbiya, 21/87) diye nida ediyordu. Fakat sadece şimdi değil, öteden beri çok tesbih edenlerden olmasaydı yeniden dirilecekleri güne kadar elbette onun karnında kalırdı.

145-Fakat kalmadı, hemen biz onu alana, açık, boş bir sahaya fırlattık o halde ki, hastaydı.

146-Fırlattık ve üzerine yaktîn, yani bal kabağı cinsinden bir ağaç bitirdik. Gövdesiz, çabuk biter, çok çatallanır, uzar ve yaprakları büyük olduğundan gölgeliğe elverişli bir ağaç; gövdesi olmadığı halde buna ağaç denilmesi, çatallanıp yükselebilmesinden dolayıdır. Demek ki başında bu kabağın bitmesi, çıktığı sırada hasta halinde bir siper olması içindi. Bunun basit bir teşkilata işaret olması da düşünülebilir.

147- Ve onu, yani Yunus'u yüz bine gönderdik. Yani kaçtığı yere tekrar gönderildi ki, yüz bin nüfusa ulaşıyordu. Hatta artıyorlardı. Yani pek çok değillerse de az da değillerdi. Artmaya da hazırdılar. Bu ifade iki gönderme arasında artış bile olduğuna işarettir.

148- Bunun üzerine iman ettiler de biz de onları bir zamana kadar yaşattık. Yeis (ümitsizlik) halindeki iman fayda vermezken bu şekilde Yunus kavmine verdi. Bu bir fezlekedir (özetlemedir). Yani yukarıdaki "Bak o korkutulanların sonu nasıl oldu? Ancak Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka." (Sâffât, 37/73-74) emrinden buraya kadar açıklanan kıssaların bir özetini yaparak demek olur ki, şimdi bunlara bir göz atıp, nihayet

149-Yunus kıssasını da düşündükten sonra, peygamberliğin zorluklarından kaçınmayarak ey Muhammed! sen yine müşriklere sor; susturmak için de ki: Rabbine kızlar, onlara oğullar öyle mi? Bu ne biçim taksim? Cüheyne, Seleme oğulları, Huzaa, Melih oğulları gibi Arap müşrikleri; "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı. Halbuki kendilerinin kız evlatları olsa istemiyorlardı. Bir de meleklere kız demekle onlarda şiddet düşünmüyorlardı. Sûrenin başında onların anlatılan şiddetlerini duyurmak için "Sor onlara: Yaratılışça kendileri mi daha çetin..." (Sâffât, 37/11) buyurulduğu gibi, burada da inançlarını iptal için azarlanıyor.

150-Buna karşılık itiraz makamında, maksat dişi yaratıkları demektir, diyecek olurlarsa buyuruluyor ki Yoksa biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar şahitler miymiş?

151-158- Ha bak! Bu yukarıki "sor!" emrinde dahil olmayarak doğrudan doğruya Alah tarafından yalancılıklarını ilan ile görüşlerini iptal ve bozma gibi açıkça yalan olduğu belli olan şeylere şahitlik etmeye kalkışanların, şahitliklerinin dinlenmeyeceğini hatırlatır. Bir de Allah ile cinler arasında bir neseb uydurdular. Bu cümle, "Onlar, 'Allah doğurdu' derler." sözü üzerine atfedilmiştir. Muhatabdan yine bu şekilde gaibe (2. şahıstan 3. şahısa) geçilmesi, sözlerinin kötülüğünden dolayı hitaba kabiliyetleri olmadığına dair bir hatırlatmadır. Yani iftiralarından bütün cinlerle Allah arasında bir neseb, ilâhlıkta ortaklığı ifade edecek şekilde bir münasebet, bir ortaklık uydurmaya kadar gittiler. Burada cin, melekleri de içine alan en genel mânâya bütün gizli mahluklar, metafizik güçler, bütün ruhanîler demektir. Mecusî mezheplerinde olduğu üzere, şeytan Allah'ın kardeşidir, melekler Allah'ın kızlarıdır, dedikleri gibi; bazıları da ruhanilerin, cinlerin, meleklerin Allah'a münasebeti, yakınlığı vardır, biz onların aracılığı olmadan Allah'a yaklaşamayız, Allah yanında şefaatçilerimiz olması için biz onlara ibadet etmekteyiz diyor, şirk koşuyor; biri kötülük yapar, biri iyilik diyorlardı. (En'am Sûresi'nde "Allah'a cinleri ortak koştular." (En'am, 6/100), "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kılmışızdır." (En'am, 6/112) âyetlerinin tefsirlerinde bu hususta bilgi verilmiştir, oraya bakınız.)

Halbuki o neseb isnad ettikleri ruhaniler, özellikle melekler bilir, şahitlik ederler ki, herhalde onlar, o iftirayı uyduran yalancılar mutlaka cehenneme götürüleceklerdir.

159-Yakalanıp cehenneme tıkılacaklardır. Allah, onların isnad ettikleri niteliklerden münezzehtir, çok yücedir. Bilirler, böyle tesbih ile tenzih ederler. Meleklerin tesbihinde şüphe olmadığı gibi "Beni ateşten yarattın." (Sâd, 38/76) diye yaratılmış olduğunu itiraf eden İblis bile, müşriklerin isnad ettikleri şirk vasıflarından Allah'ı tenzih eder. "Ben sizden uzağım." (Enfal, 8/48) der.

160- Fakat Allah'ın ihlas ile seçilen kulları başka. Onlar böyle isnadda bulunmazlar ve onun için azaba da hazır bulundurulmazlar.

161- Çünkü siz ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.

162-163-*} Çünkü siz ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız. Şu da o bilen cinlerin, yani meleklerin sözlerindendir.

164-166-*} Bizden ise başka değil, ancak onun için bilinen bir makam vardır. Yani her birimizin Allah Teâlâ'ya kulluk için durduğumuz belli bir makamı, muayyen bir sınırı vardır ki, onu geçemeyiz. Ve biz elbette o saf tutanlarız. "O saf tutup duranlara andolsun." (Sâffât, 37/1) Ve biz herhalde o tesbih edenleriz. Yani Allah Teâlâ'yı şanına layık olmayan vasıflardan tenzih ederiz. Dolayısıyla çocuk, neseb gibi iddiaları kesinlikle reddederiz. nin muhaffefidir.

167-170-Yani gerçekten kesinlikle diyorlar ki bizim yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) olsaydı. Onlarınki gibi Allah tarafından indirilmiş bir kitap, fikirler açıp ibret dersi veren ilâhî bir kitap olsaydı Allah'ın ihlas ile seçilen kulları olurduk. Kureyş, böyle demişlerdi. Fakat olunca onu inkâr ettiler. İhlas ile sarılmak şöyle dursun küfrettiler, zikirlerin en güzeli olan Kur'ân inince nankörlük edip tanımak istemediler. Artık ilerde bilecekler.

171- 179- Küfürlerinin sonunun neye varacağını görecekler, çünkü Allah'ın vaadi şöyledir: Andolsun ki, peygamber olarak gönderilen kullarımız için ezelde şu kelimemiz geçmişti. Elbette onlara yardım edilecektir. Önünde olmazsa sonunda yardım onlara olacaktır. Ve elbette bizim askerlerimiz, o gönderilen peygamberlere yardım edecek, onun yardımcıları olacak olan hak orduları mutlaka onlar galip geleceklerdir. Peygamberlerin gönderiliş hikmetleri sonunda gerçekleşecek, davaları zaferi kazanacaktır. Burada bu ilâhî söz, peygambere vaad, muhaliflerine tehdit yerindedir.

180-Bu vaad ve tehdit tekrar edildikten sonra, bu yüce sûre de şu âyetle bitiriliyor: O izzet sahibi Rabbin, onların isnad ettikleri vasıflardan münezzehtir, yücedir. Yani seni terbiye edip, peygamberlik görevi ile gönderen ve o kesin zafer ve galibiyeti vaad buyurmuş olup, vaadinden caymasına veya kuvvet ve kudretine karşı gelinmesine ihtimal bulunmayan izzet, güç ve kuvvet sahibi olan Rabbin, o müşriklerin, kâfirlerin isnad ettikleri eksik vasıflardan münezzehtir.

181- Bir de selam o peygamberlere. Muzaffer olacakları ezelde takdir edilmiş olan sana ve yukarıda birkısmının isimleri geçmiş olan bütün peygamberlere; bütün bu nimetlerden dolayı

182- hamd de âlemlerin Rabbi Allah'a. Bu âyet de çok anlamlı olan âyetlerdendir. İbnü Ebi Hatim'in Şa'bî'den rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her kimi, kıyamet günü sevabdan tam ölçekle ölçmek sevindirecekse bulunduğu meclisten kalkacağı sırada şöyle desin:

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri