1-10- İlimden geriye kalmış bir
eser, önceki peygamberlerin ilimlerinden kalma rivayete dayanan bir
ilim. Yahut toz üstüne bir yazı, "De ki: Ben peygamberlerin ilki
değilim."
BİDİ', BİD'AT, âdette hiç örneği
geçmemiş yeni türemiş, türedi, yani ilk olarak peygamberlik iddia eden,
yahut hiç bir peygambere benzemeyerek, kendi kendine Allah'ın izni
olmaksızın bir takım örneği olmayan şeyler icad edecek bir icadcı
değilim. İsrailoğulları'ndan bir şahid de onun bir benzerine şehadet
edip iman getirir. Buradaki zamirinde iki ihtimal vardır. Biri
Kur'ân'a, biri de peygambere raci olmasıdır. Kur'ân'ın Tevrat gibi
Allah kitabı olduğuna, yahut Hz. Peygamberimiz'in Musa gibi bir peygamber
olduğuna şehadet ederek iman eder. Bakara Sûresi'nde açıklaması geçtiği
üzere Tevrat'ta Hz. Peygamberimiz Hz. Musa'ya "Senin gibi bir peygamber"
diye Musa'nın benzeri bir peygamber olmak üzere anlatılmıştı.
İsrailoğulları'ndan böyle şehadet eden şahit de çoğunluğun görüşüne
göre Abdullah b. Selam (r.a.)'dır. İmam Şa'bi gibi bazıları şahidden
maksadın Hz. Musa olduğunu söylemişlerdir ki daha önce haber vermiştir.
İbnü Cerir ve diğerlerinin rivayetlerine göre Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)
demiştir ki: Resul-i Ekrem (s.a.v.) "Yeryüzünde yürüyen bir kimse
hakkında o cennetliktir derken işitmedim. Abdullah b. Selam'dan başka
ki "İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerine şehadet edip
iman getirir." âyeti de onun hakkında nazil oldu. Sûrenin Mekkî,
Abdullah b. Selam'ın iman edişinin ise Medine'de olması itibarıyla bu
durumda bu âyet gaib haberlerinden demek olur. Fakat yukarıda işaret
olunduğu üzere bazıları sûre Mekkî olmakla beraber bu âyetin Medenî
olduğunu söylemişlerdir. Hasen'den rivayet olunur ki şöyle demiştir.
"Bana şu haber ulaştı, Abdullah b. Selam İslâm'a girmek istediği zaman:
Ya Resulullah dedi, yahudiler bilir ki ben onların âlimlerindenim,
babam da onların âlimlerinden idi. Halbuki şimdi ben şehadet ediyorum
ki, sen Allah'ın hak peygamberisin ve onlar seni Tevrat'ta yazılı
bulurlar, şimdi filana, filana ve daha yahudilerden adlarını
saydıklarına adam gönder ve beni evinde gizle de onlara benden ve
babamdan sor, çünkü benim kendilerinin en âlimi olduğumu, babamın da en
âlimlerinden bulunduğunu şüphesiz söyleyeceklerdir. Ben de o zaman
çıkarım, ve senin Allah'ın Resulü olduğunu ve onların seni yanlarındaki
Tevrat'ta yazılı olarak bulduklarını ve gerçekte senin hidayet ve hak
din ile gönderildiğine şehadet ederim. Resul-i Ekrem (s.a.v.) de öyle
yaptı, onu evinde gizledi, yahudileri çağırttı, yanına girdiler, derken
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sizin içinizde Abdullah b. Selam
nedir?" kendisi dediler bizim en âlimimiz, babası da. O halde müslüman
olduysa ne dersiniz?", "olmaz" dediler, üç kere tekrar ettiler, bunun
üzerine çağırdı, o da çıktı sonra: "Ben, şahitlik ederim ki sen
Allah'ın Resulü'sün, onlar seni yanlarındaki Tevrat'ta yazılı olarak
buluyorlar ve sen hidayet ve hak dini ile gönderildin." dedi. Deyince
yahudiler biz senden bunu beklemezdik ey Abdullah b. Selam dediler.
Küfrederek çıktılar. Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. "De ki: Ne
dersiniz bu Kur'ân Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz
bununla birlikte İsrailoğulları'ndan bir şahit de onun bir benzerini
Tevratta görüp inanmış iken siz hala büyüklük taslarsanız haksızlık
etmiş olmaz mısınız? Şüphesiz ki Allah zalim bir topluluğu doğru yola
iletmez." Buna dair diğer rivayetler de vardır. Bununla beraber
Mesruk'da demiştir ki bu Abdullah b. Selam hakkında nazil olmadı,
Mekke'de nazil oldu, Abdullah b. Selam ise Medine'de müslüman oldu. Bu
ancak Resulullah'ın kavmine karşı bir delilidir. Tevrat, Kur'ân gibi
Musa da Muhammed (s.a.v.) gibidir. Onlar Tevrat'a ve peygamberlerine
iman ettiler de siz küfrettiniz, demektir. İbnü Cerir der ki gerçi
Mesruk'un dediği âyetin zahirine daha uygundur. Çünkü "De ki: Ne
dersiniz eğer o Kur'ân Allah tarafından ve siz ona küfretmiş iseniz"
âyeti Allah tarafından Kureyş müşriklerine karşı bir kınama ve
peygamberi için onlar aleyhine bir delil gösterme makamındadır. Bu âyet
de daha öncesindeki âyetlerin benzeridir. Onlarda ne kitap ehlinin ne
de yahudilerin zikri geçmediği gibi daha önce zikri geçenlerden sözün
çevrilmesine delalet eder bir karine de görülmüyor. Fakat Resulullah'ın
ashabından bir cemaatten maksat Abdulah b. Selam olduğuna dair haber
varid olmuştur. Ve tevil ehlinin çoğu da bunun üzerinde yürümüştür.
Bunlar ise Kur'ân'ın mânâlarını ve nüzul sebebini ve ne kastedilmiş
olduğunu da daha iyi bilirler. Buna göre şehit Abdullah b. Selam,
kınanan muhataplar da yahudi topluluğu olmuş oluyor, yalnız Taberî'nin
daha önce zikri geçenlerden sözün değiştirilmesine delalet eder bir
karine görülmüyor, demesi üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü bir kere
başta "İnkâr edenler uyarıldıkları şeyden yüz çeviriyorlar."
buyurulmakla sözün asıl sevkinin, mutlak kâfirler hakkında olduğu
gösterilmiş sonra da iki "De ki: Ne dersiniz?" hitabı ile bunların iki
kısmına işaret olunarak birincisi ile müşriklere, ikincisi ile de
diğerlerine yahut hepsine hitap yapıldığı anlatılmıştır. Demek ki hem
asıl sözün gelişi birliği muhafaza edilmiş hem de iki kere "Deki ne
dersiniz?" buyurulmakla bir hitap değişikliği karinesi de verilmiştir.
Şu halde "Şüphesiz ki Allah zalim topluluğu doğru yola iletmez",
ifadesi ilk bakışta yahudilere uygun olmakla beraber anlam itibarıyla
hepsinden geneldir. Bu cümle, şartın cevabı yerinde bulunmaktadır. Yani
öyle olunca siz zulmetmiş olursunuz, hidayete eremezsiniz. Çünkü:
11- "İnkâr edenler, iman edenler
hakkında derler ki..." Bunun da hem müşrikler, hem yahudiler tarafından
söylenmiş olması muhtemeldir. Tefsircilerin çoğuna göre müşriklerdir.
Müminlerin çoğunu Ammar, Süheyb, Bilâl gibi fakir ve zayıflardan
görerek aşağılamak ve güya bu şekilde İslâm'ı küçük düşürmek
istiyorlar. Sâlebi, yahudilerin Abdullah b. Selam ve arkadaşları
hakkındaki sözleridir demiştir. Bununla, yani böyle demekle iman
edenlere dil uzatmakla maksatlarına muvaffak olamayınca, İslâm'ı ve
Kur'ân'ı körletmek veya şehadeti iptal etmek maksadına ermeyince Daha
diyeceklerdir ki bu eski bir iftiradır, eski uydurulmuş bir yalandır.
Yani peygamber hakkında öncekilerden rivayet olunan müjdeler eski bir
yalandır diyecekler yahut İslâm'ı inkâr etmek için dini kökünden inkâr
edecekler. Demek ki istikbalin kâfirleri daha azgın olacaktır.
12-14- Halbuki onun önünden yani
Kur'ân'dan önce nazil olmuş Musa'nın kitabı vardır. Bununla hem eski
bir iftira demelerinin nereye kadar varmış olduğu gösterilmiş oluyor
hem de cevabı verilmiş oluyor. Çünkü o öyle var ki Bir imam ve rahmet
olmuş bir halde, Allah'ın dininde senelerce rehber, kendisine uyulmuş,
arkasınca gidilmiş ve o sayede Allah Teâlâ'nın rahmetine, nimetine
erilmiş, eğer o bir iftira, bir yalan olsaydı o feyiz ve rahmet olur
muydu? Ve işte bu da yani Kur'ân da dili Arapça olarak tasdik edici bir
kitap, Musa'nın bir imam ve rahmet olan kitabını tasdik, onun
esasındaki hakikati ispat ve teyid eden Arapça dilli bir kitap ki
tasdikin hikmeti de zulmedenleri uyarmak için, her kim olursa olsun,
kendisinden herhangi bir şekilde zulüm, haksızlık meydana gelenlere
Allah'ın azabını haber vererek sonucun korkunçluğunu anlatmak için
güzellik yapan iyilere de müjde için, şöyle ki: "Gerçekten Rabbimiz
Allah'dır." deyip, sonra da dosdoğru olanlar, yani ilmin özü olan
tevhit ile amelin sonu olan doğruluğu kendilerinde toplayanlar.
(Fussilet Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 30. âyetin tefsirine bkz.)
Orada melekler vasıtasıyla müjde yapılıyordu. Burada ise doğrudan
doğruya yapılıyor.
15- "Biz insana ana babasına iyilik
yapmayı tavsiye ettik. Tavsiye bir kimseye yapması gereken bir şeyi
öğüt tarzında önceden söylemektir. İman ve doğruluk en birinci
özellikleri olan iyilerin şanı beyan olunurken anaya babaya iyilik
özellikle tavsiye edilmiştir. Bu tavsiye birkaç yerde gelmiştir. Fakat
herbirinde başka bir nükte ve bakış açısıyla sevkedilmiş olduğu için
tekrar değil ayrı ayrı fayda ifade etmektedir. Nitekim burada da
"Yaptıklarının karşılığı olarak" ifadesi dolayısıyla iyilik ve
doğruluğun önemli bir misali olmak üzere getirilmiştir. Rivayet
olunduğuna göre ifadesine kadar bu iki âyet Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)
hakkında nazil olmuş ve birçok hükümlerin de esaslarını içinde
toplamıştır. Önce ahlâkî açıdan araya üç mertebede dikkat çekilmiştir.
Birincisi, babanın galibiyeti altında olarak tağlib yoluyla valideyn
içinde, ikincisi üçüncüsü ile doğurma ve emzirme yönüyledir. Baba ise
yalnız 'de bir kere zikredilmiştir. Bir Hadis-i Şerif'te beyan olunan
şu ifade ile mütenasiptir. Bir adam; ya Resulullah "Ben kime çok iyilik
edeyim?" demişti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Anana", sonra kime
dedi, yine "anana" buyurdu, sonra kime? dedi, yine "anana" buyurdu.
Sonra kime? dedi, "babana!" buyurdu.
" Anası onu sıkıntı ile, zahmet ve
meşakkat ile yüklendi yine zahmet ve meşakkat ile karnındakini doğurdu.
Hamilelik süresi, ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Bakara Sûresi'nde
"Emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için anneler çocuklarını iki tam yıl
emzirirler." (Bakara, 2/233), Lokman Sûresi'nde de "Onun sütten
kesilmesi iki yıldadır. (Lokman, 31/14) buyurulduğuna göre bu otuzun
iki senesi emzirme müddeti, altı ayı da hamilelik müddeti oluyor. Demek
ki hamileliğin en az müddeti emzirmenin de en çok müddeti
gösterilmiştir. Çünkü bunlara kadının namusu nesep ve nikâhın haramlığı
yönleriyle pek çok önemli hükümler dayanmaktadır. Rivayet olunur ki Hz.
Ömer (r.a.)'e bir kadın duruşmaya götürülmüştü ki altı ayda doğurmuştu.
Had cezası uygulanmasını emretti. Hz. Ali (r.a) bu âyeti hatırlatarak
"had" cezası lazım gelmez hamilelik süresinin en az müddeti altı aydır
diye itiraz etti. Hz. Ömer de tasdik etti. Fahreddin Râzî bunu
naklettikten sonra der ki: Akıl ve tecrübede bunun böyle olduğuna
delâlet eder. Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için
takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin
harekete başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin
anasından ayrılır dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde
tamam farz edelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin
hareket eder. Bu toplama iki misli olan yüzyirmi gün daha ilave
edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O vakit "cenin" anadan ayrılır.
Yaratılış otuzbeş günde tamam olduğunu farz edelim, o vakit yetmiş
günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca toplamı iki
yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün
olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan
ayrılır ki sekiz aydır. Kırkbeş günde tamam olduğunu farz edelim o
zaman da doksan günde hareket eder ikiyüz yetmiş günde anadan ayrılır
ki dokuz ay eder. İşte tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur.
Calinûs demiştir ki ben hamilelik zamanlarının miktarlarının
miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir kadın gördüm ki yüz seksen
dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu müşahade etmiş
olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti Kur'ân'ın
nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır. Ama
hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'ân'da bir delalet yoktur. Ebu
Ali b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı
faslında demiştir ki, tamamıyla itimad ettiğim güvenilir bir yerden
bana ulaştı ki bir kadın hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir
çocuk doğurdu dişleri bitmişti, hem de yaşadı. Eristatalis'ten de şöyle
hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve hamilelik zamanları bellidir.
İnsandan başka ki gebe bir kadın bazan yedi ayda bazan sekiz ayda
doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka yerlerde
az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır.
Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye
katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak
böyledir. Bazan günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin
tamamlandığı müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan
bilgilerine göre kaydetmiştir ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym"
yani cenin, embriyo bilimi denilmekte ve özel bir tasnife tabi
tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında organlar birbirinden
seçilir ve hissolunacak şekilde belli olur, bunun toplamı kırk gündür,
bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur. Şu halde bu, tıbbî
tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun
düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde
toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin
torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük
bir şey ortaya çıkar, kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu
gibi emzirme müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve
sütten kesilmesi ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam
Ebu Hanife Hazretleri bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı
dikkate almıştır. Hamilelik süresi de sütten ayrılma süresi de otuz
aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz ay, emzirme müddetinin
de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan edilmiş
bulunması gerekir. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bir Hadis-i Şerif
hamileliğin en çok müddetinin iki seneden fazla olamıyacağını ispat
etmiş olmakla hamilelik hakkında zikredilen ihtimalin sakıt olması
lazım gelirse de sütten kesilme hakkında iki sene "Emzirme süresini
tamamlamak isteyen baba için tam iki yıl." (Bakara, 2/233) âyetiyle
kayıtlı bulunduğu için nikâhın haramlığını ifade eden emzirme müddeti
bakımından en çok sürenin otuz ay olması şüphesi devam etmektedir. Bu
ihtimali ortadan kaldıracak bir delil yoktur. Dolayısıyla haram kılanın
mübah kılana tercih olması hakkındaki usul kaidesi gereğince otuz ay
içinde emişenler hakkında ihtiyaten süt kardeşliği dolayısıyla nikahın
haramlığının sabit olması gerekir. Fakat Lokman Sûresi'nde "Onun sütten
kesilmesi iki yıl içindedir." ifadesi mutlak olduğu için İmameyn bu
şüpheye iştirak etmemişlerdir. Fetvada da bu tercih edilmiştir. (Bu
konuda geniş bilgi için Fıkıh'dan Hidaye ve şerhlerine bkz.) İşte
babanın ananın böyle haklarından dolayı onlara iyilik ile muamele
etmesini o insana tavsiye ettik. Nihayet hayat en güçlü çağına erdi,
kuvvet ve olgunluk çağına erdi. Kuvveti ve aklı sağlamlaştı. Bunu
bazıları bülûğ ile, bazıları da olgunluk çağıyla tefsir etmişlerdir.
Bu, şuna daha yakındır: Ve kırk yaşına erişti. Denilir ki peygamberler
de kırktan sonra peygamberlikle görevlendirilmişlerdir. Bununla
birlikte Hz. İsa ile Yahya'nın küçüklüklerinde peygamberlikleri de söz
konusudur. İşte tam aklını, kuvvetini toplayıp da kırkına erdiği zaman
o tavsiyeyi yerine getirerek dedi: Allah'tan üç dilek diledi, birincisi
şöyle nimetlerine şükür niyazı. Ey Rabbim! Bana öyle ilham et, öyle
arzu ver ki senin nimetine şükredeyim. Önce şükrü istemesi, şükrün
daima bir nimet neşesiyle ilgili olduğundan ilk önce kalbin neşesini
bulmak içindir. İşte her başarının sırrı da bu neşedir. O neşe iledir
ki rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir. Hem bana ihsan ettiğin
nimetine hem de anama babama ihsan ettiğin nimetine, anama babama, yani
din nimeti ve varlık nimeti. İkincisi, ve senin razı olacağın salih bir
amel işleyeyim. Kelimesinde tenvin tazim için, yani büyük bir iş
olduğunu ifade etmek içindir. Yahut çokluk ifadesi içindir. Birçok iş
demektir. Yahut da bir çeşit tekliktir ki salih amel cinsinden Allah
Teâlâ'nın rızasını özellikle celbedecek bir çeşit amel, rızayı
gerektirecek itaat demektir. Üçüncüsü neslimde de benim için islah
nasip et, yani ıslahı, düzgünlüğü onlara da ulaştır. İçlerinde sabit
kıl çünkü ben tevbe ile sana yüz tuttum, senin razı olmayacağın
fillerden veya senin zikrinden alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana
yöneldim. Çünkü ben müslümanlardanım. Kendilerini ihlas ve samimiyetle
senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki cümle duanın sağlam
olmasının, tevbe ve İslâm'a bağlı olduğuna işarettir. İbnü Abbas (r.a)
hazretleri demiştir ki: Allah Teâlâ, Ebu Bekir (r.a)'in duasını kabul
buyurdu da müminlerden dokuz kişiyi azat etti ki Bilali Habeşi ve Âmir
b. Füheyre bunlardandır. Ve her ne hayır istediyse Allah Teâlâ ona
yardım etti. Zürriyyeti hakkında da duasını kabul buyurdu. Çocuklarının
hepsi iman ettiler. Ona hem anasının babasının, hem de çocuklarının
hepsinin İslâm'a girmesi nasip oldu. Babası Ebu Kuhafe Osman b. Amr ve
annesi Ümmül Hayr bintü Sahr b. Ömer, oğlu Abdurrahman b. Ebi Bekir ve
onun oğlu Ebu Atik hepsi Peygamber'e yetiştiler ve Hz. Ebu Bekir'in
ulaştığı manevî derece sahabeden hiçbirine nasip olmadı. "Allah
hepsinden razı olsun." Bununla birlikte ashab-ı kiramın hepsi böyle
iyilik ve doğruluk duyguları ile dopdolu idiler.
16-Buna işareten buyuruluyor ki:
İşte bunlar, böyle güzel vasıflarla vasıflanmış olan iyi ve şükredici
insanlar, O cennetlikler için de, yani iman ve doğrulukları dolayısıyla
haklarında "İşte onlar cennetliklerdir. Orada yaptıklarının mükâfatı
olarak ebedi olarak kalacaklardır." (Ahkâf, 46/14) buyurulan ve
kendilerine kıyamet günü korku ve üzüntü olmayan cennetlikler içinde
öyle seçkin kimselerdir ki kendilerinden amellerinin en güzelini kabul
ederiz ve günahlarından geçeriz. Burada "Yaptıkları amelin en güzeli
ifadesi hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Birisi "en güzel"
"güzel" mânâsınadır denilmiş, birisi de den maksat mübahın üzerinde
olan itaattır ki mendub ve vacibide içine almaktadır. Çünkü mübah
çirkin değil güzeldir, ama ona sevab ve ceza gerekmez fakat açık olan
şudur ki bunların günahlarından geçilmiş olduğu gibi yaptıkları
iyilikleri de onlara keffaret gibi olarak cennetteki mertebelerinin en
güzel amellerine göre olmasıdır. Burada Mücahid'den Taberi Hz. Ebu
Bekir'in Ömer'e olan vasiyetini nakleder. Şöyle ki: Hz. Ebu Bekir, Hz.
Ömer'i çağırdı da ona dedi ki: Ben sana bir vasiyet edeceğim onu iyi
muhafaza edesin Allah'ın gecede bir hakkı vardır. Onu gündüzün kabul
etmez ve gündüzün bir hakkı vardır onu da gece kabul etmez. Bizim
hiçbirimiz için farzı yerine getirmedikçe nafile yoktur, Kıyamet günü
mizanları ağır gelenlerin mizanlarının ağır gelmesi hep dünyada hakka
uymaları ve onun, onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir
şey konmayan bir mizanın ağır gelmesi ise hakkıdır. Kıyamet günü
mizanları hafif gelenlerin mizanlarının hafif gelmesi de dünyada batıla
uymalarından ve onun, onlara hafif gelmesindendir. Batıldan başka bir
şey konmayan bir mizanın hafif gelmesi de hakkıdır. Görmez misin Allah
Teâlâ cennetlikleri en güzel amelleriyle zikretmiştir. Onun için biri
der ki benim amelim bunların ameline nerede erişecek onun sebebi çünkü
Allah Teâlâ onların kötü amellerinden geçmiştir de onları açığa vurmaz,
görmez misin Allah Teâlâ cehennemlikleri en kötü amelleriyle anmıştır
da biri der ki; ben amelce onlardan iyiyimdir, onun sebebi çünkü Allah
Teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine geri vermiştir. Görmez
misin Allah Teâlâ şiddet âyetini, rıza âyetinin yanında ve rıza âyetini
şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki mümin hem ümitli, hem saygılı
olsun da kendi eliyle tehlikeye atılmasın ve Allah'a karşı hak olmayan
bir kuruntuya kapılmasın.
17- "Ve o kimse ki ana babasına üf
size dedi." Bununla önceki âyetin tamamen aksine yani anasına babasına
eziyet edenlere intikal ile uyarıya geçiliyor. Mervan, bunun
Abdurrahman b. Ebi Bekir hakkında nazil olduğunu iddia etmiş ise de
doğru değildir. Hikâye olunuyor ki Mervan bir gün mescidde hutbesinde
ben Emirül Müminin'in yani Muaviye'nin Yezid'i halife tayin etmesi
hakkındaki görüşünü güzel görüyorum, çünkü Ebu Bekir de yerine halife
bıraktı, Ömer de demişti. Bunun üzerine Abdurrahman b. Ebi Bekir: yani
krallık mı?, Ebu Bekir (r.a) vallahi onu ne çocuklarından birisi ne de
ehli beytinden birisi hakkında yapmadı. Muaviye ise sırf oğluna rahmet
ve keramet yaptı, dedi. Mervan sen "Ana ve babasına üf size diyen
kimse" değil misin? dedi. Abdurrahman'da sen Resulullah'ın lanetlediği
melunun oğlu değil misin? dedi. Hz. Aişe işitti, Mervan'a sen
Abdurrahman'a şöyle şöyle mi dedin? Yalan söylemişsin. Vallahi o âyet
onun hakkında inmedi, isteseydim kimin hakkında indiğini söylerdim,
dedi.
Bana çıkarılacağımı mı vaad
ediyorsunuz? Öldükten sonra kabirden dirileceğimimi vaad ediyorsunuz?
Halbuki benden önce nice nesiller geçmiş, yani onlardan kim kabirden
çıkmış da ben çıkacakmışım? diyor. O ikisi, yani anası babası ise
Allah'a sığınıyorlar, onun böyle inkârından cüretinden, küfründen aman
diyerek Allah'a sığınıyor, aman ya Rabbi diye feryad ediyorlar.
Yazıklar olsun sana, inan, iman getir. Herhalde Allah'ın vaadi haktır,
diyorlar.
VEYLEK, veyil sana, aslında bizim
"canı çıkası, geberesi" tabirimiz gibi bir helak duası olmakla beraber
hakikaten helak için değil, azarlayarak teşvik ve özendirme için de
kullanılır ki burada da maksat odur. Onun için bana yazıklar olsun sana
demek daha uygun olacaktır. O yine, onları yalanlayarak bu sizin
Allah'ın vaadi dediğiniz öncekilerin masallarından başka bir şey
değildir, hiç aslı olmayarak yazılan masallardır, der.
18- İşte bunlar öbürlerinin tam
aksine olarak cinlerden ve insanlardan kendilerinden önce geçen
ümmetler içinde aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Sözden maksat
"Andolsun ki ben cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen
dolduracağım." (Hûd, 11/119) âyetinde ifade edilen azap kelimesidir.
Burada "ümmetler içinde" ifadesi yukarıdaki "cennetlikler içinde"
ifadesinin karşılığında kullanılmış olmak üzere cehennemlikleri
gösteriyor ve bu âyetten cinlerin de insanlar gibi ölümlü olduğu
anlaşılıyor. Çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, hüsrana düşmüş
kimselerdir
19- ve her biri için, yani şu
anlatılan iki kısımdan cennetliklerle hüsrana düşenlerden hirbir kısım
için amellerinden dereceler var, işledikleri hayır veya şer amellere
göre çeşitli dereceleri vardır. Cennetliklerin de dereceleri farklıdır.
Kendilerine azap hak olanların da. Çünkü gerek mahiyet, gerekse şekil
itibarıyla amelleri farklıdır. Onun cezası olan dereceleri de ona göre
farklıdır. Bunun için buyuruluyor ki: Bu da onlara hiçbir zulüm edilmek
sizin amellerinin kendilerine tamamen ödenmesi içindir.
20- Onun için kimininki dünyada
tamamlanır, kimininki ahirette. Bu şekilde kâfirler sırf dünya için
çalıştıkları ve yaptıkları iyi amellerin mükâfatını hemen dünyada
alacakları için O küfredenler ateşe arz olunacağı günde -ki kıyamet
günüdür- şöyle denecektir: "Siz bütün iyiliklerinizi dünya hayatınızda
giderdiniz." Hz. Ömer (r.a)'de rivayet edilmiştir. "İstesem ben sizin
en hoş yemekliniz en güzel giyimliniz olurdum. Fakat gördüm ki Allah
Teâlâ bir kavme iyiliklerinin yok olduğu haberini vermiş. "Siz bütün
iyiliklerinizi dünya hayatında giderdiniz" buyurmuştur. Ben
iyiliklerimi geriye bırakmak isterim demiştir. Yine rivayet olunur ki
Şam'a geldiği vakit ona misli görülmemiş bir yemek yapılmıştı. Buyurdu ki: Bu bizim fakat vefat
etmiş olan müslüman fakirler için ne var, onlar arpa ekmeğinden
doymuyorlardı. Halid b. Velid, onlara cennet var, dedi. Deyince Ömer'in
gözleri doluktu da vallahi bizim nasibimiz bu dünyanın geçici
menfaatlerinde olup da onlar gittiler ise!.. Dedi ki: Allah daha iyi
bilir ama, cennette aramız ne kadar uzak olur demektir. Resul-i Ekrem
(s.a.v.) bir gün suffe ehlinin yanlarına girdi. Elbiselerine yamalık
bulamadıklarından deri ile yapıyorlardı.
Buyurdu ki siz bugün mü daha
hayırlısınız yoksa her biriniz sabah süslü bir elbise, akşam süslü bir
elbise giyeceğiniz ve sofranızda tabakların biri gidip biri geleceği ve
evi Kâbe örtülür gibi örtüleceği gün mü? Biz bugün daha hayırlıyız
dediler, evet buyurdu, bu gün daha hayırlısınız. İbnü Zeyd bu âyetin
tefsirinde şu âyetleri okumuş. "Kim dünya hayatını ve zinetini isterse
biz onlara amellerinin karşılığını burada tamamen öderiz, bu hususta
onlara cimrilik yapılmaz." (Hud, 11/15) ve "Her kim ahiret sevabını
isterse onun sevabını artırırız. Ve her kim dünya menfaatini isterse
ona da dünyalık veririz. Fakat ahirette ona hiçbir nasip yoktur."
(Şura, 42/20), "Her kim acele geçen dünyayı isterse dilediğimiz kimseye
dilediğimiz kadar dünyalık peşin veririz. Sonra da ona cehennemi tahsis
ederiz." (İsrâ, 17/18) ve demiştir ki işte dünya hayatında iyiliklerini
giderenler bunlardır. Aşağılayıcı azab, aşağılayıcı yani zillet ve
hakaret azabı. Bunun bir misal ile izahı:
21-23- Âd kavminin kardeşi, yani
"Hani kardeşleri Hud onlara demişti" (Şuarâ, 26/124) buyurulduğu üzere
Âd kavminin içlerinden kendilerine peygamber olan Hud (a.s) Ahkâf'ta,
Ahkâf, aslında uzun ve eğrili büğrülü yüksekçe kum yığını demek olan
"hıkf" kelimesinin çoğuludur ki o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd
kavminin o uyarı sırasında bulundukları yer bu ad ile anılmıştır. İbnü
Zeyd ve Katade'den Yemen beldelerinden "Şıhr" denilen yerde denize
doğru kumluklarda oturuyorlardı diye İbnü Abbas'tan Umman ile Mehre
arasında diye rivayet edilmiş. Muhammed b. İshak da demiştir ki Hûd
(a.s) peygamber olarak gönderildiği zaman Âd kavminin bulunduğu yer ve
cemaatleri, Ahkâf, Umman civarında Hadramut'a doğru kumluk, sonra da
bütün Yemen idi. Bununla beraber yeryüzünün her tarafına yayılmış ve
Allah'ın verdiği fazla kuvvetleriyle halkını perişan etmişlerdi.
Mucemül Büldan'da der ki bu üç rivayetin üçünde de mânâ birdir. Ancak
Dahhak'tan Şam'da bir dağdır diye bir rivayet gelmiş ise de İbnü Atiyye
tefsirinde de sahih olan demiş Âd'ın beldeleri Yemen'de idi. Ve
"Direkli irem bağları" (Fecr, 89/7) onların idi. (O âyetin tefsirine
bkz.) Demek ki Ahkâf kelimesi anlam itibarıyla Âd kavminin kuvvetlerine
rağmen yerlerindeki çürüklüğe işaret eden ve uyarıya uygun olan bir
kelimedir. Bu bakımdan "Ondan önce ve sonra birçok uyarıcı peygamberler
gelip geçmişti." âyetinde "nüzûr" kelimesi "İnzar" yani uyarı mânâsına
"nezir" kelimesinin çoğulu olarak da düşünülebilir. Fakat mastarın
çoğul olması zahire muhalif olacağından "münzir" uyarıcı mânâsına
"nezir"in çoğulu olması daha doğrudur, yani Hud'dan daha önce ve daha
sonra uyarıcı peygamberler gelmiş geçmiş ise de şimdi sen özellikle
Hud'un uyarısını hatırla. Şöyle ki "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin
çünkü ben size büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum."
demişti.
24- "Ne zaman ki o azabı bir bulut
halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen
demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak
üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile
tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr
kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla
öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve
dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve
Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun
azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve
hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya
başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını
kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün
üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş
üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle
oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde
anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir
kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince
şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin
üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü
Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı
çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri
yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd
kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla
beyinlerini parçalıyordu.
25- "Ne zaman ki o azabı bir bulut
halinde gördüler." "Ârız" kelimesi asıl mânâsında bir yanı görülen
demek olup bundan çeşitli mânâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak
üzere ufukta yerden çıkan buluta da Ârız denilir ki, burada bu mânâ ile
tefsir edilmiştir. İşte biz böyle cezalandırırz. Öyle günahkâr
kavimleri, yani her şekilde onun gibi değil fakat fenalık itibarıyla
öyle ummadıkları bir şekilde gelip herşeyi alt üst eden rüzgâr sürat ve
dehşetiyle saran bir helak cezası İbnü ebiddünya Kitabü's-sehab'da ve
Ebu'ş-Şeyh Azamet'te, İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Onun
azab olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuştur, çıkmış olan yüklerinin ve
hayvanlarının birer kuş tüyü gibi gök ile yer arasında uçuşmaya
başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını
kapamışlar. Derken rüzgar gelmiş kapılarını açmış yedi gece sekiz gün
üzerlerine kum seli akıtmış. Sonunda da Allah Teâlâ rüzgâra emretmiş
üzerlerinde kumu açmış ve hepsini denize dökmüş. İşte "Nihayet öyle
oldular ki meskenlerinden başka hiçbir şey görülmez oldu." ifadesinde
anlatılan budur. Yine rivayet olunmuş ki içlerinde azabı ilk gören bir
kadın olmuştu. Ateş alevi gibi bir rüzgar görmüştü. Hud (a.s)'a gelince
şöyle rivayet olunmuş: Rüzgarı hissettiği zaman kendinin ve müminlerin
üzerine bir hat çizmiş, bir menba civarına doğru çekilmişti. İbnü
Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir ki: Yanındakilerle beraber etrafı
çevrili bir yere çekilmişti. Onlara rüzgardan ancak derileri
yumuşatacak ve nefislere neşe verecek kadar dokunuyor ve fakat Âd
kavmine uğrayınca yer ve gök arasında göç ettiriyor ve taşlarla
beyinlerini parçalıyordu.
26- "Ne kulakları, ne gözleri ve ne
de gönülleri kendilerine hiç bir fayda vermedi. Çünkü onlar Allah'ın
âyetlerini inkâr ediyorlardı." Bu gösteriyor ki kendileri için ondan
korunmak mümkündü. Eğer Allah Teâlâ'nın onlara göstermiş olduğu
âyetleri ve delilleri inkâr etmeyip de Hud (a.s)'ın uyarısı üzerine
iman ve itaat etselerdi helak olmayacaklardı, fakat dinlemeyip
eğlendikleri için o alay ettikleri, haydi getir bize dedikleri, azab da
kendilerini kuşatıverdi. Şu halde onlardan daha zayıf olan sizleri
kuşatamaz mı? Görülüyor ki bunlarla bütün semavî afetler beşerin bir
suçuna ceza olmak üzere anlatılmış olmuyor. Beşerin kazancı ile ilgili
olan âfetlerin dehşeti ve Allah Teâlâ'nın her kuvvet üzerindeki kudreti
anlatılmış oluyor.
27- "Andolsun ki biz sizin
etrafınızdaki memleketleri helak etmişizdir." Bu örnek yoluyla
Mekkelilere hitaptır. Etrafındaki helak olan memleketler, Me'rib,
Semud'un hicri, Sedum, Eyke gibi yerlerdir. Biz âyetleri de evirip
çevirip anlatmıştık. Yani uyarıcı âyetleri hep onlara türlü şekillerde
evirip çevirerek tekrar da etmiştik. Ki belki dönerler. Şirkten,
isyandan vazgeçip, tevhide dönerler, zaten bu değişmelerin herbiri
diğerleri için başlıbaşına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki
Allah'tan başka dayanılıp ibadet edilecek hiçbir şey yoktur.
28- O zaman onları kurtarsa idi ya?
O Allah'tan başka yakınlık için. "Biz onlara ancak bizi Allah'a daha
çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.." (Zümer, 39/3), "Bunlar
Allah katında bizim şefaatçilerimizdir." (Yunus, 10/18) diye şefaat
için ilahlar diye tutundukları kimseler o mabut taslakları niye
kurtaramadılar? Hayır bilakis onlardan kaybolup gittiler. Yani onları
bırakıp dünyadan ve inançlarından silinip gittiler. Ve işte bu
sapıklık, bu hayal kırıklığı onların iftiraları, yani iftiralarının
eserleri yalan ve batıl itikadlarının vardığı sonuçtur. Ve uydurdukları
iftiranın neticesidir.
29- "Bir de o zamanı hatırla ki
cinlerden bir takımını Kur'ân dinlemek üzere sana yöneltmiştik.." Bu
yukarıdaki üzerine matuf zannedilebilirse de değildir. "Yönelttiğimiz
zamanı hatırla" takdirinde yukarıdaki cümlesine matuftur. Arapça'da
nefer kelimesi üçten ona ve ondan kırka, kadar toplanmış bir cemaat
hakkında kullanılır. Cin, insan karşılığı gizli yaratıklardır. (En'am
Sûresi'ndeki "Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını
düşman yapmışızdır. (Enam, 6/112) âyetinde bu kelimenin izahına ve Cin
Sûresi'ne bkz.) Bu hatırlatmada sırf ibret ve uyarı için bir kaç
rivayette geldiğine göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybin
cinlerinden imiş.
Ninovalı da denilmiştir. Fahreddin
Razî der ki: Bu olayın nasıl olduğu hususunda iki görüş vardır:
Birincisi, Said b. Cübeyr demiştir ki; cinler gök kapılarını
dinlerlerdi, ne zaman ki taşlanıp kovuldular gökte olan bu olay her
halde yerde bir şeyden dolayı olsa gerektir diye sebebini aramaya
gittiler. O sırada Hz. Peygamberimiz (s.a.v) Mekke halkının kendisine
uymalarından ümitsiz olarak İslâm'a davet için Taif'e çıkmıştı.
Mekke'ye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batnı Nahil
denilen vadide kalkmış sabah namazında Kur'ân okuyordu. İşte oraya
Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden bir bölük cin uğramıştı. Çünkü
İblis onları göğün taşlamalarla korunmasını icab ettiren sebebi
öğrenmek üzere göndermişti. Kur'ân'ı işittiler ve sebebin o olduğunu
anladılar. İkinci görüş: Allah Teâlâ peygambere cinleri de uyarıp davet
etme ve kendilerine Kur'ân okuma görevini de vermişti. Onun için Allah
Teâlâ ona Kur'ân dinlemek ve kavimlerini uyarmak üzere bir takım cin
göndermişti. Ebu Hayyan da Bahir'de der ki: Cin kısası iki defa
olmuştu, birincisi Taif'ten dönüşündeki. Siyercilerin anlattıkları
kıssaya göre onlardan yardımcı aramaya çıkmıştı. Nahle vadisinde namaz
kılarken dinlediler, o bilmiyordu sonra Allah Teâlâ onların
dinlediklerini haber verdi. Diğer bir defasında da Allah Teâlâ,
Peygamber'e cinleri uyarıp onlara Kur'ân okumasını emir buyurmuştu.
Bunun üzerine bana cinlere Kur'ân okumam emredildi, arkamdan kim
gelecek dedi, bunu üç kere söyledi, Abdullah b. Mesud'dan başkası ses
çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah b. Mesud (r.a) demiştir ki:
Cin gecesi benden başka kimse hazır olmadı, gittik. Hacun'daki dağ
yoluna vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinceye kadar bundan
çıkma dedi, sonra Kur'ân okumaya başladı ben şiddetli bir gürültü
işittim hatta Resulullah'a bir şey olmasından korktum, onu birçok
karartılar kapladı, onunla benim arama engel oldu hatta sesini işitmez
oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar, sonra bana birşey
gördün mü dedi. Evet beyaz elbiselere bürünmüş siyah adamlar gördüm,
dedim, işte onlar Nusaybin cinleri diye buyurdu. Taberi tefsirinde der
ki: Allah Teâlâ "Hani biz cinlerden bir takımını sana yöneltmiştik"
buyurduğu cin grubunun kaç adet olduğu hakkında tefsirciler ihtilaf
etmişlerdir. Bazısı yedi kişi idi, dedi. Bu cümleden olarak İbnü
Abbas'tan İkrime rivayet ederek demiştir ki Nusaybin halkından yedi
kişi idiler. Resulullah onları kavimlerine elçi yaptı, diğer bazıları
da dokuz kişi idi, dediler. Bunlardan Zirr b. Hubeyş demiştir ki Hz.
Peygamber (s.a.v) Nahle vadisinde iken "onun huzuruna vardıkları zaman"
âyeti indirildi. Dokuz idiler, birisi Zevbaa idi. sözü yani Allah'ın
Resulüne yönelttiği cin grupları peygamberin huzuruna vardıklarında
demektir. Alûsî de şunları kaydetmiştir. İbnü Ebi Hatim'in Mücahid'den
rivayetine göre yedi kişi idiler. Üçü Harran'dan, dördü Nüsaybin'den,
isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, el-Ahkam
yahut el-Ahkab idi. Taberânî Evsat'ta ve İbnü Merduyye cinnin
Resulullah'a iki kere gönderildiğini nakletmişlerdir. Hafaci'nin
Şihab'ında Kâdi haşiyesinde Cin Sûresi'nin tefsirinde denilmiştir ki
hadisler cinnin gönderilmesi altı kere olduğuna delalet etmektedir.
Rivayetlerde gerek adet ve gerek diğer hususta görülen ihtilaf da
bununla bağlanmıştır. Nitekim Ebu Nuaym rivayet etmiştir ki: Nüsaybin
halkından dokuz kişi nahle vadisinden gittiler, bunlardan fulan ve
fulan ve fulan ve'l-Erdevanyan el-Ahkab kavimlerine uyarıcı olarak
vardılar, sonra da çıktılar. Resulullah'a heyet halinde yetkili delege
olarak geldiler üç yüz kişi idiler. Hacun'a kadar geldiler el-Ahkab
geldi Resulullah (s.a.v)'a selam verdi ve kavmimiz seninle görüşmek
üzere Hacun'da hazır bulunuyorlar dedi. Resulullah da Hacun'da geceden
bir saate söz verdi. İbnü Ebi Hatim de İkrime'den bu âyette onların
Musul ceziresinden on iki bin olduklarını rivayet etmiştir. Bu adedi
Keşşaf'ta da hikâye eder. Resulullah'ın onlara okuduğu sûre yani Alak
Sûresi idi. Bununla beraber Bahir'de İbnü Ömer ve Cabir b. Abdullah
(r.a)'dan nakledilmiştir ki; Resulullah (s.a.v) onlara (Rahman)
sûresini okudu. "Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz."
dedikçe, hayır Rabbimizin âyetlerinden hiçbir şey yalanlamayız "Ey
Rabbimiz sana hamd olsun" derlerdi. Bir de Ebu Nuaym Delâil'de
Resulullah'a cinlerin gelişinin, peygamberliğin on birinci senesinde
olduğunu rivayet etmiştir. Bu kıssanın hicretten üç sene önce olduğunun
söylenmesi de bu mânâdadır.
30- "Musa'dan sonra indirilen bir
kitap, Musa'dan sonra deyip de İsa'yı söylememelerine iki ihtimal
gösterilmiştir. Birincisi, çünkü Musa (a.s) iki kitap ehli arasında
hakkında ittifak edilen bir peygamberdir. Ve ona indirilen kitap
Kur'ân'dan önce en büyük kitaptı. İsa (a.s) da onunla amel etmek üzere
görevlendirilmişti. İkincisi Ata demiştir ki, çünkü yahudi milleti
üzere idiler. Bu ifadelerin bir çok noktaları bu gizli varlıkları
zannedildiği gibi sadece mücerred (soyut) şeylerden ibaret
olmadıklarını bildirmekten uzak kalmıyor. Onun için kelamcılar bunlara
latif cisimler demişlerdir. Önündekini, yani Tevrat'ı yahut bütün
geçmiş ilâhî kitapları tasdik ediyor. Hakka, yani esas itibarıyla sahih
itikada ve doğru bir yola, teferruat itibarıyla da doğruca Allah'ın
rzasına erdirecek amelî ve şerî hükümlere iletiyor.
31- "Günahlarınızı bağışlasın."
Burada Baziyet ifade eden ile denilmesi dikkat çekicidir. Denilmiştir
ki maksat sadece Allah'ın hakkı olan günahlardır. Çünkü kulların
hakları sadece iman ile bağışlanıvermez. Gerçi bir gayri müslim kanlar
döküp mallar yağma etmiş olup da sonra müslüman olsa müslüman oluşu hiç
şüphesiz bütün geçmişlerini keser atar ise de yine o gayri müslimin
birkaç sene önce eman yolu ile gelip bir şahısdan borç almış olduğunu
farz etsek bu defa sadece İslâm'a gelmesiyle o borcun da zimmetinden
düşmüş olması gerekmez. yani aynı yurt içinde zimmi ve andlaşma ile
orada bulunan gayri müslimlerin İslâm'a girmeleri belirli olan kul
haklarını düşürmez. Bu cinler de kendi kavimleri içinde imana davet
ettikleri için yalnız bazı günahların bağışlanacağını vaad etmişlerdir.
Daha diğer şekilde de söylenmiştir.
32- Her kim de Allah'ın
davetçisine, yani peygambere ve peygamberin elçilerine uymazsa
yeryüzünde aciz bırakacak değildir. Yani Allah'ı aciz bırakıp da onun
azabından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet tehdit ve uyarıyı
özetlemiş oluyor. Ve burada cinlerin sözü son buluyor.
33- Nihayet öldükten sonra dirilme
ve ahiret meselesi iyice zihinlere yerleştirilmek üzere buyuruluyor ki:
Görmediler mi? Bu görüş, göz görüşünden, kalp görüşü ile görmek ve
delil getirmektir. Yani şu görülüp duran gökler ve yeri yaratmış ve
onları yaratmakla yorulmamış. Bu kayıt yahudilerin altı günde yarattı
da yedinci gün dinlendi demelerini reddir. Nitekim Kâf Sûresi'nde "Bize
bir yorgunluk da dokunmadı." (Kâf, 50/38) buyurulmuştur. "Ölüleri
diriltmeye de kadirdir." Ölüleri diriltme: "Bir ölü iken dirilttiğimiz
(Kâfir iken hidayet verdiğimiz) ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir nur ihsan ettiğimiz kimse..."(En'am, 6/122) âyetinde
ifade edilen diriltmeyi de kapsadığında şüphe yoktur. Evet hiç şüphe
yok ki o herşeye kadirdir. Diriltmenin de her türlüsüne kadirdir. Onun
için İslâm herhalde ebedi hayat bulacak, kâfirler cehenneme girecektir.
34-35- "O gün kâfirler ateşe
arzolunacaktır." Böyle olunca, yani kâfirlerin sonu böyle ateş olacak
ve hakkı itirafa mecbur kalacak olunca ey Muhammed! Sen sabret!
Ulü'l-Azm (Azim sahibi) peygamberlerin sabrettiği gibi. Çünkü sen de
onlardansın.
ULÜ'L-AZM: Azim sahipleri, azim bir
işin icrasına ve yerine getirilmesine kalbi kesinlikle bağlamak yahut
iradede sabır ve sebat ile maksadı takip ve gayret sarfetmektir. 'deki
'in beyaniye ve tebîziye olması muhtemeldir. Beyan olduğuna göre
Ulü'l-azim'den maksadın resuller olduğunu, resullerin hepsinin azim
sahipleri bulunduğunu gösterir. Çünkü peygamberlerin hepsi sabır ve
sebat, azim ve atılım sahipleridir. Baziyet olduğuna göre de
peygamberler içinden azimlerinin üstünlüğü ile seçkin bir kısım, yani
şeriat sahibi olup onun kuruluş ve yerleşmesinde çok çalışan ve onun
meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tahammül ederek sabreden
şerefli peygamberlerdir ki bunların meşhurları "Hani biz
peygamberlerden misaklarını almıştık senden de, Nuh'dan, İbrahim'den,
Musa'dan ve Meryemoğlu İsa'dan da. Onlardan sağlam bir söz almıştık."
(Ahzap, 33/7) âyetinde isimleri sayılanlardır. Bu konuda daha başka
görüşler de vardır, bizim fikrimizce Kur'ân'da isimleri zikredilen
peygamberlerin hepsi Ulü'l-azm Resuldür, denilmesi de doğrudur. Çünkü,
Resuller Kur'ân'da zikredilenlerden ibaret değildir. "Kıssalarını sana
anlatmadığımız Resuller." (Nisa, 4/164) vardır. Sabret de onlar o
kâfirler,özellikle Kureyş kâfirleri hakkında azap için acele etme,
sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir
saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. O saat gelince onun
korkusundan ve ahiretin uzunluğundan dünyada durdukları senelerce ömür
az, o kadar az gelecektir.
Müddeti devri felek bir gündür.
Âdem bir nefes. Yeter, yani bu size edilen vaaz ve hatırlatma son
derece beliğ, yeterli bir öğüttür, elverir. Yahut beliğ bir tebliğdir.
Haberiniz olsun duymadık demeyin.
Kısaca, helak olacak başkası değil,
ancak o fasıklar güruhudur. İtaatten çıkmış, öğüt dinlemez, fasık
kavimdir. Âlûsî tefsirinde der ki; Bu sûrenin âyetleri arasında bu
"Sanki onlar görecekleri gün..." âyetinin bir özelliği bulunduğuna
işaret eden bazı eserler vardır. Taberani, Dua kitabında Enes aracılığı
ile peygamber (s.a.v)'den şöyle rivayet etmiştir. Buyurdu ki; bir hacet
diledin ve onun çabuk olmasını arzu ettin mi? Şöyle de:
"Tek olan Allah'tan başka hiçbir
ilâh yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür.
Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok
yumuşak ve çok cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan
kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arş'ın
sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a
mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir
günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. Bu yeterli bir
tebliğdir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar güruhudur.
Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep
olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde
etmeyi, cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum.
Allah'ım, bana bağışlamayacağın bir günah, ferahlık vermeyeceğin bir
sıkıntı, ödettirmeyeceğin bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve
ahiret ihtiyaçlarından herhangi bir ihtiyaç bırakma, ey merhametilerin
en merhametlisi olan Allah'ım! bunları rahmetinle ihsan et ya Rab!