1- De ki: Ey kâfirler!" Bu nidaya "de" emriyle başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, tafsili uzun gider. En birincisi Hz. Peygam ber'in kendi tarafından değil, Allah Teâlâ'dan açık emir ile bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik görevi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.) işlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona "A llah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi." (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş, "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulmuştu. Allah'a daveti de en güzel yolda olmak üzere "(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur, eğer b u nu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Maide, 5/67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacağı da emredilmiştir. Burada ise muhataplarına "ey kâfirler" diye en ağır vasfile ni d a edeceği, çünkü beyan ve tebliğ olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça söylenmesi lazım geldiği için bu ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine nasıl layık olur? di y e bir itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu açıklamak gerektiği başlangıçta anlatılmak üzere: "Bunu ben kendiliğimden söylemiyorum, emredilmiş olarak söylüyorum." demiş olmak için evvela "de" emri açıklanmıştır. Ve bunun Kevser Sûresi'nde n sonraya konulmuş olmasıyla da hem bu emrin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2) gibi Kevser ihsanına tertip edilmiş emirlerden olduğuna hem de Peygamber'e öyle buğz ve düşmanlık beslemekte ısrarlı olanların güdüklükleri, hayırdan mahr u m oluşları gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sabit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin yeğledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir siyak (söz gelimi) işareti yapılmış ve bu şekilde inme sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine zıt, yapılm a z teklifleri yani putlarına tapılmak şartıyla Allah'a ibadet edeceklerini ileri sürmeleri de ısrarlı oldukları o buğz ve kinin bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle "ey kâfirler!" diye nida g enel olarak kâfir olanlara değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini Allah Teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde de, Kitap ehlinde olduğu vechile, Allah'ı mabud tanıyanlar bulunduğu gibi, sonra imana gelip ibadet edenler v e edecekler de bulunduğu için, onlara karşı: "Siz Allah'a ne şimdi, ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz." denilmeyeceği açıktır. O halde önce genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense başlangıçta "lâm-ı ahid" (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret ola rak "ey o kâfirler" diye özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka kızgın olup da imana gelmeyecekleri Allah'ın ilminde malum bulunması itibarıyla olan sabit sıfatları olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız şahıslarına değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu için maksadın aslı küfürden uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine delalet bakımından içerirse de herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana gelip gelmeyeceğini Allah'tan başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan fiilî olarak tatbiki Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur. Yoksa "de ki, ey kâfirler" diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği hakkında bilgimiz olmayan şahıs veya toplum her hangi bir kâfire "ey kâfir" y ahut "ey kâfirler" diye hakaret ve buğzederek hitap etmek lazım veya caiz olur sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli şahıslara karşı fiiliyatta tatbiki nüzul sebebine bağlı demek olduğundan dolayı bütün kâfirler hakkında güzel mücadele ile davet ve yoluyla m ü cahede ve benzeri diğer gibi muamelata ilişik genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman yalnız küfürden, şirkten, nifaktan ve Allah'ın bildiği o kabil kâfirlerden kalben uzaklaşarak iman ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak için ol u r, zamanına ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel mücadele ve hikmet olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve baki olan hükmü, küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır. Fakat taarruz için değil, uza k laşmak için okumak ve sadece bir tarihî hatıra olarak değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını kuvvetlendirmek için tilavettir. Hadis-i Nebevî'de şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve hikmeti ifade eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin tafsilatına dair olan genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de olmaz. Hasılı bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu gibi, güzel mü c adeleden ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde bunun içinde ki hükümlerde, genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna lüzum yoktur. Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana gelmeyecekleri haber verilmiş bulunan o kâfirlere m a hsus olarak "sizin dininiz size; benim dinim banadır" denilmiş olduktan sonra bilahere Medine'den onlarla harbedilmesinde ve Mekke'nin fetholunup putların iptal olunmasında ve Berâ Sûresi'nin inmesiyle bütün müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün Arabistan'da İslâm'dan başka dinlerin yasaklanmasında o hususi kâfirlere "sizin dininiz sizin içindir" diye verilmiş bulunan izin hükmünü nesih var mıdır, yok mudur? bu bahis konusu olmuştur. Eğer bu sade bir red veya sonunda cezalarının ağırlığı ile korkutmak (inzar) değil de, iki tarafın dinlerinde serbestlikleri esası üzerine bir antlaşma teklifi niteliğinde ise onlar kabul etmiş ve gereğine uymuş bulundukları takdirde sonradan onlara harp ilanını emreden hükümler bu özel anlaşm a yı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olurdu. Aynı şekilde bu onlara verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine neshedilmiş bulunurdu. Halbuki mutlak bir izinden ibaret olmayıp "benim dinim, banadır" ile karşılıklı olduğu açıktır. Karşılıklı olarak bi r anlaşma teklifi olması ihtimaline göre ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamber'in dinî serbestliğini istememişler, küfürde o derece ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri farzedilse bile asla riayet etmeyip bozdukları ve hatta öldürülmesine bile te ş ebbüs ettikleri malum ve kesindir. O halde onlarca asla kabul edilmemiş veya bozulmuş bulunan bir anlaşmanın, bir hükmü farz olunamaz ki neshine ihtiyaç olsun. Ne izin, ne de anlaşma teklifi olmayıp, beyan olunacağı üzere sırf red veya inzar (korkutma) ol d uğu takdirde ise neshe lüzum olmayacağı açıktır. Şu halde Alûsî'nin de hatırlattığı gibi bu sûre her yönden muhkemdir. Bunda nesh olunmuş bir hüküm yoktur. Bununla birlikte sonundaki "sizin dininiz sizedir" fıkrasının, seyf âyetleri (cihada izin veren â y etler) ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Demek olur ki bunlar, "kâfirler"in hepsine hitap olması ihtimalini "sizin dininiz size, benim dinim banadır" âyetinin de kabul şartı gözetmeyerek mutlak bir antlaşma ilanı olması ihtimalini dahi d ü şünmüşlerdir. Böyle bütün dünyaya "ey kâfirler" diye nida edip de kabul şartını gözetmeksizin hepsine karşı antlaşma ilanı ise Resulullah'ın gönderilişi ile uyuşması kabil değildir. Ancak kabulleri şartıyledir ki bunun bir mânâsı olabilir. Kabul etmeyenle r veya kabul edip de bozanlar hakkında da söylediğimiz vechile neshe hacet kalmaz. Fakat böyle genel bir anlaşmanın mevcut olmadığını bütün ihtimalleri dikkat nazarına alarak anlatmış olmak için bunun başlangıçta bir antlaşma ilanı olduğu soyut bir ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile mensuh olmak lazım geleceğini söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için yaygınlaşmıştır. Maksadın esası öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını bildirmek olmasına göre her iki görüşte de netice bir demek olursa da, nesih tasavvuru bu sûrede sadece uzaklaşmadan fazla olarak başlangıçta mutlak bir anlaşma hükmünün sabit olduğunu ve lüzumu halinde cihada engel olmaya delalet eder bir kaydın varlığını farzetmeye dayanmaktadır. Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü düşünülemeyeceği gibi, böyle bir teklife, genel olsun, özel olsun, "ey kâfirler" diye hitap ederek başlanmak da makul olmaz. "De ki, ey kâfirler" emri, her şeyden önce bir mücahede telkin eder. Bunun sonunda, "dininiz sizin olsun, hayır ve şer cezası, sorumluluğu size aittir, sonra karışmam ha!" demek de bir izin verme değil, "İstediğinizi yapın." (Fussilet, 41/40) kabilinden bir tehdit veya "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256) esası üzere, bir defetmek ve reddetme ile uzak bulunma olduğu zahirdir. O halde başlangıçta antlaşma sabit olmayınca netice bakımından nesih de varid olmaz. Şu halde hitap, genel olsa da, özel olsa da bu sûrenin hiç bir âyetinde nesih yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız önceden umuma hamledildiği takdirde ikinci ve üçüncü âyetlerle tahs i s gerekeceğine göre, bu sebeple izah olunduğu üzere hususa yüklenmesi daha uygundur. Yani "ey o Allah'tan başkasına tapan ve bundan böyle imana gelmeyecekleri Allah'a malum bulunan müşrik kâfirler!"
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |