7-ARAF SÜRESİ

157- İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından gidecekler.

"Ümmî", ism-i mensubunda üç türlü nisbet ihtimal dahilindedir:

1- Ana anlamına olan "Ümm" nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere kalmış", yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi durumunu korumuş, sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir şekilde bozulmamış anlamını ifade eder.

2- Ümmete mensub olmak, yani Arap Ümmeti'ne mensup olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen bir ümmetiz." ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim olmakla tanınıyor idiler.

3- Ümmül-kura'ya mensup, yani Mekke'li demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup yazmaya uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber için fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "o risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha açık seçik bir belagat örneğidir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu şu beytiyle dile getirmiştir:

Bâki mucizler ne hacet vasf-ı hak isbatına,
Câhil iken el, senin ilmin yeter bürhan sana.

O Resul, o ümmî Nebî ki, onu onlar, (yani, ey Musa, senin kavminden onun zamanında gelecek olanlar,) yanlarındaki Tevrat ve İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle ve vasıflarıyla onun o olduğunda vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi oğullarını tanır gibi tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara, 2/133. âyetin tefsirine bkz.)

Anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce İncil'in geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır. Tevrat'ta Mesih ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet nebisi Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Musa'nın duada istediği rahmet ve haseneye kavminin ancak Hz. Muhammed'e uymak sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar ve ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).

O Ümmî Nebî onlara marufu, hakkı ve adaleti, aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki özeti Allah'ın emrine saygı, yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu emredecek, ve onları münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken çirkin şeylerden) nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin içindedir. İyiliği emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab sebeplerini ortadan kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve hoş olan şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram kıldık." (Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış olan güzel, hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve meşru kılacak. "Allah'ın size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87), "Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara 2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki, size bütün güzel şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki, Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri kim haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek tek yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temiz ve lezzetli olan hiçbir şey, içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf edilmedikçe yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah sayılmayacak ve bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine haram kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi murdarlık ile gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan manevî anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve gayr-i meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi olduğundan, Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür, bunlardan kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan gerçek bir güzel nimetin hiçbiri haram kılınmamış olmak ve haram kılınmış olan şeylerin de mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir hayat ne kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını, (ağır yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtlarından atacak, o zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara, 2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha üzerine kurulu bir şeriat getirecek. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin rahmet ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî nebîye, (yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün) iman edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona yardımcı olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve yardımı görev edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Kur'ân nuruna, hem sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve bu vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar ve ancak onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve azabdan bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa sizin için değil, ileride genellikle bütün kavimlerin ve bütün insanların girmesine uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere onlar için yazılacaktır.

İşte Rabb'i, Musa'nın o duasına Bakara Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi. Nitekim En'âm sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi kıyamet gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi kuşattı" önermesi ile "azabımı dilediğime isabet ettiririm" önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da hükmünü yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden itibaren ona iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet önermesi ile azab önermesi birbirinden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve uhrevî rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve kesinliğiyle gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini, bir umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak, yalnızca rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab ihtimalinin önünü kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri taşımayanlar hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün kesilmiş olduğu söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı için de özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine yazık etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer 39/53) buyurulmuştur. Musa aleyhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe mîkatında özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak bütün insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyle bu müjdeyi umuma mahsus olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği meselesidir. Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı, ve son hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ etti, hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu oluşumda bir tecellisi vardır. "Muhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince. Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına bir son veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri açılıyor ki, geçmiş zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük, dengeli ve ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin, ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan bu ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa yürümek imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama ve o vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek peygamberi tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi ile, âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:

Ya Muhammed!

Ana Sayfa

Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri