5. Dağlar da atılmış renkli yünler gibi olacak. Dağlar böyle olunca insanların ne hale geleceği artık kıyas olunabilirse olunsun. O halde Allah'ın rahmeti yetişmeyecek olursa vay o insanların haline.
IHN , yün, özellikle çeşitli renkte yün; MENFÛŞ de didilmiş, atılmış yani parçaları parmaklarla birbirinden ayrılıp dağılmakta veya hallaçla atılmakta bulunan demektir ki, zerre zerre uçuştuğu haldir. Zira dağlar önce ufalanacak, sonra korkunç kum yığını olacak, sonra bulut gibi geçerek "atılmış renkli yün"ler gibi olacak. Sonra da serap olacaktır. Bu iki hal, yani insanların "yayılmış kelebekler" gibi ve dağların "atılmış renkli yünler" gibi olmaları hali, bizim idrakimize göre bütün yer küresinin volkan gibi infilak edip patlaması halini düşündürdüğü gibi, son zaman savaşlarının o hali almaya doğru giden yıkıcı manzaralarını da göz önüne getirmektedir. Bununla beraber burada yalnız insanları nihayet ölüme sevketmek üzere parçalayıp seren ölüm bayılması değil, önceki sûrenin "Kabirlerdekilerin fırlatılacağı zaman." (Âdiyat, 100/9) âyetinden anlaşıldığı üzere "Kabirlerden çıkarlar." (Kamer, 54/7) âyeti delaletince kabirlerden fırlayıp yeniden dirilmek ile ahirette hesap ve tartı için mahşere sevkedecek olan kıyamet sûrunun üflenmesine kadar geçen zamanı içine alan bir mânâdır ve bu itibarladır ki hakikati bizim dirayetlerimizin tasavvurları hududu dışında ve ancak Allah'ın haber vermesiyle hakkın ğaybına eren, iman sahasına giren bir durumu haiz olduğu "kârianın ne olduğunu sana ne bildirdi?" hitabıyla anlatılmıştır. Bundan dolayı kıyametin başlangıcı olan korku üflemesinden "(O gün insanlardan) bir kısmı cennette, bir kısmı ateştedir." (Şûrâ, 42/7) ayrımının tahakkuk edeceği kaza faslı zamanına kadar devam edecek olan bu kâria günü iki kısma ayrılmış demektir ki, birincisi ölüm üflemesi ile dirilip ayaklanma üflemesinin ayırım günü olan mizan (tartı) ve fasıl (ayrılma) zamanına kadar olan haşr ve neşr kısmı; ikincisi de insanların "(O gün insanların) bir bölümü cennette, bir bölümü ateştedir." (Şûrâ, 42/7) olmak üzere iki kısma ayrıldıkları fasl (ayrılma) ve hüküm anından ötesi, yani cennet ehlinin cennete, cehennem ehlinin cehenneme sevk ve sokulmalarıyla hükmün yerine getirilmesi devri demek olan ebedilik safhasıdır. İşte "kâria"nın herkesi içine alan birinci bölümünü açıkladıktan sonra netice ve sonu bulunan, insanları mes'ud ve bedbaht iki kısma ayıracak olan bu ikinci safhasını açıklayarak buyuruluyor ki:
6-7. İşte o gün mizan (tartı)ları ağır basan her kimse.
MEVÂZÎN kelimesi, "mîzân"ın çoğuludur. Zira veznin aslında "vâv"ile "mivzân"dır. "Vav" sakin, önceki harf esreli olduğu için "yâ"ya dönüştürülmüştür. Bununla beraber "mevâzîn", "mevzûn"un çoğulu da olur. Bilinmektedir ki "mizân", tartı âleti, eşyanın veznini, yani ağırlık nisbetini ölçmeye mahsus olan terazi demektir. Bununla birlikte ağırlığa mahsus olmayarak adalet ve hukuk gibi manevi olan her hangi bir nisbeti mukayese ile tayin için de mecaz olarak kullanılır. Nitekim toplama ve çıkarma gibi bir hesap işleminin doğruluğunu denemek için yapılan karşıt işleme mizan denilmek meşhur olduğu gibi, bir hesap defterinin matlub alacak ve borcunun karşılaştırılmasına da mizan denilir. Yine bilinmektedir ki, bir mizanın ağır gelmesi, ağır basması, onunla tartılan mevzunun (tartılanın) ağırlığıyla orantılıdır. Asıl kastedilen tartılanın tartısıdır. Onun için burada da "mevazin", mizanın veya mevzunun çoğulu olmak üzere iki görüş rivayet edilmiştir. Nitekim Râzî der ki: "Mevâzîn"de iki görüş vardır:
Birincisi: "Mevzûn"un çoğulu olmasıdır ki, Allah katında vezin ve kıymeti olan ameldir. Ferrâ bunu kabullenmiş ve demiştir ki: Bunun benzeri: Bende senin dirhemimsi mîzânın, senin dirheminin vezni ile bir dirhem var ve benim evim, senin evinin tam mîzanında ve veznindedir. Yani tam hizasında veya dengidir denilmesindeki mânâdır.
İkincisi: "Mîzân"ın çoğuludur. İbnü Abbas demiştir ki: Mîzânın bir dili ve iki kefesi vardır. Onda ancak ameller tartılır. Allah'a itaat edenlerin haseneleri, sevapları en güzel şekilde getirilir, üstün olunca cennet onun olur. Kâfirin de kötülükleri en çirkin şekilde getirilir, tartısı hafif gelir, cehenneme girer. Hasen'den de: İki kefesi vardır, fakat tansif olunamaz, diye rivayet edilmiştir. Kelâm bilginleri demişlerdir ki, sevapların ve kötülüklerin kendileri işin bitmesinden sonra tartılması mümkün değildir. Ancak yazılmış oldukları amel sayfaları tartılır. Yahut nur, iyilik alâmeti kılınır; zulmet kötülük alâmeti kılınır. Yahut iyilikler, iyilik şekliyle; kötülükler, kötü şekliyle şekillenir de o şekilde ağırlık ve hafiflik ortaya çıkar. Bunun faydası da ilâhî adaleti ortaya çıkarmak ve mazeretleri defetmek için halkın toplandığı büyük topluluk içinde iyilik sahibinin güzel hal ve tavırları açık olarak sevinci artmış olması ve kötülük sahibinin çirkin hal ve tavırları açık olarak kepaze ve rüsvay olmasıdır". Bazıları da vezn (tartı), doğru kaza ve adil hükümdür, demişler. Mücahid, A'meş ve Dahhak buna kani olmuşlardır. Müteahhirînden birçoğu da bunu benimsemişler ve demişlerdir ki: Terazi ile ancak cisimlerin ağırlıkları, miktarı bilinebilir, bitmiş araz (kendi kendine bulunamayan) olan amellerin miktarları onunla nasıl tartılır? Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki bunun mânâsı, mutlak mîzân (terazi) ve vezni inkar değil, amellerin cismani tartı ile tartılamayacağını söylemektir. Yoksa ister manevi olsun, iki şey arasında bir hak ölçü ve tartısı olmayınca bir adalet tecellisi düşünülemez. Onun içindir ki, "Kitabı ve ölçüyü, bir gerçek olarak indiren Allah'tır." (Şûrâ, 42/17) buyurulmuştur. "Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir zulme uğratılmayacaktır." (Enbiya, 21/47) buyurulduğu üzere kıyamet günü için konulacak olan adalet tartıları da aynı mânâda olarak adaleti hakkıyla tecelli ettirmek üzere konulacak hak kanunu olmalıdır ki, kıyametin bütün karışıklık ve buhranı onun ortaya çıkardığı adalet tartısıyla halledilip ayrılacaktır, demek olur. Bu mânâ ile tartının tatbiki ise yalnız cisimlerde değil, arazda da cereyan eder. Nasıl ki ısı ve soğuk gibi arazdan olan şeyler de kendilerine mahsus tartılarla tartılır. Şu halde "O gün tartı haktır." (A'raf, 7/8) buyurulduğu üzere kıyamet günü hak olduğunda şüphe olmayan amellerin tartılması da gereği gibi bir tartısı olmak ve her tartı gibi onun da iki tarafın eşitliğine işaret eden bir dil ile iki tarafı bulunmak gerekirse de, amellerin hakikatine göre bunun durum ve niceliğinin tayin ve tarifi bizim idrak ve dirayetimizin kapsamı sahasından uzaktır. Onun için demişlerdir ki tartı ve terazinin hakikat olduğuna iman etmek lazım gelmekle beraber, niceliğinin tarifine iman etmek şart değildir. Bununla beraber şunu da itiraf etmek gerekir ki, amellerin cismanî bir şekilde tartılması da hiç tasavvur olunamaz değildir. Zira ameller kendileri durumları itibariyle cisim değilseler de, eserleri itibarıyla cismanî değer ve kıymetleri içerdiklerinde de şüphe yoktur. Bütün cisimlerin yaratılışı Allah'ın fiili olduğu gibi, insanlar en güzel sanat ve amelleriyle müsabaka ve imtihan edilmek için yaratılmışlar hayat ve ölüm ile mübtela kılınmışlardır. Bu yönden ameller, Allah yanında değeri olan sevap veya ıkâb (ceza) ile karşılanmak için ahirette üzerlerine düşecek eserler noktasından kazanacakları şekle göre bir terazi ile tartılması gerekir. Dünyada bunların akıl ve mantık, için şeriat itibarıyla mizanları indirilmiş olduğu gibi Allah katında hakikat âlemindeki değerlerine göre de bir tartıları var demektir ki, bu onların ahiret neş'etinde ortaya çıkacakları hakiki şekilleriyle orantılı olan bir tartı olarak ruhani ve cismani her iki itibarla da tecelli edebilir. İşte İbnü Abbas hazretlerinden rivayet edilen iyiliklerin, iyi şekilleri; kötülüklerin çirkin şekilleri ile tartılmaları önermesi de eserler itibariyle tartıları demek olacağı gibi, amel defterlerinin tartısı veya alametleri olan nur ve karanlığın tartısı hakkındaki görüşler veya rivayetler de yine eserler itibariyle tartı mânâsına dönüşür. Bunların her birine delalet eden eserler (rivayetler) de varid olmuştur. Şu halde amellerin tartısı netice itibarıyla ilâhî hüküm ve adaleti ortaya çıkarma mânâsı şüphesiz olmakla beraber, layık olan her hangi bir şekil ile doğru tartıda gerçekten vezin mânâsı da imkansız değildir. Şu halde amellerin mutlaka vezin ve tartısını inkar etmek küfür olursa da, niceliği hakkındaki tafsilatı inkar, küfrü gerektirmiş olmaz. Bundan dolayı Alûsî demiştir ki: Bu âyet amellerin tartılmasına işarettir ve buna hakikat olarak iman etmek vaciptir. Ancak inkâr eden küfre nisbet olunmaz. Yani zahiri vechile cismani mânâyı inkar edip de adalete yorma gibi mecaza kani olanlar küfre nisbet edilmez. Zira onlar inkarcı değil, yorumcudurlar. Nassın yoruma ihtimali de açıktır. Yoksa mutlaka vezin (tartı), Kur'ân'da açık olduğu için inkârının küfür olacağında şüphe yoktur. Ve bu tartı, sayfaların uçuşmasından, sağdan ve soldan verilip alınışından, sual ve hesaptan sonradır. Vahidi ve daha başkaları böyle zikretmişlerdir. Ve "Kenzu'l-Esrar" sahibi de buna kesin hüküm vermiştir. Ve o, bir dili ve yer ve göğün tabakaları gibi iki kefesi bulunan bir terazi ile olacaktır ki mahiyetini ancak Allah bilir.
İbnü Abbas'tan ve Hasan-ı Basrî'den böyle rivayet olunmuştur. Ve "Şerh-i Makasıd"da tefsircilerden çoğuna nisbet edilmiştir. "Nevadiru'l-Usul"de zikredildiğine göre yeri de cennet ile cehennem arasıdır. En meşhur ve sahih olan da bu, bütün ümmetler ve bütün ameller için zikredildiği üzere bir terazidir. Çoğul kipiyle buyurulması ise ya "Âd (kavmi) de Peygamberleri yalanladı." (Şuarâ, 26/123) âyetinde olduğu gibi tazim (büyükleme) için veya (başının ortasındaki saçları ağardı) kabilinden kısımları itibariyle yahut itibari değişimle fertlerinin çoğalması itibarıyladır ki şairin:
"Şimşeğin parıltısı yahut güneşlerin ışığı" mısraındaki "şümûs" (güneşler) gibidir. Konunun çoğul olduğuna göre ise yoruma ihtiyaç yoktur. Ağırlık da rüçhan (üstün gelme) mânâsına olması tartışmasız olur.
Böyle "mevazin" (tartılar)i ağır basan, güzel amelleri üstün gelen kısım artık o bir hoşnut geçimdir. Râzî (razı olucu) bir hayat, hoşnut bir geçim ve yaşayış içindedir. Gerçekte razı ve hoşnut olmak, hayatın şanı değil, sahibinin sıfatı olduğundan görünürde ifadenin hakkı, "geçim, razı olmak" değil, razı olunan olması yani "razı olunan hayat" denilmek iken tersi zâhir olarak "hoşnut olan hayat" buyurulması belagatlı bir nükteyi içerir ki, rızanın tasavvurlar üstünde olan kemalini belagatle ifade ederek sahibinin o hayata tam ehliyetini, hem razı olan, hem razı olunan (râdiye ve mardıyye) makamında bulunduğuna işaret eder. Yani öyle güzel bir hayat ve geçim ki güzel amelleriyle ona sebep olan kimseyi sadece razı ve hoşnut etmekle kalmaz, aynı zamanda onu, "Ey huzura ermiş nefis, razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön, (iyi) kullarım arasına gir, cennetime gir." (Fecr, 89/27-30) âyeti delaletince nefs-i râdiyye (razı olan nefis) makamından, nefs-i mardıyye (kendisinden razı olunan nefis) makamına yükselterek ebedi olarak mesud edecek ve ondan asla ayrılmak istemeyecek şekilde kendisini bütün hoşnutlukla sarar, ebedi bir rıza ve hoşnutluğa ait muhiti içinde ihata eder, kuşatır, donatır, Âlûsî der ki: Meşhur olan burada razıye (razı olucu), nisbet bakımından olmaktır, yani rızanın kendisi: Rızalı, hoşnutluklu bir hayat demektir. Kelimenin kendisinde veya isnadda mecaz olarak "râzîye"nin, "merdıyye" mânâsı olması da caiz görülmüştür ki, bunun hakikati, sahibinin razı olacağı bir hayat demek olur. Meâni kitaplarında anlatıldığı üzere bunda "istiare-i mekniye" ve tahliliyye de caiz görülmüştür. Fakat bazı büyükler burada çok güzel bir beyanda bulunmuşlar ve demişlerdir ki, "niseb" babında olanlar diye tevil olunur ve müennes getirilmez. Çünkü bir mevsuf üzerine cereyan ettirilmeyip cansızlara katılır. Sirafi'den de şöyle nakledilmiş: de nin sükutu meselesinde yaptıkları tâlile atıp tutarak demiştir ki: Halbuki bunda iki vecih vardır: Birisi, o hayat, ehline razı olmuştur, onlardan hoşnut kendilerinden ayrılmaz. Onları bırakmaz, ayrılmaz mânâsına olmasıdır. diğeri de "allame", "raviye" gibi mubalağa için olmaktır. Bir de şöyle tevcih edilmiştir. nin lüzumu nın sukûtuyla bünye (yapı)ye noksanlık vermemek içindir. ve gibi. Halbuki derler "Müf'ıl" ve "mif'al" babı müenneslenmez. Bununla beraber gibi bazılarında kattıkları da vardır. Sonra demiştir ki: Kabul etmeye değer olan budur. Bunun neticesi birkaç vechile cevaptır:
Birincisi: Burada "radıye" nisbet babından değil, ism-i faildir, mânânın lazımı kastedilmiştir. Zira bir şeye razı olan ve dileyen ona devam eder. Bu mecaz-ı mürsel veya istiaredir. İsnadda mecaz olup zikrolunan mânâ, neticesini beyan olması da caizdir.
İkincisi: Mübalağa için olmaktır. Bu da "allame" gibi, "faal" veznine özel değildir. Onun için "raviye" ile de temsil etmiştir.
Üçüncüsü: İlletlide 'nin katılması kelimenin yapısını muhafaza etmek içindir. "Misakke", ya söz (istisna)dür, yahut muctebbi mudaafe benzetmektir." Âlûsî bunu naklettikten sonra: "Bunu hıfzet, çünkü çok güzeldir, kitapların çoğunda bu yoktur" diye de bir hatırlatma yapmıştır. Birçok hususta bu "razı olan geçim" terkibi misal olarak zikredilegeldiği için biz de bu izahı kaydetmeye lüzum gördük.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |