114- NAS SURESİ:
6. "cinlerden ve insanlardan" diye genelleştirilerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir. Bununla beraber Ebu Hayyan bunun nefse de şümûlünü ve tam sinsilik mânâsını göstererek Bahir'de demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman zaman gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile ve meleğin ilham iyle, hayâ ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ "vesvas"ta mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların nefislerinden" demek olur. Yahut vesvâs ile murad, şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs"ı beyan olur. "Hunûs" müteaddi (geçişli) olabileceğine göre de "hannâs", geriletici veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da doğrudur. Çünkü bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık rûhunu hak yolunda ilerlemekten alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve me t anetini, azim ve irâdesini kırarak imân ve şeksiz ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanî, fanî zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir, aşağılatarak ve soysuzlaştırarak fânî hayatta çürütüp bi t irmek ister. Allah anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz buldukça şımarır, musallat oldukça olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye üfleye vehimler ve hayâller içinde sindire sindire alçaltır ve adı kötüye çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla da yine sinsi diye tercemesi uygun olur.

İbnü Sinâ demiş ki: Vesvâs, vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetiyle hayâl gücüdür. Zira nefsin asıl vechesi ayırıcı prensipleredir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gel i nce çekinir, vesvese vermeye, şüpheye düşürmeye başlar.

Âlûsî'nin bunlara karşı, "Allah'ın kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden olduğu gizli değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl atılınca vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak, âfakî (nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür emirlerinin gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. N i tekim Beydâvî de vesvese vereni vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil, sadece düşündürmeye yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze (sığınma)den hariç bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını ihmâl e tmek demektir.

"Vesvâs"ın vesvese veren kuvvet demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak bunu tahsise kalkışmayıp da şu ilâhî beyanın umûm ve şümûlü üzere anlamak elbette daha doğrudur. Zira "Vesvâsü'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle beyan ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sînelerinde vesvese verip durur. Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek toplum olarak i ç lerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri, bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alça k hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler. O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesves e yi gafil insanların sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.

İbnü Sinâ der ki: "Nefsin birinci bineği sînelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği kalbdir. Onun aracılığı ile diğer uzuvlara yayılır, onun için vesvesenin etkisi i lk önce sînelerde olur."

Tefsirciler diyorlar ki, burada mevsûlünün i'rabında üç vecih caizdir: Birincisi, sıfat olarak mahallen mecrûr olmaktır ki, vesvâsın tefsir edici sıfatı (sıfat-ı müfessiresi) demektir. İkincisi, onu tefsir için isti'nâf cümlesi olmak üzere takdirinde haber olarak merfû olmaktır. Üçüncüsü, zem üzere mansup olmaktır. Bu iki veche göre "el-Hannâs"da vakıf yapmak, vakf-ı hasen olur. Birincisine göre ise Kevâşî tefsirinde, "vakıf caiz olmaz" demiş. Fakat Taybî buna: "Vakfın caiz olmamasında şüphe (nazar) vardır, çünkü fâsıla vardır (âyet sonudur)." diye ilişmiş. Keşf'te de demiştir ki, sıfat olunca hüsün (güzel olma), müsellem değildir. Meğer Allahümme vakf-ı hasen bir özel fâsılada bu gibisine de şamil olması hakkında bir v e che göre olsun. Zira Kur'ân'ın her fâsılası güzeldir, her âyetinde vakıf yapmanın da güzel olması lâzım gelir. Âyetlerde vakıf, Rasulullah'ın sünnetidir, diye de bir rivayet vardır. Bu "en-Nâs"dan murad, Allah'ı zikirden gaflet edenler, yani gaflet hal i nde olan insanlar olması açıktır. Onun için bunun "nâsî" yani unutan mânâsına olmasını da caiz görmüşlerdir.

Cinlerden ve insanlardan. Yani o vesvese veren gerek gizli cin taifesinden, cinnîlerden olsun ve gerek malum insanlardan, insîler kısmından olsun o vesvasi'l-hannâs ikisini de kapsamına alır. İkinci bir mânâ ile: Cinden de vesvese verir, insanlardan da vesvese verir. Yani cinlerden, tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek onlara ilişik ettirerek o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek, onlara ilişik ettirerek o yönden de vesvese verir. İbnü Sinâ'nın anlayışına göre cin istitar (gizlenme, örtünme)den, ins istinâstandır, gizli işler gizli hisler, yeniden başlanılan işler açık hislerdir. Vesvese veren, kalbe vesveseyi bunlardan v e rir. Üçüncü bir mânâ ile gerek cinden olan ve gerek insten olan insanların sadır (sîne)ları içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır, insanı da azıtır. Dödüncü bir mânâ ile de, yani gizli, açık cin ve insanın şerrinden.

Bu mânâların vechi: Buradaki in mânâsı ve ilişkisidir. Bunda tefsirciler üç, dört vecih zikretmişlerdir:

Birincisi: "Min" beyâniyye olarak yü beyân olmasıdır ki, dolayısıyla "vesvâs"ın cinslerini beyan olur. Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik ötesi sahada gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık ilgi kurulan, bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak içi n birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'âm, 6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin şeytanlarından daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah'a sığınmak lüzûmunu beyân olur, en açık mânâ da budur. Ebu Zer (r.a.)'d e n rivayet edilmiştir ki, bir adama: "Sen, insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" demiştir.

İkincisi: in ibtidâiyye olarak ye taallûk etmesidir ki, vesvese vereni değil, verdiği vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü göstermiş olur. Kâh cinlerden vesveselendirir, kâh insanlardan vesveselendirir, demek olur. Bu, yoruma göre cin, en genel mânâsıyla melekleri de kapsamına almış olabilir. Gerçi melek, şer değil ve vesvese vermezse de vesveseciler onlardan da bahsederek vesvese ve aldatmacada bul unabilirler.

Üçüncüsü: deki "nâs"ı beyân olmasıdır ki, Ferrâ ve daha bir takım kimseler buna kâni olmuşlar ve demişlerdi: "Nâs, cinne de denir. Nitekim Cin Sûresi'nde "Cinlerden bir topluluk." (Cin, 72/1) ve "Cinlerden erkekler." (Cin, 72/6) denildiği gibi Kelbî'den nakledildiği üzere "Cinlerden insanlar" dahi denilir. Bu şekilde o vesveseci, cinden olan "nâs"a da, insten olan "nâs"a da vesvese verir demek olur.

Keşşâf sahibi der ki: "Ben, bunu doğru bulmam. Çünkü cinne cin denmesi kapalılıklarından, gizliliklerinden dolayıdır. "Nâs" (insanlar)a nâs denilmesi de, beşer denilmesi gibi, ortada oluşlarından dolayıdır ki, ibsâr (görmek) mânâsına olan înâstan alınmıştır. "Nâs" deyiminin ikisine de söylendiği vâki, sahih ve sâbit olsa bile, Kur'ân'ın fesâhatine ve yapmacıktan uzak olmasına uygun olmaz. Bu mânâyı anlamak için ile "en-Nâsî" (unutan) kastedilmesi daha iyidir ki, "O çağırıcının çağırdığı gün." (Kamer, 54/6) gibi "İnsanların akın akın döndüğü yerden." (Bakara, 2/199) âye t inde kesrile okunduğu gibi olur. Sonra da bu nâsî, cin ve ins ile beyan edilir. Çünkü insanlar ve cinler, Allah Teâlâ'nın hakkını unutmakla vasıflanmış iki türdürler." Fakat bu da zahirin zıddı olmakla beraber, bu şekilde "sadr"ın çoğulu olan sudûrun tekil olan nâsîye izafeti de zevke pek uygun gelmez. Bu veche kâni olanların asıl maksadı burada ins ve insîyi mutlak insandan daha özel olarak ona karşıt olan cinni de mutlak insan cinsi ve mâhiyeti içerisinde düşünmek gerekir. Çünkü ins, mutlak insan mânâsın a geldiği gibi, insanın ilişki kurduğu dostu, yâri ve devamlı beraber olduğu ahbâbı mânâsına da gelir. Buna karşılık olan da tanımadığı yabancısı, bilmediği demek olur. Yine bu mânâya yakındır ki, insanın nefsi ve vücudu tarafına gelene insî, öte tarafına vahşi tabir olunur. Mesela elin iç yüzü ve ayağın üstü insî, elin dış tarafı ve ayağın tabanı vahşidir ve Anatomide bu mânâ meşhurdur. Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve örtünme mânâsından olarak duygulardan gizli olan şeylere ve bütün ruhânîlere ve ruhanîlerden özellikle bir kısmına derecelerine göre söylendiği gibi (En'am Sûresi, 6/128. âyetinde geçmişti oraya bkz.), insanların toplandığı çok ve kalabalık toplumun en çok ve gür yerine de, iç kısmını örttüğü için denildiği lügatta malûmdur. Şu halde da "nâs", bilinen ve bilinmeyen bütün insanlar, daki "nâs" da daha özel mânâsıyle insînin çoğulu enâsî, hafifletilmiş (muhaffef)i nâs, yani alışılmış insanlar demek olur. Cinne de bunun karşılığı yabancı, gizli, tanınmadık, meçhul insanlar, demek gi b i olarak ikisi bütün insanları beyan etmiş olur. Vesvâs (vesveseci) da, bütün insanlar cinsine vesvese veren, maddî manevî, uzak, yakın her ne ise o demek olur. Bu mânâ da haddi zatında önemlidir ve lâfzın ihtimalli durumlarından da olabilir. Ancak bunda c innin mânâsını tahsis ile beraber, daha çok açıklamaya ihtiyaç duyulan "vesvâs"ı bırakıp da açık olan "nâs"ı beyâna geçmek vardır ki uygun değildir. Onun için bu üçüncü vecih, mânâ itibarıyla doğru olsa bile, âyet metinden anlaşılması itibarıyla pek zayıf ve pek dolambaçlı olduğu için ta'kıd (sözü anlaşılmaz hale sokmak)den uzak değildir. Bununla tefsir, Kur'ân'ın fesâhatına uygun olmaz. Yalnız cin ve insin hâs (özel) bir mânâsını da anlatmak için zikrolunmuştur.

Dördüncü bir vecih de vesvâsı beyân veya harfi cerin tekrarı ve muzaf takdiriyle "Cinlerin ve insanların şerrinden" mânâsında bedel olmaktır ki, bunun da sonucu birinci vecih gibi olur. Bütün bu vecihler içinde en açığı birinci vecihtir. Bu suretle "cinn" duyguların gerisinde olan tabiat ötesi sahayı, (nâs) da tabiî sahayı beyan demektir. Vesvese mutlaka bunların birinden veya her ikisinden gelir.

İşte bütün bunların şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olan tek, ulu Allahu Zülcelâl'e sığınmak sonuç olarak emredilmiş ve bu vechile sığınanların Allah'ın yarıdmına mazhar olmak suretiyle korunarak güzel sonuca erecekleri vaad buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür olarak "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Fâtiha, 1/2) diye Fâtiha Sûresi'nden başlamak ne güzeldir!

Bu yüce sûrenin harfleri tekrarsız olarak (med harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir. Fâtiha Sûresi'nin harfleri de böyledir. Alûsî'nin nakline göre bunun, nüzûl senelerine remz old uğunu söyleyenler olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın yirmi iki senede nazil olduğunu rivayet edenler de vardır. Lâkin meşhur olan yirmi üç senedir. Şu halde yirmi iki seneden fazla olmakla beraber tam yirmi üç seneye de dolmamış olduğunu söylemek hepsine uygun olu r. Gerçi dile ait bir konumu, aklî veya tabiî delaleti olmayarak sırf tesadüf kabilinden görünen bu gibi rastlantılara hükümler gerektirecek kadar delil getirmeye müsait, ifadesi kastedilen bir mânâyı murat etmek nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakika t te Allah'ın ilmine göre tesadüf düşüncesi vârid olamayacağı ve her rastlantının dahi gerçekte bir hikmet ve mânâsı bulunması gerekeceği düşünülürse, bu gibi rastlantıların yerine göre sembolik bir mânâ ifadesinden hâli kalmayacağı da inkâr edilemez. Bu se b eple bunları da işaretlerin lâtifeleri ve terkiblerin dayanakları kabilinden olan zevke ait nüktelere katılmış remizler, işaretler halinde kaydetmek ve mütalâa etmek faydadan uzak olmaz. Kur'ân'da bu kabilden de birçok incelikler bulunduğu malûm, bununla birlikte müteşâbihât vâdisi demek olan bu gibi nüktelerden muhkemlerin tersine mânâlar çıkarmaya kalkışmak, hurûfîlik sapıklık ve dalâletiyle bâtınîlik karanlıklarına sürüklemek demek olacağı, bunun ise Kur'ân'ın zulmetten nûra götüren açık beyânına ters d ü ştüğü de şüphesiz olmakla beraber, muhkemlere aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, bakışlar, ince ince irfanları zevkleri okşayan remizler, işaretler, sözden çok hâle ait olan ve ehlinden başkasına örtüsünü açmayan güzellikler de ne kadar incelen s e o kadar faydalı, o kadar lâtif olur. Meselâ Kur'ân'ın başı besmelenin (bâ)sı ile başladığı, sonu da "nâs"ın "sîn"i ile son bulduğu düşünülünce, bunun "bes", yani yetişir, kâfi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da "Biz kitap (Kur'ân)da hiç bir ş eyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rab'leri(nin huzuru)na toplanacaklardır." (En'âm, 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur'ân'ın başka bir kitaba, diğer bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli bir hidayet r ehberi olduğuna bir remiz (sembol), yani "Kendilerine okunan kitab (Kur'ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) muhkem mânâsına da işaret olması gibi anlayışlar, boş deği l, hoştur. Nitekim şu Farsça beyit de bu mânâda söylenmiştir:

"Evvel ü âhir-i Kur'ân niye bâ, sîn geldi?
Yani rehber iki âlemde bize Kur'ân bes."

Bunu, bizde bilinen "Allah bes, bâki heves" (Allah yeterlidir, geri kalan hevesdir.) sözün ün mânâsıyla anlamak da Kur'ân'ın baştan sona bütün maksatlarını kapsayıcı olmak itibarıyla daha derli toplu olacağını hatırlatmak da şüphesiz ki faydalıdır. Bunda Tevbe Sûresi'nin sonundaki "Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! Ondan başka ilâh yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe, 9/129) ve Yâsin Sûresi'nin sonundaki "Yücedir o (Allah) ki, herşeyin hükümranlığı O'nun elindedir ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/83) gibi âyetlere özellikle işaret b ulunmakla beraber, Fâtiha'daki yardım isteme ile hâtime (bitiş)deki sığınma emirlerinin tevhid ve ihlâs gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen güzel bitiş (hüsni hâtime) de budur. Bununla beraber bu işâretleri, harflerin sembolik mânâlarından çıkarmaya ihtiyaç da yoktur. Fâtiha ve Bakara Sûresi'nin başı ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), bu üç sûrenin mânâ ve mefhûnu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya mânâlar arasındaki tutarlılık ve ilgi, sûrelerin baş ve sonları arasındaki bir l ik ahengi, fikrî ve beyânî silsile de o nükteleri ilhâm etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize Kur'ân sûrelerinin tertibinin de vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir. Onun için sırf remizlerinden fikre doğan mânâlar All a h'ın muradı olduğuna hükmetmek doğru olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını unutmaması ve kastedileni karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların başlıcası olduğunu dâima göz önünde tutmak lâzımdır.

Kıyamet günü selâmete ermek için doğru yola hidayet, istenilen ilk maksad olduğu gibi, o yolda insanlık mertebelerinin en yüksek kemâli olan bekâbillâh (Allah'da bâki olma) saadetine kavuşmak için de gizli açık her türlü vesveseden, şüphe ve zandan sakınarak tam bir bilgi ile Allah T e âlâ'nın Rablığına, hükümranlığına, ilâhlığına sığınmak son gaye olduğunun hâtime (sonuç) olarak beyân buyurulmuş olması şüpheden uzak olarak gösteriyor ki, insanlığın saadetinin gayesi kesin bilgi ile ittika (Allah'tan gereğince korkma)dadır, hüsn-i hâtim e (ömrün iyi bir şekilde bitişi) onunladır, "Sonuç, (Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır." (Â'raf, 7/128). İşte kendisinde şüphe bulunmayan bu en mükemmel kitap böyle "Müttakîler için yol gösterici." (Bakara, 2/2) olarak indirilmiştir. Gereğince amel edenler de hep o güzel âkıbete ermiştir. Gereğince amel etmek de Allah'ın lütfu ve başarılı kılmasıyladır. Bize düşen "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasıyla O'nu istemek, kesin bilgi ve ihlâs ile O'na sığınmaktır.

Bu aciz kul da hamd ve tesbih ile O'nun terbiyesinin lütfuna, mülkünün feyzine, ilâhî yardımına, rahmet ve gufrânına sığınarak hem kendim, hem milletim, din kardeşlerim hakkında vesveselerden uzak, selîm kalp ve doğru vicdan ile o güzel sonuca muvaffak kılmasını diler ve on iki seneden beri gece ve günüz Hakk'ın aşkı ile gözlerinden nokta nokta akan gözyaşı dökerek altmış senelik hayatımın sayfalarına Allah'ın kelâmının meâl ve tefsirini yazmaya çalışan güçsüz kalemim bu noktada "Allah bes, b âki heves" (Allah kâfidir, geri kalan hevestir.) diyerek sonuca imza koymak isterken, Hakk'ın cömertlik sırrını bilmiş olmaktan bir ân uzak kalmak istemeyen zayıf kalbim de bu yalvarıp yakarma ile söze son verir:

Geldim likâna ermek için iş bu menzile
Haşret erenlerinle beni eyleyip kerem
Bir ân imiş meâli kitab-ı vücudumun
Ömrüm şu tercemânım olan satr-ı mürtesem
Levh-ı rızaya yazdır ilâhi bu satırımı
Her dem nevâyı hamdini kaydeylesin kalem.
"Sana kavuşmak için bu menzi le geldim.
Kerem eyleyip, beni eren kullarınla haşret.
Vücudumun kitabının meâli bir ân imiş.
Ömrüm, şu tercemânım olan resmedilmiş satır.
İlâhî, bu satırımı rıza levhasına yazdır.
Her ân kalem, hamdinin sesini kaydetsin."

"Ey Rabbim! Bana bir hüküm ihsan et ve beni sâlihler zümresine kat. Ve sonrakilerde bana bir sadakat dili (zikr-i cemil) tahsis eyle. Ve beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Ey Rabbimiz! Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler süruru ihsan buyur ve bizleri muttakilere önder kıl. Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizden önce iman ile geçen kardeşlerimizi affeyle ve iman edenlere karşı kalplerimizde bir kin tutturma. Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki sen şefkatlisin, merhametlisin. Ey Rabbimiz! Hamd, evvel ve â hir sanadır. Sen Sübhan'sın ey Rab! Senin şanın ne büyüktür! Bürhânın ne yücedir. Fâtiha senden, sonuç sanadır. Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'e ve onun yakınlarına salat ve selâm et. Nasıl İbrahim'e ve onun onun yakınlarına salat ve selâm eyledinse. Sen övülmüşsün, pek yücesin. Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'i ve onun yakınlarını kutlu eyle, İbrahim ve onun yakınlarını kutlu eylediğin gibi. Sen övülmüşsün, pek yücesin! Bizi, kendilerine nimet verdiklerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! Âmin".

"El-hamdü lillah Hamdi tamam bu,
Tarihidir: "Nur-i tefsîr-i Kur'ân"

1357
12 Cemâziye'l-Âhire 1357

Ana Sayfa
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri