1. Vav 'da olduğu gibi yemin içindir. "Kamus"ta anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim olarak: dehr (gece ve gündüz), gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı gadat (tan yeri ağırmasından, güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval ile akşam veya akşam ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar olan ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da: Hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. Ve bir şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur" denilir. Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı" demektir. Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir. Cins lamı ile yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak halinde hepsine muhtemel olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine ve mesela bir ikindi vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına sarfedilmiş olur. Ondan dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve özellikle içinde bulunulan zaman ve "karn" (yani seksen veya yüz senelik bir zaman) mânâlarında yaygın olmuştur. Burada tefsirciler başlıca : İkindi namazı, ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Muhammed Aleyhisselam'ın asrı, yani Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir zaman mânâları üzerinde yürümüşlerdir. İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden bir saat, ikindi mânâları" hakkındaki rivayetleri zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş şudur: Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir, gece ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir. Onun için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde dahil olur.
Demek olur ki "asr", çeşitli mânâlara gelen bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" mânâsıyla tümüne hamletmek en doğrusudur.
O halde burada tefsircilerin zikrettikleri mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:
1- İkindi namazı: Mukatil demiştir ki: Allah Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira "Namazları ve orta namazı koruyun." (Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" (orta namaz) çoğunluğa göre ikindi namazı olduğu için onun bir özel fazileti vardır. Hendek vak'asında Peygamber (s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi namazından alıkoydular." buyurmuştu. Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, sanki ehli ve malı yok edilmiş gibidir." diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti, gündüzün sonuna doğru insanların en çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine daldıkları meşguliyet zamanı olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada, zorluğuyla beraber yüksek bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin ile faziletine dikkat nazarını çekmekte önemli bir mânâ vardır.
2- İkindi vakti: Katade demiştir ki: İkindi namazının vakti olması ve kuşluk vaktine karşılık birtakım kudret delillerini içermiş olması bakımından Allah Teâlâ "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin ettiği gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte ikindi vakti gündüzün sonu olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların yaratılışından sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde yaratılmış demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada bir gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve ikindi vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek acıklı, hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin aldatmasını açıkladıktan sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi vaktine yemin olunarak dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin olunmak gibi önemli bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş kapsamlıdır.
3- "Dehr": İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere "dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, âlemin varlığının başlangıcından sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı kül (tüm zaman)dür. Bu mânâca tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan daha özeldir. Zaman ona da, kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr", uzun zamana ve âlemin yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına da kullanılır ki daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr" ile tefsir ederken tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile tefsirin tarzında, dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli göstermişlerdir:
Birincisi: İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin belalarına, nöbet nöbet gelen musibetlerine yemin olsun ki, doğrusu insan bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna kadar onun, o hüsranın içindedir." diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir sayılmıştır. Demek ki "asr", dehr (zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de onun insana devamlı musibetler yağdıran acı ve büyük olaylarına ve değişmelerine karşı uyarmadır. Bir de bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî olarak kalacaklarını beyan etme vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda asrın yalnız zaman mânâsına değil, sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret vardır. Ancak bu mânânın, yeminin müstesna tarafını değil, müstesna minh (kendisinden istisna olunan) tarafını takviye etmekte olduğu açıktır.
İkincisi: Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı Allah'ın kudretine delalet eden her türlü acaiblikleri, gariplikleri içerir. Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in babası) denilmiştir. Küllî (tümel) veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, acı veya tatlı, kârlı veya zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar onda vaki olur. Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda büyür, onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi "Acebü'l-acaibat" (şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı arkası kesilmeyen bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan da o hareketlerin ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade bir süreç (devamlılık ölçüsü) olarak görünür.
Yokluğa benzer bir varlık, varlığa benzer bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok diye hükmedemez, çünkü devirler, seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara bölünür. Fazla, eksik ve uyuşmakla, geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken nasıl yok olur? Bununla beraber mevcut diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş ve gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla nasıl hükmedilir." Onun için felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, yok mudur, mevhum mudur? Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai (soyutlama) mıdır! diye konu edip durmuşlardır.
"Mazi hayal,
manzar-ı âtî henüz adem,
Hal oynatır şuurumu bilmem nedir bu dem?
Bir an imiş meâli kitab-ı vücudumun,
Ömrüm şu gamgüârım olan satr-ı mürtesem".
"Geçmiş hayal, geleceğin manzarası henüz
yok
Şimdiki zaman oynatır şuurumu bilmem nedir
bu an?
Bir anmış anlamı vücut kitabımın
Ömrüm şu keder ortağım olan yazılmış satır."
Bir Arap şairi de:
"Zamanı bir
gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme
doğru
Akıp gidiyor, fakat hareketlerini
göremiyoruz."
demiştir.
Zaman, böyle varlıkla yokluk arasında iyi ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıhhat ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, kâr ve zarar gibi zıtları toplayan, türlü şaşılacak şeyleri içermesi itibarıyla önemine binaen ona yemin edilerek onun içinde bulunan insanın zarar veya kazanç açısından durumlarına dikkat çekilmiştir.
Üçüncüsü: İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir. Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. O ömür ise dehir (zaman)den biz cüzdür. Onunla akmaktadır. Hatta insan için zaman ömründen, hatta ömrünün içinde bulunduğu anından ibaret değildir. Kârsız geçen her an, o güzel sermayeden heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır. Bununla beraber senelerce kaybedilen bir ömür, içinde bulunduğu son bir lahzada kendisine ebedî cenneti kazandıracak güzel bir iş yapmaya muvaffak olabilirse, geçen bütün kayıpları telafi ederek o zarardan kurtulmuş ve o insan için en şerefli şey ve bütün zaman ve lahzadan ibaret olmuş olur. Bu sayede insan, ömrünün içinde bulunduğu her saniyesini fırsat bilerek, onunla geçirmiş olduğu fırsatları kaza ile telafi etmeye bir dereceye kadar imkan bulur. Nitekim "Ve o, öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirlerini izler yaptı." (Furkan, 25/62) buyurulmakla ona işaret edilmiştir. Böyle vaktinin kıymetini bilmek mânâsınadır ki, mutasavvıflar, "Sofî, ibnü'l-vakt (vaktin oğlu) olmalıdır, yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve onunla yarın ahireti için ne kâr, ne hayır edebilmek mümkün ise onu kazanmaya çalışmalıdır, demişlerdir. Nasıl ki bugünün yarını yoktur, diye ahirete inanmayanlar da tersine dünya zevkini sürerek gönüllerince kâm almak için "Gün bugündür, saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi yapmalıyız." diyerek, ne olursa olsun vaktine uyup, çıkarını gözetme mânâsına "İbnü'z-zaman" (zamanın oğlu) olmak, zaman geçince onunla beraber geçip gitmek isterler. Maksatları farklı olmakla beraber ikisi de:
"Öğren
rüsum-ı asrı, lisan-ı zamaneyi,
Bak tab-ı
nasa vakte münasip tekellüm et"
"Öğren asrın
âdetlerini, zamanın dilini
Bak insan
tabiatına, zamana uygun konuş."
demekten hoşlanırlar.
Çünkü vakit gerek kazanmak, gerek tüketmek, gerek kâr, gerek zarar için kullanılacak iş zamanıdır. İşte vakit böyle bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla böyle kâr ve zarara maruz bir sermaye ve zaman böyle bir taraftan tükenmek, bir taraftan artmak üzere bulunan nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hasebiyle vakit ve zamanın kadrini takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek için asra yemin edilmesinde mühim mânâlar vardır. Birbirini açıklamak demek olan bu iki vecihte asrın dehr ve zaman mânâsı düşünülürken yasaklama ve verme mânâlarına da işaret edilmiş bulunduğu gizli değildir. Bunlar yeminin gelecek cevabında hem müstesna minh ve hem müstesna taraflarına bakmakta, teyit edici yönlerini de içermektedir.
Dördüncüsü: Yine anılan vech üzere insan, ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın ömrü eksilir ve bundan dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Her, gün
geçtikçe benim birazım gider;
Benim için
ise ömrümden daha güzel bir şey
yoktur."
O halde o gidenin karşılığında bir çalışma olmazsa o noksan tam zarardan ibaret olur. Bununla beraber şaşılacak şeydir ki insan geçen cüz'ünün yerine ne kazandığını hesap etmez de gün geçtikçe büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, rahat ediyorum, diye sevinir. Onun için denilmiştir ki:
"Biz günleri
geçiriyoruz diye seviniyoruz,
Halbuki her
geçen gün ecelden, ömürden bir
eksikliktir".
Bu itibar ile "asr"a yeminde şu mânâ olur: "O şaşılacak olan asra, zamana iyi dikkat ediniz. Çünkü o geçtikçe insan büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zanniyle sevinir, halbuki o asır devamlı onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve güdüz vücudunu kemirmekte ve bu şekilde o, her an zarar içinde kalmaktadır. Ancak iman edip de güzel ameller yapanlar... müstesnadır. Onlar zarar etmez, kâr ederler. Bu mânâ iledir ki 1332 Hicrî (1913 Miladî) senesi Birinci Cihan Harbi'nden önce "Tetkikatı Şer'iyye Meclisi reisi" iken vefat eden üstadım Büyük Hamdi Efendi ismiyle bilinen el-Hâc Mahmud Hamdi b. Ahmed b. Abdullah el-Kayserî (Allah ona rahmet eylesin) hazretlerinin vefatı ve Balkan harbinin üzüntüleri dolayısıyla yazdığım:
"Nefislerin
hoşlanmayacakları bir belâ ortaya
çıktı,
Bütün
niyetleri azarladı ve zanları titretti,
hesapları sarstı.
Belâ, yol
yol, türlü türlüdür. Bizim belamızın
yolu, kanunu da
Yerlerinde
Sa'dan dikeni bitirmek için harman
döğer gibi nefisleri döğmek, ezmektir.
Bahar obaya,
güzel bir dirlik, bir refah vaad
etmişti.
Derken
üzerlerine musibetler, hadiseler dökmeye
başlad" beyitleriyle başlayan mersiyede şöyle demiştim:
"Hayat bizi
aldatıyor, halbuki ölümümüz
Onun
memesinden sütlerini emiyor."
Yani
ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında
besleyen ana, ölümün anası hayat iken o bizi aldatıyor
"Böylece
kişi, hayatın zefir ve şehîkı (soluk
alıp verişi) ile nefesleri arasında
Kendini
yaşıyor sanıyor, halbuki kefenler
dokuyor. "
O nefes alış veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum sanıyor da aldanıyor. Düşünmüyor ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin dokuları kendisini ölüm için saran birer kefen gibidir."
Beşincisi: Bir de bir takım kimseler, gördükleri fenalıkları, çektikleri hüsranları hep dehre, zamana yükleyerek zamandan şikayet ederler. Ve zamanların uğursuzluğundan bahsederler. Halbuki:
"Zaman
bozuldu, fesadı var diyorlar.
Zaman
bozulmadı, kendileri fesat." denildiği
üzere fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir.
İşte asra yemin edilmekte zamandan önemini hatırlatmakla bir de o zaman bozulduğu iddiasını red mânâsı vardır. Zira kasem, (yemin) edilen şeyin şerefine işaret eder. Bu şöyle demek olur: Hadd-i zatında asrın, zamanın ayıbı, kabahati, zararı yoktur, o değerli bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini bilip de hepsi iyiliğe çalışmadıkları için, iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir. Bu mânâ "Dehre küfretmeyin, çünkü dehr Allah demektir." hadis-i şerifi ile işaret olunan mânâdır. Bu açıklamadan anlaşılır ki asrı böyle dehr ve zaman mânâsına yüklemek, en genel ve en şümullü mânâsı olmak itibarıyla diğer mânâların faydalarına da şamil olabilecektir. Böyle olduğu halde daha açık olmak için denilmeyip de buyurulması, "Bizi zamandan başkası helak etmiyor." (Câsiye, 45/24) diyen Dehriler'in zanlarına bir ihtimal şüphesi verilmemek faydasını içerdiği gibi, asrın anılan özel mânâlarının da önemlerini hatırlatmaktan uzak olmaz. Zira mutlak asrın, dehrin önemini yemin ile ihtar etmek, onun en mühim olan kısımlarını düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. Bu ise özellikle "lâm-ı tarif" ile belirli olmak hasebiyle de en çok muhataplara yakından ilgisi olan asrı düşündürmek gerekir. Bu da herkese ilk önce kendi bulunduğu zamanın sınırlarını ve kısımlarını hatırlatır. Bunda ise ilk muhatap Resulullah (s.a.v.) olduğu için "lâm", "ahd"e hamledilmiş olmak üzere:
4- Bu asırdan maksadın, nübüvvet asrı yani Muhammed aleyhisselam'ın asrı olduğu akla gelir. Bunda mutlak asrın her mânâsı bulunmakla beraber hepsinden seçkin olan bir fazilet ve özellikle büyük bir toplum da vardır. Bu da üç mertebe üzere düşünülebilir:
Birinci olarak, peygamberlerin sonuncusu olan Resulullah'ın ilk gönderilmiş olduğu zaman ki, her tarafta dinler çığırından çıkmış, peygamberlik, fazilet, hak ve adalet, Allah'ı bilme ışıkları sönmüş, âlemi cehalet, küfür ve şirk karanlıklarıyla zulüm ve cefa, azgınlık ve fesat, şer ve hasar kaplamakta bulunmuşken bir "Kadir gecesi"ne "Rabb'in adıyla oku." (Alâk, 96/1) emriyle Kur'ân nazil olarak Peygamberlik nuru doğmuştu. Beyyine Sûresi'nde geçtiği üzere kıymetli dinin neşriyle insanlığı "şerru'l-beriyye" (yaratılanların en kötüsü)nin istilasından, küllü hüsrandan kurtarmak için kurtuluşa davet ile cennet ve rıdvan yolunu göstermeye başlamış, bu şekilde ortaçağdan son asra geçiren değişmelerin ve ınkılabların başlangıcı olmuştu. O zaman, bu asra yemin ederek "Muhakkak insan zarardadır, ancak iman edenler... müstesna." buyurulmasının mânâsı şüphesiz ki mühimdir.
İkinci olarak, Peygamberimiz'in gönderilişinden vefatına kadar olan "saadet asrı"dır ki biri mücahede, biri de fetih ve üstünlük ile başarı iki bölümden ibaret olan bu asırda peygamberlik nuru gittikçe parlamaya başlayıp hidayet ve Hak din, "Bütün dinlere üstün kılsın için." (Fetih, 48/28) bütün âleme yayılmak üzere hak ve batıl birbirinden ayrılmış, kazanç ve zarar yolları ayırdedilerek "Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur." (Bakara, 2/256) hükmü ortaya çıkmıştı. Bu asra kasemdeki mânâ ise daha önemlidir. Nihayet Peygamber'in gönderilmesinden, daha doğrusu Resulullah'ın hicretinden son zamana kadar bütün son asırları içeren ahir zamandır ki, bu asır bütün zamanın ve bütün peygamberlerin asırlarının hükümlerini ve eserlerini gayesine erdirecek olan Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin devamı müddeti mânâsına Muhammed (s.a.v.)in asrıdır. Ve işte asrın en kapsamlısı bu asırdır. Bir kısım tefsircilerin dediği gibi bizce de en çok akla gelen bu asırdır. Burada özellikle bunun önemi hatırlatılmak üzere asra yemin edilmiştir. Çünkü Kasas Sûresi'ndeki "Andolsun biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya Kitap verdik." (Kasas, 28/43) âyetinde işaret olunduğu üzere Kur'ân'da insanlık tarihi açısından zamanın üç kısma ayrılmasına işaret olunmuştu. Hz. Musa'ya Tevrat'ın inmesinden önce geçen, yani Firavun'un helâkıyla son bulan zaman ilk asırlar zamanı ve Tevrat'ın inmesiyle açılan zaman da son Peygamber'e kadar orta asırlar zamanı, son Peygamber Muhammed Aleyhisselam'ın ortaya çıkmasıyla başlayan son asırlara da ahir zaman, yani Muhammed (s.a.v.) ve ümmetinin asrı demek olduğundan denince bu asır anlaşılmak gerekir. Bir gün, sabah, öğle ve ikindi üç vakit olarak düşünüldüğüne göre bazı hadislerde Âdem'in yaratılışı, âlemin yaratılışına göre yeryüzünde bitkiler ve hayvanların yaratıldığı son günün asrı, yani ikindisi halinde tasvir edildiği gibi, dünyada beşer türünün ömrü de bir gün sayılarak Muhammedî asır bugünün ikindisi misalinde temsil edilmiştir. Nitekim Buhârî ve diğerlerinde şu hadis meşhurdur: Sizden önce geçmişlere oranla sizin vaktiniz ikindi namazıyla güneş batımı arası kadardır. Sizin meselinizle sizden öncekilerin meseli tıpkı o adamın meseline benzer ki, bir ücret tayin etmiş,"sabahtan öğleye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş. Yahudi çalışmış, sonra öğleden sonra, yani "ikindiye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş", hıristiyan çalışmış. Sonra da "ikindiden akşama kadar kim çalışırsa iki kırat" demiş, siz çalışmışsınız. Bunun üzerine yahudi ve hıristiyanlar kızdılar: "Biz daha çok çalışmışken daha az ücret aldık." dediler. Allah Teâlâ da: "Ben sizin ücretinizden bir şey kestim mi?" buyurdu. "Hayır" dediler. "O halde bu benim bağışımdır, onu dilediğime veririm." buyurdu. Bu şekilde siz az amel (iş)le çok ücrete nail oldunuz". (İnciller'de de buna benzer bir temsil bulunduğu geçmişti).
Bir kısım tefsirciler bu hadis ile delil getirerek demişlerdir ki: Bu hadis, asrın Hz. Peygamberimiz'e ve "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) buyurulan ümmetine mahsus olan zaman olduğuna delalet eder. Allah Teâlâ Resulü'nün "İçinde oturmakta olduğun Belde'ye." (Beled, 90/2) diye mekanına ve "(Ey Resulüm) senin ömrüne andolsun." (Hicr, 15/72) diye ömrüne yemin ettiği gibi, burada da asrına yemin etmiştir. Şu halde bu açıklamadan sonra mânânın sonucu şu olur: Ey Muhammed! Her mânâsıyla asra ve özellikle pek büyük olaylara sahne olmak, gerek baskısı, gerek verimi itibarıyla bütün geçmiş zamanların özeti, zamanın ikindisi demek olan son asra, yani bütün ümmetlerin hesabı görülmek üzere bulunan ve senin asrın olan ahir (son) zamana yemin olsun ki
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |