ELMALI TEFSİRİ

71-NUH:

1-3. "Biz Nûh'u gönderdik." Âlûsi şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka bir dildendir. Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî ise, Süryanicede Nûh kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini söylemiştir. Hakim'in Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah çekip ağladığından dolayı Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih olmasa gerektir. Meşhur rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b. Mettuşelah b. Ahnuh'tur. Ahnuh da İdris (a.s)'in ismidir. Buna göre Nûh, İdris (a.s)'ten sonradır, Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz. Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu görüşünde oldukları yazılıdır."

Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı eski kitaplara dayandırılan yaygın bir rivayet vardır. Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları yapmış oldukları, bu ise Hz. Nuh'un gemisi gibi mucize türünden olamıyacağı için o vakit sanayinin bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu göstermesi bakımından bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye gelebilmiş olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme kanununa göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âdem'in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem'den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Âdem'i Kur'ân'da özel isim olarak bir tanıdığımızdan, Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez deriz.

"Kavmine gönderdik." Burada Hz. Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi budur.

İbnü Esir "Kâmil"de ve Ebulfidâ "Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve "Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat "genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye yazarlar. (Sâffat Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)

4-12. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi, yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

13. Niye siz Allah için bir vakar ummazsınız? Vakar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık ve ululuk mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten türetilen tevkir, "ululamak" demektir. fâili veya başında bulunan "lâm" harfinin ilgili olduğu kelimeyi açıklamaktadır. Yani, "Siz niçin Allah'tan korkmuyorsunuz, yüce Allah'ın yumuşaklığıyla beraber bir ululuk ve yüceliği bulunduğuna inanmıyor ve onu saymayanın neticede yok olacağına ihtimal vermiyor, inanmıyorsunuz da ona saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz?" Bu mânâya göre söz, sırf tehdit ve korkutma ifade eder. Yahut, "Niçin siz yüce Allah'ın size ilerde bir vakar ve onur lütfederek size değer vermesini, yükseltip neticede büyük mertebe ve sevaba erdirmesini ümit etmiyorsunuz da iman ile onun yoluna gitmiyor, onu inkâr edip putlara taparak zelillik yolunu seçiyorsunuz?" demektir ki, bu durumda korkutmadan çok teşvik olmuş olur.

14. Oysa o sizi aşama aşama birçok hallerden geçirerek yaratmıştır. Burada insan yaratılışının fert ve toplum olarak geçirmiş olduğu evrim mertebelerine işaret vardır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre; önce unsurlar halinde, sonra gıdalar halinde, sonra karışımlar halinde, sonra sperma halinde, sonra embriyon halinde, sonra et parçası halinde, sonra kemik ve et halinde, sonra da bambaşka bir yaratılışla şekil vermiştir. "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."(Müminun, 23/14). Bunları yapan o güzel yaratıcı ululama ve saygıya layık değil mi? O sizi daha başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut ezip yok ederek elem verici o azaplara düşüremez mi? Siz niye bunları düşünmüyorsunuz?

15-16. Bunu daha çok açıklamak ve kanıtlamak için buyruluyor ki: "Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış görmediniz mi? Ay'ı içlerinde bir nur kılmış; güneşi de bir lamba kılmış."

17. "Allah sizi yerden bir nebat tarzıyla bitirdi." Nebat ve nebt kelimeleri, lügatte cins ismi ve mastar olur. İsim olduğuna göre, yerde biten, yani yerden çıkıp yetişen her şeye denir. Sonra örfte sapı olmayanlar ve hayvanların yedikleri için kullanılır olmuştur. Türkçe'de buna "ot" denir. Mastar olduğuna göre de bitmek, ot bitmek, yetişmek mânâsına gelir. Bu kökten türetilen "inbât" da, bitirmek, yetiştirmek, geliştirmek demek olur. Nebatın ayırıcı özellik ve niteliği gelişmedir ki organizmanın gıda ve üreme ile ortaya çıkıp görünmesidir. Fakat kelimenin asıl kipi mastar olduğu ve insan hayatı bitkisel hayattan ibaret bulunmadığı için tefsirciler burada kelimesinin hal değil mef'ulü mutlak olduğunu açıklamışlardır. Ancak bazıları doğrudan doğruya "sizi bitirdi" fiilinden mef'ulü mutlak olması için, kelimesinin mânâsına olup babının dışında zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir ki "yerden bitirmek suretiyle yetiştirdik" demek olur. Diğer bazıları da, (bitirme)nin neticesi olmak üzere üç harfli fiillerden ibarede bulunmayan fakat takdir edilen bir fiilin mastarı olması dolayısıyle 'ın mef'ulü mutlakı olduğunu söylemişlerdir ki aslı olup mânâ, "Allah sizi bitirdi siz de bir tür bitişle bittiniz." demek olur.

Fahreddin Razî şöyle der: Burada iki mesele vardır.

BİRİNCİSİ, Ayetin iki yorum şekli vardır. Birisi, "sizi yerden bitirdi" demek, babanızı yerden bitirdi, başlangıçta topraktan onu yaratmak suretiyle cinsinizi yarattı, demektir. O kadar ki, "Doğrusu Allah katında İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) gibi olur. Diğeri, hepinizi yerden yarattı demek olur. Çünkü Allah bizi spermalardan, onları gıdalardan, gıdaları bitkilerden bitkileri de yerden yaratıyor.

İKİNCİSİ, denilmesi gerekirken buyrulmuştur ki "Allah sizi bitirdi, siz de bir tür bitişle bittiniz." takdirindedir. Bunda hoş bir incelik vardır. Zira buyursa idi "acaip garib bir bitirme" demek olurdu. Oysa Allah'ın sıfatı olan inbat, bizim beş duyumuzdan biriyle anlaşılamadığında, biz onun enteresan ve tam bir bitirme olduğunu başka türlü tanımazdık, ancak Allah'ın haber vermesiyle tanımış olurduk. Bu makam ise yüce Allah'ın sonsuz kudretini delil ile anlama makamıdır. Onu yalnız işitme yoluyla kanıtlamak yeterli olmayabilir. Fakat "o bitirdi de siz enteresan garip bir bitişle bittiniz" anlamına buyrulunca bizim vasfımız olan o enteresan garip ve mükemmel bitiş bizim duyu organlarımızla hissedilip gözlendiğinden buradan hareketle yüce Allah'ın eşsiz kudretini anlamak mümkün olur. Bu nedenle buyrulması, bu makama daha uygun, daha edebî olmuş ve bu hoş inceliği göstermek için hakikatten mecaza geçilerek yerine buyrulmuştur.

Bununla beraber hal yapıldığı takdirde de bu nükte anlaşılmaz değildir. Fakat kelimenin esasen mastar olması ve halden önce mef'ulü mutlak olmaya daha layık ve kuvvetli bulunması nedeniyle tefsirciler onun halden ziyade mastar olmasını göz önüne almışlardır.

18-20. Bu suretle insanın geçirdiği evrelerin ilk unsurlarına işaretten sonra geleceğini ve gayesini açıklamak için de buyruluyor ki "Sonra sizi tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir çıkarış daha çıkaracak".

Bu davet ve açıklamadan sonra ne oldu?

21-22. "Malı ve çocuğu, kendisinin zararını artırmaktan başka bir işe yaramayan kişiye uydular." Bu kişi, Nûh kavminin peşinden gittikleri ve Hz. Nûh'a düşmanlık eden zalim demek oluyor.

23-24. "Ne Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla beraber kendi aralarında dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında "lâ"nın tekrarlanması ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa işaret olunmuştur. Demek ki Vedd ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve Nesr'in hepsine karşılık söylenmiş oluyor. Bazıları şöyle demiştir. Bu putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar; Abd-i Vedd, Abd-i Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki putlar sonradan Araplar'a geçmişti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb oğullarının putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra Seba'da Beni Gatîf'in idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in, Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken vefatlarında onların adına ve oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve bunların adları verilmiş, sonra da onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den rivayetine göre Vedd, en büyükleri ve en iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir rivayete göre de Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.

Abd b. Humeyd'in Ebu Mutahher'den rivayet ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır Hazretleri şöyle demiştir:

Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl, evlerinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte yeryüzünde Allah'tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.

İbnü Münzir ve başkaları Ebu Osman Mehli'den rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi. Çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız yeri beğendi." derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.

Keşşâf'ta zikredildiği üzere, bir de şöyle denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde, Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine denilmiştir ki, yok olan Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması uzak bir iştir, anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Araplar da bir takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un kulu, Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de aynen Nûh zamanından kalma değil, ancak o isimle isimlendirilen başka bir put olması gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların hepsinin de insan şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça olmayıp başka bir dilden olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin Hintliler'in Veda, Vüyasa isimlerini andırdıkları da hatıra gelmiyor değildir.

25. "Hatalarından dolayı" buradaki harf-i cerri illet ve sebep bildirir. Metne ziyade kılınmıştır veya belirsizlik için getirilmiştir. Onların hatalarının ve işledikleri suçların büyüklüğüne ve fazlalığına dikkat çekmek için ziyade kılınmıştır. Burada mef'ûlün fiilden önce getirilmesi, söze "ancak, yalnız, sırf" gibi mânâlar kazandırır. Yani başka sebepten ötürü değil, açıklandığı üzere sırf kendilerinin birçok büyük günahlarından ötürü suda boğuldular, tufana boğuldular. Sonra da bir ateşe atıldılar. Bu, berzah yani ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulundukları yerdeki veya kabirdeki azaptır. Suya boğulmakla ateşe atılmak gibi iki zıt azabın bir araya getirilmesinde eşsiz bir tıbak sanatı vardır.

26. "Nûh dedi ki, ey Rabbim!..." Bu söz, önce geçen sözüne bağlanmıştır. Fakat Nûh'un burada söyledikleri evvelki sözleri gibi sadece söyleneni hikâye için değil, ondan helak olmaya hak kazandıklarını açıklamak için olup bu duanın da onların hata ve günahları yüzünden olduğu anlatılmak üzere sona bırakılmıştır. Çünkü bu duanın, onlar suda boğulmadan evvel yapılmış olduğu açıktır. Ey Rabbim! Yer üzerinde bırakma. Burada yer denince anlaşılan açık ve genel olarak bilinen yeryüzüdür. Bununla beraber başında bulunan "lâm"ın ahd için olmasıyle "Nûh kavminin bulunduğu yer" demek de olabilir. Kâfirlerden bir tek kişi, yahut yurt sahibi bir kimse bırakma. Derler ki: kelimesi ancak genel olumsuzluk ifade eden cümlelerde kullanılır. denilir ki bu, "evde kimse yok" demektir. Bu kelimenin aslı "dâr" yahut "devir" kökünden "fey'al" kalıbında "deyvâr" dır. Vâv harfi yâ harfine dönüştürülmüştür. Bu kelime fa'âl kalıbında değildir. Öyle olsaydı deyyar olmaz devvar olurdu. Şu halde türediği kelimeye göre asıl mânâsı "evcil" yahut "yurtçul" demek gibidir. Bununla beraber deyyar, ayyaş gibi asıl harfi yâ olarak kökünden fa'âl kalıbında da olur ki "deyr bekleyen", "manastır bekçisi" mânâsına gelir.

27. Bu şekilde olumsuzluk genel olmakla beraber maksat, yurt sahibi, yurt ve ülke yöneten hiçbir kimse demek olması da dış görünüşü itibariyle şu illete uygun düşer: Zira onları bırakırsan kullarını saptırırlar, çocukları da günahkâr ve kâfirden başkası olmaz.

Bu duanın eseri yalnız Nûh kavminin suya boğulmasıyla kalmamış, sonra onun ve beraberindeki müminlerin nesilleri "Denildi ki; "ey Nuh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selâm ve bereketlerle in. İleride kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı azap dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hud, 11/48) âyetine uygun bir şekilde yeryüzüne yayılarak "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) sözünün gerçekleşmesiyle de kendini göstermiştir.

28. Bu da Nûh (a.s)'un şu duasıyla ilgilidir; Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanan erkek ve kadınlara mağfiret et. Bu, geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün ümmetlerin inanan erkek ve kadınlarını kapsar. Zalimlere ise helakten başka bir şey artırma. Bu cümle de, geçmişteki zalimleri de arkalarından beddua olarak kapsamakla beraber, daha çok o kâfirler helak edildikten sonra gelecek olan zalimler aleyhine dua demek olur. Yani "her kim olursa olsun, benim soyumdan ve bütün mümin erkek ve kadınların soyundan gelmiş dahi olsa zalimlerin hep helaklerini artır. Sonlarını perişan eyle" mânâsını da ifade eder ki, Hz. Nûh'a, "İlerde kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı azap dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hûd, 11/48) buyrulması; aynı şekilde Hz. İbrahim'in "Soyumdan da bir kısmını lider yap"(Bakara, 2/124) duasına "Ahdim zalimlere ermez"(Bakara, 2/124) buyrulması bunun cevabı demektir. Demek ki, küfür ve zulme gidenler, her kim olursa olsun, atalarının iman ve adaletleri dolayısıyla dünyada ilâhî nimetten bir nasip alarak bir müddet yaşayabilirlerse de, neticede helak olup bağışlanmaya ermeksizin acıklı bir azap içinde kalmaya mahkûmdurlar. Bu azap onların sırf inkâr ve zulüm ile ettikleri hatalar ve işledikleri suçlar sebebiyledir. Bu suretle Meâric Sûresi'nde kendilerinden bahsedilen kâfirler de o vaad olundukları acı günü görecekler; azap kesinlikle gerçekleşecek, o büyük musibet çaresiz başlarına inecektir.

Görülene ve görüleceğe dair olan bu iki sûreden sonra genellikle görülmeyen ve gözden saklı bulunan kuvvetlere dair olmak üzere de buradan Cinn Sûresi'ne geçilecektir ki bunlar Âdem'in ve Nûh'un soyunda bulunmayan kuvvetleri kapsar.

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri