4. Fakat o kendilerine kitap verilenler, yani o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı ancak kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar, ayrılığa düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık) çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret kalmamışken, kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri bu şekilde şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.
Fahreddin Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu âyet Kur'ân'daki âyetlerin, gerek nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur ve büyük bilginlerden bir kısmı bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun nasıl olduğunu özetlememiştir. Ben derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin takdiri: O küfredenler, kendilerine Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildiler, demektir. Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, Allah Teâlâ onu zikretmemiştir. Lakin kastedilen, bulundukları küfür halinden demek olduğu malumdur. Şu halde takdir: "Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul gelinceye kadar, küfürlerinden ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da "hatta", intihâ-i gayedir. O halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince, onların küfürlerinden ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine kitap verilenler, ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." buyurulmuştur. Bu ise o Resul gelince, onların küfürleri artmış olmasını gerektiriyor. İşte bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var gibi görünüyor. İşte benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise birkaç şekildedir:
BİRİNCİSİ ve en güzeli "Keşşaf" sahibinin özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli ve puta tapıcı iki fırkadan kâfirler, Peygamberimizin gönderilmesinden önce diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad edilmiş olan peygamber gelinceye kadar ki o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allah Teâlâ önce onların o sözlerini hikâye etmiş, sonra da "kendilerine kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur. Yani onlar, o peygamber geldiği zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanmak vaad ediyorlardı. Sonra da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları o Resul gelince oldu, demektir ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine öğüt veren vâize: "Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden ayrılmam" demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine kötülüğünü daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya kadar kötülükten ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra kötülüğe daldırdın." demiş olması gibidir ki, bu sırf onu azarlama ve susturmak için önceki sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur: "Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan hikâyedir. "Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." sözü de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar vaadlerinde durmadılar, dediklerinin tersi oldu." demektir.
İKİNCİSİ: "O kâfirler kendilerine o apaçık delil gelince de küfürlerinden ayrılacak değillerdi." mânâsındadır. Kâdî Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın bu mânâsı olmadığı söylenmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ: "Münfekkîn" küfürden ayrılmaya değil, "beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek Peygamber'in iyiliklerini ve faziletlerini anmaktan ayrılmadıkları mânâsına olmalıdır. Yani Muhammed (s.a.v.) gelinceye kadar onun üstünlüklerini anmaktan ayrılmıyorlardı. Fakat O gelince ayrıldılar, her biri bir görüş söyler oldular demektir ki, bunun benzeri Bakara Sûresi'nde geçen "Daha önce, müşriklere karşı bir zafer kapısının açılmasını istiyorlardı, işte bu bildikleri kitap onlara gelince, ona inanmadılar." (Bakara, 2/89) âyeti olur.
DÖRDÜNCÜSÜ: Peygamber gelinceye kadar küfürden ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi de o geldikten sonraki halin, öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim olay da böyle olmuştur. Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir oldular. Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye yeterlidir.
BEŞİNCİSİ: Peygamber'in gönderilmesinden önce kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler. Bulundukları dinin hak olduğuna kesin olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yahudi, yahudiliğinde; hıristiyan hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında, hasılı her biri kendi dininde kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında ittifak etmişlerdi. Fakat Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış oldukları eski dinleri hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir ve kanaatleri perişan oldu. Her biri kendi dininde, mezhebinde, davasında sarsıldılar, ayrılmaya başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler, kimisi iman ettiyse de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski dinlerinin çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resul'e iman etmeyip de ayrıcalık yapan kitap ehlinin bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı şek ve şüpheye bir hakları olduğu için değil, kendilerine apaçık delil geldikten ve Hak ortaya çıktıktan sonra yalnız arzu ve inatlarından dolayı oldu. Birinci âyette infikâk (ayrılmak), sonrakinde tefrika denilmesinde bu mânâya bir işaret vardır. Çünkü infikâk: Bir şeyin bir şeyden ayrılması ona yapışmış iken kopup ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu suretle de Peygamberin gönderilmesinden sonraki hâl öncesine benzememiştir. Bu da "hatta"nın mefhumudur. Râzî, bu beş şekli hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber, tercih edilen görüş, birinci vecih olduğunu da hatırlatmıştır. Ancak birinci vecihte ayrılmanın müteallakını "küfürlerinden ayrılmışlar" diye küfür lafzıyla takdir etmiştir.
"Keşşaf" sahibi ise lafzıyla takdir etmiş. Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık delil gelmedikçe dinlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu söylemiştir. Müşkülün halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber "Keşşaf"ın ifadesi daha incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de ihtimali vardır. Ebu's-Suud ve daha birçokları da "Keşşaf"ın birinci vechi üzerinde yürümekle beraber, infikâkın müteallakını daha önce üzerinde bulundukları şey "üzerinde bulundukları şeyden" diye takdir etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek şöyle demişlerdir: Yani daha önce üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda gönderilecek Resul'e iman ve Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine getirmeye azimleridir. Kitap ehlinden bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta onlar onunla Allah'tan fetihler diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et, ahir zamanda gönderilen peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı ve müşriklerden olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek bir peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve İrem kavimleri gibi öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde bulunduğuna gelince gerek ki kitap ehlinden yayıldıktan sonra onların da sonradan gelenleri onun sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle olduğuna şu da şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline soruyorlar: Bu sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle hepsi o peygamber gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra kitap ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.
Bunun özeti: O kâfirler peygamber gelinceye kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve ayrılmamaları lâzım gelirdi, fakat ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın müteallakı, onların bulundukları hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad ve azim ile tefsir etmek Bakara Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri içine alması itibarıyla biraz dolambaçlı geliyor ve bundan maksat, bulundukları dinleri veya küfürleri olması daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları değil, tersine ayrılmaları istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi odur. Beyyine (apaçık delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu esas üzere, yani bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah ettiğimiz diğer bir vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu ile müşkülün halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla uygunluğu) açısından bize daha açık görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde de geçen "Ey kitap ehli, gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda, bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi diyemeyesiniz diye, size geldi." (Maide, 5/19) âyeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman dinlerin tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir zamanda Hakk'ı batıldan ayırdettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye kadar iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil bulunamayacağı cihetle herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur. Beşeriyetin böyle Hak ve batılı seçemeyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki Allah tarafından peygamberler gönderilerek hak ve vazife yolu aydınlatılmış ve ona göre mümin ve kâfir ayırd edilerek sorumluluk hükmü tatbik edilmiştir. İşte sûresinin arkasından o nüzul hikmetini beyan siyâkında bu Beyyine Sûresi de peygamber gelinceye kadar olan fetret zamanının hükmünü beyan ile başlamış ve "kütüb-i kayyime" (kıymetli kitaplar)yi içeren, tertemiz sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil olan Resulullah'ın gönderilmesinden önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları hallerinden ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak dini beyan eden bu delil geldikten sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde kalmak için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür ve bundan dolayı azaba hak kazanmalarını gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde mânâ o küfredenler, küfürlerinden, dinlerinden, âdetlerinden ayrılacak durumda değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek olan o apaçık delil henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Onun için onlara hak ve hayrı anlatacak kesin bir delil olmak üzere bu kitap indirilerek peyderpey okumak üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden önce kitap ehli olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden vazgeçmeleri, hakka karşı ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, o Resul'e karşı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr ettiler. Böyle anlaşmazlığa düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir sebebe dayalı değil, sırf o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık ve inatlarından ve eski hallerinden ayrılmak istememelerinden doğdu.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |