6-TAHLİL VE MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır. Bu harf, fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre "elbette", "her halde", şüphesiz", "lâ cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik) ve te'kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre Arab'ın ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve: "Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah ayaktadır" diyor, sonra "Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak Abdullah, gerçekten ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından bir, arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz söz yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Bi r incisi doğrudan doğruya ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak, dildeki incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir harf bize bir n a zım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve bundan gafil olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara düşeceklerini ne güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten te'kit (pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse " "ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber verildiği zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar uzak görülürse, nin güzelliği o kadar artar..." İşte bu âyette de böyledir. Burada öncelikle "hüden lîl müttekîn" sınırlamasına karşı akla gelen bir soruya isti'nâfen (başlangıçta) bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette açıklanacak olan haberin mânâsı uzak görülebileceğinden, onu te'kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu âyetin "hüden lîl-müttekîn" kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet öncelerin karşılığı olan bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür", "kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân" gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü ile "kefir"dir ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır ki, tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna "kâfur", kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr", mutlak örtmek genel; ötrü ile "küf r", nimeti örtmek özeldir. Dinde küfür ise, imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından olduğu halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi, zorlama ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İ m andaki tasdik gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî olur. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman edilmesi arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü ve y a fiilî olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur? Meğer ki o, sözlü veya fiilî "Kalbi imana yatışmış olduğu halde (inkâra) zorlanan değil." (Nahl, 16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet gereğince zarurî bir zorlamaya da y anmış olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî yalanlama ile, fiilin yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela namaz kılmamak başka, haça tapmak yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tap m ak küfür olur. Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî yalanlama olup olmadığı şüpheli olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf'ı çirkefe atmak, güneşe s ecde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek, günahı ve haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler; küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir zorlama zarureti yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. B iz, yukarda açıklama yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir yana bırakılmak şa r tıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı ortaya çıkar. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri küllî (tamamen) terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık edinmektir. Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketm e yi alışkanlık haline getiren arasında büyük fark vardır.
Namaza imanı olan, onu vazife tanıyan kimsenin -insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla uygundur. Şu halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve hatta kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına, Allah'a, Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz olan vazifelere imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de onlardan birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da k üfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi olduğundan, bir kısmı inkâr ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile küfür sade zıt değil, birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne yükselirler; arada vasıta, iki menzil arasın d a bir menzil (menzile beyne'l-menzileteyn) yoktur. Bir insan ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği suça göre bunlardan biridir. İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür. Birisi insanın yalnız Allah Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de mümi n lere karşı vaziyetidir. Birincisinde mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini düşünerek imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem içinden ve hem dışından sorumludur. İkincisinde insanların ilmi ve onlara kendini ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi muamele yaptığını ve onların ilmine karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini düşünerek, imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm imanının, bir Allah'ın hakları, bir de kulların hakları yönü; bi r ferdî, bir de sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e kalbimde imanım var." deyip de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı değildir. Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır. Küfretmek, dilimizde kaba bir şekilde sö v mek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu Arapça'da yoktur. Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu mânâ, esasında dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek, ağıza bilmem ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz genişletilmiştir. Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir olmak" tabiri arasında bir fark sezilir.
"İnzar" korkulu bir şeyden sakındırmak için bildirmek, yani "ilerde şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu göstermek.
"Hatm", "tab" gibi basmak mânâsınadır. Ve "ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman üzerini mühürlemek, yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya damga basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir şeyi sona erdirmek anlamına gelir. Fakat bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp", yürek
ve gönül mânâlarına gelir, yani
"kalp" iki mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin
altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline benzer bir durumda
(sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem
sinir
ve hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki,
atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde karı n cıkları ve
kulakcıkları
vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden
odur.
Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine
açılıp
kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber
bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve
paralelliği
vardır. Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların
meşgul
olduğu bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek
tabir
ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, "kursak aşını, yastık başını
ister".
İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve
sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin
merkezi
bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir.
İnsanın
asıl g erçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan
bölünmez
kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü
budur.
Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben",
anlaşılan
"ben"in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim.
Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu,
irade
bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da
çoktur.
Dilimizde buna yine "kalp" deriz. Yukarda "gönül" denildiğini de
söylemiştik.
Çünkü "gönlümden geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti",
"aklımdan
geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber
kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük"
deriz
de, aynı mânâda "gönlün çürük" deme y iz. Bazan yürek kelimesini de bu
mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve kuvvetli
kalbe
sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin bütün
beden
ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar
bu i l ginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi
noktasıyla
ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim
olan
kalbe midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara
mıdır? Yoksa kalp ve şuur, damarlar, sin i rler, kaslar ve uzuvlariyle
bedenin tek suretine midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin
cisimlere,
vasıfların vasıf sahiplerine ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın,
alete
ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o yere ilgisi gibi midir? Her
ikisini
i çine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının
memleketiyle
ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra
maddî
kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri,
psikoloji
ilmiyle uğraşanları yoran, hayre t ler içinde boğan noktalardır. Ancak
önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve
vasıtalı
olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde
bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî
etkenlerde
h areketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete
dönmesi
çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa
ait
hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık
duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların
cereyanının,
bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî
hareketin
bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun
hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de a
çıkça görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını
birleştirmiş
olmak için, ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem
tabiî, hem de -hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim
ile
anılagelmiş bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun
olduğunda
şüphe yoktur. Bu durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların,
her iki ismin biri diğerinden teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla
alınmış
olmasını, yani bedende cisim olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruha n î
kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler. Akıl ile kalbin ilgisini de
akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde, din ilminde,
ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir.
"Temiz
kalpli adam", "kör kalpli adam", "k a lbi bozuk", "kalpsiz" gibi
ifadelerde
kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlıyacağız ki, gaybe
imanda,
Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her
şeyi
bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının şeklinden habersiz ola n
lar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan, göz önündeki
cisimlere tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalpler işte onlardır.
"Ğışâve"
perde demektir.
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |