Hayâtında, O müstesnâ ve en yüksek şahsiyeti örnek alan
her gence,
İnsân-ı Kâmil ve güzel ahlâk arayan
her insana,
Çocuklarının hayrını ve saâdetini isteyen
her baba ve anneye,
Talebelerine Allah Rasûlü'nün hayâtını öğretmek isteyen
her muallim ve muallimeye,
Allâh'ın izniyle, şu nâçiz eserimizin fâide verdiği
herkese,
h e d i y e d i r .
Müellif
A.S. : Aleyhisselâm
CC : Celle Celâlühû
Hz. : Hazreti
H. : Hicri
M. : Milâdi
R.A. : Radiyallâhü Anh
R.Anha : Radiyallâhü Anhâ
S.A.V. : Sallâllahü Aleyhi ve Sellem
B.M.M. : Büyük Millet Meclisi
Bismillâhirrahmânirrahîm
İnsanlığı ve bütün âlemleri büyük bir hikmet ve gâye ile yaratan, insanların ve tâife-i cinnin dünyâ ve âhiret saâdetine nâiliyyetini vesîle ve vâsıtaya bağlayan Allâhu Zülcelâl'e hamdü senâlar olsun.
Âlemlere en büyük rahmet, en büyük şefâatçı, en büyük Peygamber, Muhammed'ül Mustafâ Sallallâhü Aleyhi ve Sellem'e, O'nun Âline ve Eshâbına salât, kıyâmete kadar bütün O'na tâbi olanlara selâm olsun.
İnsanoğlunun tanıması gerektiği, hayâtının en ince noktalarına varıncaya kadar bilmesi ve onları kendi hayâtında tatbik etmesi îcâbeden yegâne insan; onsekiz bin âlemin kâffesine rahmet olarak gönderilen, Peygamberler Peygamberi, Hz.Muhammed (S.A.V.)'dir.
Beşer kaleminin kendisini tavsiften âciz kaldığı, O Büyük Rasûl'ün hayâtının her şeyden daha çok bilinmesi îcâbeder. O'nun hayâtı bilinmeden, İslâm'ın kâinât çapındaki gâyesi tahakkuk ettirilemez, İslam anlaşılamaz. Kim, Sîret-i Nebî'yi (Peygamberimiz'in hayâtını) bilmezse, Allâhın Rasûlü sevgili peygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V)'i hakkıyla tanıyamaz. Yine kim, Allâhın Rasûlü'nü hakkıyla tanıyamazsa İslâmı da layıkıyla anlayamaz.
Gerek bu dünyâda, gerek bundan sonraki âlemlerde şerefli insan olmak, iyi insan olmak; Kâinât'ın Efendisi, Muhammed'ül Mustafâ, Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem'i iyi bilmek, tanımak, anlamak ve O'na gerçekten ümmet olmakla kâimdir. Bir müslümanın gerçek mü'minliği, gerçek îmâna kavuşması; Peygamberini sevmeğe ve O'nun getirdiği esaslara tabî olmağa bağlıdır.
Beşeriyyet, içinde bulunduğu sıkıntılardan, buhranlardan, huzursuzluklardan ancak ve ancak Fahri Kâinât'a tâbi olmakla kurtulabilecektir.
Eshâb; arkadaş ve sohbetten gelir ki, Eshâb-ı Kirâm'ın hepsi Peygamber Efendimiz'in sohbeti ile yetişmiş, olgunlaşmış; mazhar oldukları bu devlet sâyesinde, kendilerinden sonra gelenlerin ulaşamayacağı kemâle vâsıl olmuşlardır. Dînimizde sohbetin ehemmiyeti pek büyüktür. Sohbet rûhun gıdâsıdır. Din, sohbet ve nasîhatle kâimdir. Peygamber Efendimiz; "Bir müslüman evinde, günde bir defa dinden îmandan bahsedilmezse, o eve zulmet yağar." buyuruyorlar. Acabâ bu şerefli vazîfeyi yapıyor muyuz?
Bu hususta, evde çocuklarımızla beş dakîka bile meşgul olmadan, onlara Peygamberlerini, dînî vazîfelerini öğretmeden; cemiyette İslâmın yaşanmadığını, İslâmın ahlâkî, îtikadî ve ictimâî prensiplerinin tatbik edilmediğini şikâyete kalkışmamız hakkımız değildir. Çünkü şikâyetçi olduğumuz cemiyet, bizlerden ve bizim çocuklarımızdan teşekkül etmektedir.
Öyle ise bugünün müslümanına düşen ilk vazîfe, kendi âilesinden başlayarak cemiyetin kurtuluşu için çalışmasıdır. Bir müslümanın evinde ilk yapacağı sohbet ise, Allah Rasûlü üzerine olmalıdır. Çünkü, Kur'an ahlâkı O'ndadır. Dînin en ince yaşantıları, Yüce Rasûl'ün hayâtında birer pırlanta mîsâli parlamaktadır.
Ey babalar, anneler ve evlâdlar!
Bütün güzellik ve olgunlukları üzerinde toplayan İnsân-ı Kâmil'e yaklaşın. Yüce Allah O'nu, ahlâkı tamamlamak üzere göndermiştir. Evlerinizi O'nun sohbetleri ile süsleyiniz. Bu takdirde başından sonuna kadar bütün bir devri, olanca çileleri ve mutluluğu ile Peygamber Efendimiz'in ve Sahâbelerinin yanında yaşamış gibi olursunuz. O'nun tedrîsiyle üzerinize rahmet iner. O'nun müzâkeresiyle melekler üzerinize nur saçarlar.
Eshâb-ı Kirâm'ın, Peygamber Efendimiz'e sevgileri, O'na itâat ve bağlılıkları, bizler için ne büyük bir örnek değil midir? Şu satırları yazan bu fakîrin, Akabe Bîatl'arı, Hudeybiye Musâlahası'ndaki bîat, Mekke Fethi'nde yapılan bîat, kadınların biâtı, hülâsa bütün Eshâb-ı Kirâm'ın Peygamber Efendimiz'e, münferiden, müctemian yaptıkları o bîatlar çok dikkatini çekmektedir. Zîrâ, Eshâb-ı Kirâm, Allah Rasûlü'ne gelerek ellerine sarılıp, bağlılık beyanında bulunup, söz vermişler, ahdü pîmân etmişler (antlaşmışlar); harpler olmuş, darpler olmuş, çok zor ve sıkıntılı anlar olmuş, fakat öyle büyük bir sevgi ve îmânla bağlanmışlar ki, ahidlerinden asla dönmemişlerdir. Onlar gibi bugünün müslümanlarının da Peygamberimiz'e, vârislerine ve O'nun Emîrlerine aynı itâat, sadâkat ve sevgi ile bağlanmış olmaları îcâbeder.
Mûbârek Kitâbımız Kur'ân-ı Kerîm'in dörtte üçü geçmiş kavimlerden, ümmetlerden ve peygamberlerden bahseder. Bu gösteriyor ki târihi bilmek şarttır. Bu şartın edâsı ve zaruretin giderilmesi için İslam Târihi mevzûunda birçok eserler yazılmışsa da, bilhâssa yetişme çağındaki müslüman çocuklarının ve herkesin, çok fazla mesâi harcamadan kolayca okuyup faydalanabilecekleri işbu Muhtasar İslam Târihi'ni hazırladık.
Yüce Mevlâ'nın izni ve lütfu ile hazırladığımız bu esere, Câhiliyye Devri (Fetret Devri) diye tasvir edilen, Peygamberimiz'den evvel dünyâ üzerindeki milletlerin hâllerinden; Mekke şehri, Kâbe-i Muazzama ve Zemzem Suyu'ndan behsetmekle başladık. Peygamberimiz'in dünyâyı teşrifleri, çocukluk, gençlik ve evlilik yıllarından bahsederek devam ettirdik.
Daha sonra, Peygamber Efendimiz'in peygamberliğinin başlamasından irtihâllerine kadar geçen yirmi üç senelik hayâtına yer verdik.
Kıyamete kadar cereyan edecek hâdiselerin birer nümunesinin zuhur ettiği o ibret verici, gözleri yaşartan, gönülleri çoşturan, İslâmi gayret ve cesaret ruhunu şahlandıran hâdiselerle dolu bu dönem, meselenin esas can alıcı nüvesini teşkil etmektedir.
Rasulüllah Efendimiz'in ve ilk müslümanların çektiği o ıstıraplar ve onların bunca ezâ ve cefâlara, İslam uğruna canlarını da ortaya koyup, sabredip, tahammül göstermelerini, yeri geldiğinde mallarını, mülklerini, yerlerini, yurtlarını ve herşeylerini terkedip Allah rızası için hicret etmelerini; Hz.Peygamberimiz ve Eshâbının İslâmı anlatıp, öğretme metodlarını; Eshâbı Kirâm'ın Peygamber Efendimiz'e ve O'nun emirlerine ne büyük bir sadakatla bağlanıp, itaat ve mutâvaat gösterdiklerini; Ensar ve Muhâcirîn arasındaki kardeşliği; muhârebelerde ve fetihlerde îman gücünün ve mutlak itaatın gâlibiyetini; müşriklerin, yahudîlerin ve her devirde eksik olmayan münâfıkların, İslam aleyhindeki entrika ve kalleşçe tuzaklarını; nihâyet, bütün bu hâdiselerin hülâsasının sözle de ifâdesi olan ve her müslümanın belleyip, hayâtında tatbik etmesi icâbeden Vedâ Hutbesi'ni bu bölümde zevkle okuyacak, hakîkaten o günleri yaşıyor gibi olacağınızı ümit ederiz.
Peygamber Efendimiz'in hastalanması, mübârek cesedinin dünyâ âleminden, âhiret âlemine intikâli; Rasulüllah'ın şekli ve şemâili ve mekârimi ahlâkından bahsetmekle bu eserin siyerinebii-i nebî kısmını bitirmiş olduk.
Son kısımda ise, Hulefâ-i Râşidîn dönemini hülâsa edip, İslam halîfeliğini devam ettiren Emevîler ve Abbâsiler döneminden kısaca bahsettik. İlk Müslüman Türk Devletlerine de yer verip, bunlar içerisinden Selçuklular, Timuroğulları ve hâlen dünyâ milletlerinin ismini işitince durakladığı, bizlerin de torunları olmakla iftihar ettiğimiz Yüce Osmanlı Devleti'nden biraz daha genişçe bahsettik. Bilhâssa Sultan Abdulhamid Han ve O'nun döneminden, O'nun cihanşümul siyâsetinden bahsetmeden geçemedik.
Böylece tamamladığımız bu eserin her okuyucu ve okutucuya, her gence ve her yaşlıya, hülâsa herkese fâideli olacağını ümit ve temenni ederiz.
Cenâb-u Hak rızâsına muvâfık kılıp, Fahri Kâinât'ın şefâatına mazhar eylesin. (Âmîn)
Hasan ARIKAN
Fihriste Dön
Gariplikler, acâiplikler ve zıdlıklar ülkesi olan Hindistan'da, İslâmiyet'in zuhûru sırasında yüzlerce emirlik ve hükümdarlık bulunmaktaydı. Kubta, Çanika ve Kumara hânedânları bunların en meşhurlarıydı. Örf ve âdetlerdeki aşırılık, sınıflar arasında derin ayrılıklar, kan ve soy taassubu ülkenin idâresine hâkimdi.
Hindistan, dînî ve ictimâî yönden târihinin en kötü dönemlerini yaşıyordu. Bilhassa Brahmanizm'in baskısıyla oluşan Kast sistemi, halkı âdeta mengene içinde ezmekteydi.
Halk, dört sınıfa ayrılmıştı: Din adamları (Brahmanlar), asker ve asiller, tüccar ve çiftçiler ve bir de hizmetçiler. Bu dört sınıf arasında çok büyük farklar bulunmaktaydı. Bir sınıftan diğerine geçmek yâ da diğer sınıfa mensup bir âileden evlenmek yasaktı. En üst sınıf olan Brahmanlar, zulümle diğer üç sınıfı yok etse bile suçsuz sayılırlardı. Çünkü, bütün günahları af edilmiş olarak kabul edilirlerdi.
Hindistan'da kadınların hiçbir önemi ve değeri yoktu. Kocası ölen kadın ya diri diri toprağa gömülür ya da kendisini yakardı. Dul bir kadının saygı görmesi şöyle dursun evlenmesi bile yasaktı. Kadınların iffetinden de söz edilemezdi. Bir adam karısını kumar masasında kaybedebilirdi.
İslâmiyetin zuhûru arefesinde karışıklık ve tam bir kaos hâlinde idi. Yerli olanlarla olmayanlar, farklı muâmeleye tâbi idi. İnsanlık ve adâlet zevkinden çok mahrumdular.
Çin'de kadınların hiçbir hakkı yoktu. Erkek, âile içerisinde olağanüstü bir güce sahipti. Eşini ve çocuklarını köle olarak satabilme veya istediği zaman öldürebilme hakkı vardı. Çocuklarına ve eşlerine çok nâdir olarak sofrasına oturma izni veriyorlardı.
Anneler için, kız çocuğu dünyâya getirmek, çok büyük ayıplardan sayılıyordu. Kız çocuğu bulunan bir evde, yeni bir kız çocuğu dünyâya gelir ve o âile de fakir olursa, o günahsız çocuk, ya kışın şiddetli soğuğunda ölmesi için dışarı atılır ya da ayılara ve vahşi hayvanlara yem olarak verilirdi.
Bu ülkeyi, halkın, (hâşâ) güneş tanrısının soyundan geldiğine inandığı bir imparator yönetiyordu. Japonlar, dünyâyı sâdece Japon Adalarından ibâret sanıyorlardı. Peygamberi, kitâbı ve ibâdeti olmayan Shinto (Şinto) dînine mensuptular. Atalarına, krallarına ve putlara tapıyorlar, bir takım delice hareketleri ibâdet kabul ediyorlardı. Ülke son derece ibtidâi gelenek ve göreneklere göre yönetiliyordu. Ancak, Japonlarda kadının nâmusu çok önemli idi. Ona yönelik herhangi bir saldırıda, kadının erkek akrabaları canlarını bile verirdi. Bir baba îdam ya da ateşte yakılma cezâsına çarptırılmışsa, onun ergenlik çağına gelmiş bütün erkek çocukları da aynı cezâya çarptırılıyordu. Bu çağa gelmemiş olanlar ise ergenlik çağına gelince sürgüne gönderiliyorlardı. Kız çocukları mîras alamazdı.
Altıncı asır Avrupası, cehâletin ve zulmün karanlığında, kanlı savaşlar içinde yaşıyordu. Avrupalılar ilim ve medeniyetten çok uzakta idiler. Ne onların dünyâ hakkında, ne de dünyânın onlar hakkında doğru dürüst bir bilgisi yoktu. Vücudları murdar, kafaları bir takım kuruntularla doluydu. Temizlikten ve su kullanmaktan çekiniyorlardı. Daha, kadının insan mı yoksa hayvan mı olduğu, ruhun ebedi olup olmadığı, insanların satma, satınalma ve mülkiyet haklarının olup olmadığı münâkaşa ediliyordu.
Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Orta ve Batı Avrupa'yı ellerinde bulunduran Frenkler, her bölgede kendilerine has kânunlar tatbik etmekteydiler. Eskiden batı medeniyetinin beşiği sayılan İtalya, haksızlığın, anarşi ve çöküntünün kurbanı olmuştu.
Britanya adaları ise beşinci asrın başlarında İngiller adıyle tanınan Alman asıllı Anglo-sakson deniz korsanlarının istilâsına uğramıştı. Hırsızlık ve çapulculukla meşgül olan bu korsanlar altıncı asırda tamamen yerli halkı mağlup ederek Britanya adalarına hâkim oldular. Bundan sonra buraya «ingiller ülkesi» mânâsına gelen İngiltere denilmeğe başlandı.
Bu dönem Avrupası hakkında Avrupalı mütefekkir ve müverrihlerin (târihçilerin) de çok ilginç tesbitleri bulunmaktadır. Bunlardan Robert Briffauld, şunları söylüyor: "Avrupayı beşinci asırdan altıncı asra kadar devam eden koyu bir karanlık kaplamıştı. Hem de giderek koyulaşan bir karanlık. Bu dönemdeki karışıklıklar eski dönemlerden daha korkunç ve daha karanlıktı. Çünkü Avrupa, yok olmağa mahkum, izleri tamamen silinmiş büyük bir medeniyetin kokuşmuş cesedine benziyordu."
Hülâsa, dünyânın her yerinde harpler, ırk, renk ve bölge ayırımları ve bu hususta saçma sapan peşin hükümler yüzünden insanlık bir sefâlet ve bunalım içinde idi.
İran ve Türklerle komşu olan bu imparatorluk, sukut hâlinde idi. Bizans'ın ictimâî ve ahlâkî durumu hiç de iç açıcı değildi. Bizans'da kokuşmuş bir ictimâî nizam vardı. Rüşvet ve yolsuzluk çoğalmış, vergiler kat kat artmıştı. Kumar, zevk ve sefâ peşinde enva'ı çeşit sefâhet almış yürümüştü. Taht ve mezhep kavgaları, sınıf mücâdelesi ve zulüm Bizans'ı batırdıkça batırıyordu. Seksen bin kişilik spor salonlarında bâzen insanlar bâzen de insanlarla yırtıcı hayvanlar arasındaki mücâdeleyi seyredip eğleniyor ve zevk alıyorlardı. Oyunları çoğu zaman kanlı olurdu. Verdikleri cezâlar tüyler ürpertecek kadar vahşet verici ve iğrençti.
Bizans'ın bir eyâleti olan Suriye, Bizanslıların ihtiras ve arzularını gerçekleştirmek için kullandıkları bir yük hayvanı durumunda idi. Bizanslılar, mahkum milletler için en ufak bir şefkat hissi duymazlardı. Borçlarını ödeyebilmek için çocuklarını satan Suriyeliler az değildi. Zulüm ve zorbalık artmış, köleler çoğalmıştı.
Bizans ve Orta Asya Türkleri ile devamlı harp hâlinde olan bu ülkede, taht ve saltanat kavgaları, siyâset entrikalarından ayrı olarak, avam ve zâdegân (asiller) sınıflarına bölünen halk; bâtıl Zerdüştlük dîninin ve onun yöneticilerinin, ismet ve iffeti ortadan kaldırmalarının verdiği ıstırap ve huzursuzluk içindeydi.
Târih boyunca birçok istilâlara uğramış bir ülkeydi. İranlılar, Büyük İskender ve Romalılar eskiden Mısır'ı istilâ etmişlerdi. Romanın koyu zulmü, Romalıların şiddetli tazyikleri karşısında Hristiyanlık Mısır'da yayılıyordu. Mezhep ihtilafları, din kavgaları almış yürümüş, halk bunlardan bıkmıştı. Ağır vergiler altında ezilen halk, İslam fâtihlerini halaskâr (kurtarıcı) olarak karşılayacaklardı.
Peygamber Efendimiz'den önce Araplar, bir kısım bâtıl zihniyet ve hurâfelerin te'siri altında Dîn-i Hanîf'i (hak dînini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Bâtıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelâde şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabîlelere ayrılmış, kabîleler arasında kan dâvâları zuhûr etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler ve harp hâlinde idi. Hakdan, adâletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, âcizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muâmelesi görüyordu.
Târih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Câhiliyye Devri)» adını verdikleri, cihânın zulmetle âlûde olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalâletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.
Allâhü Teâlâ tarafından, Yahûdîlere indirilen Tevrat'ta ve Hz.İsa'ya verilen İncil'de; âhir zamanda bir halaskârın, bir büyük Peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden ehli kitap olan Yahûdîler ve Hıristiyanlar O'nu bekliyorlardı. İşte O, âlemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.
Bütün dünyâ milletlerinin mânevî çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden, hakka daha saygılı ve mert bir milletti. Dünyâ milletlerinin her sâhada gerilediği bu devirde, Arabistan'da edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmî (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevîleri şiir yazmaz fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhâssa bedevîlerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı. Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhâssa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebî müsâbaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri şiirleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri şiirleri), aralarında en şerefli kabile olan Kureyş'e arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şâir ve edipler, mükâfatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kâbe'nin duvarına asılırdı. Fesâhat ve belâğat yönünden değer taşımayan şiirlere îtibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsâbakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kâbe duvarına asılmıştı. Târihte bu yedi şiire «Muallekât-ı Seb'a» [1] denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kays'a âit olup, O'nun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.
Câhiliyyet devrinde, Arapların belâğat ve fesâhata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalâlet ve cehâletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebî yönlerinin artması, Arapça'nın kemâle ermesi, muhakkak ki Allâhü Teâlâ tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitâb'ı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibâretti.
Araplar, asırlar boyunca mütekâmil dillerinin sâfiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünyâ milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan ârîdir.
Peygamber Efendimiz'den önce Arabistan'da edebiyatın çok ileriye gitmiş olması, Arapça'nın kemâle ermesi; Allâhü Teâlâ tarafından indirilecek kitâbın, kutsiyyet ve kıymetini bilip takdir etmelerine mâtufdu. Çünkü O Allah Kelâmı, fesâhat ve belâğatın insan gücüyle ulaşılması mümkün olmayan bir mûcizedir.
Arap yarımadasının ve bütün dünyânın kalbi olan Mekke-i Mükerreme'de Müslümanların namaz ibâdetini îfa ederken, yönlerini kendisine çevirmeleri Allâhü Teâlâ tarafından emredilen mübârek Kâbe'yi, Mevlâ'nın emriyle, Hz.İbrâhim, oğlu İsmâil Aleyhis'selâm ile binâ ettiler. Böylece, Mekke'de halkın ibâdeti için Beyt-i Harem kuruldu. Bu mübârek Kâbe; ibâdet edenler, rükû ve secde yapanlar için tertemizdi, içinde heykel, put vb. yoktu. Ancak, sonradan Araplar oraya, elleri ile yapıp taptıkları putları doldurdular. Etraftan gelen ziyâretçiler, bunlara kurban kesmeğe başladılar. Şirk aldı yürüdü.
Mekke, çok eski bir şehir olup Kâbe'yi ziyârete gelenler, orada ticâret de yaparlardı. Ziraat mümkün olmadığından, Mekke halkı zaman zaman etrafa ticâret kervanı gönderirlerdi. Mekke'den, Yemen'e ve Şam'a ticâret kervanları gidip gelirdi. Bu sâyede, Arabistan yarımadası içinde, Mekke, yüksek mevkîini almış, rakipsiz bir merkez olmuştu.
Çöl manzarası göstermesine rağmen Mekke'nin ehemmiyeti o kadar büyüktü ki, Roma ve Bizans imparatorları, Acem ve Habeş kralları, sırasıyle hepsi, bu şehri kendi arâzilerine bağlama teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Fakat, İslâmdan önce aldığı ismiyle, Ümmül Kur'a (şehirlerin anası) denilen Mekke, hiçbir zaman ecnebî işgâlinde kalmamıştır.
Fihriste DönMukaddes Kâbe'ye yapılacak hizmetler Hz. İsmâil'in sülâlesinden olan Hz. Peygamberimizimiz'in soyunda toplanmıştı.
Bu hizmetler şunlardır: Sigâye, imâre, rifâde, sidâne, i'sar, emvâl-ı muhcere, nedve, hılf-ül'fudul, liva', kıyâde. Bunların içinde sigâye, rifâde Huccâca, diğerleri Kâbe'ye âitti.
1- Sigâye: Kâbe'yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedarik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.
2- İmâre: Kâbe'nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle iştirak ederdi ve bu vazîfenin idâresi Ben-i Hâşim uhdesinde idi.
3- Rifâde: Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazîfe Nevfeloğulları tarafından îfa olunuyordu.
4- Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek. Bu vazîfe İzaroğullarında idi.
5- İ'sar: Her iş için fal oku çekmek ve neticesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Ben-i Cumh'a âit bir vazîfe idi.
6- Emvâl-ı Muhcere: Kâbe için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.
7- Nedve: Nedvedeki toplantılara başkanlık etmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Kâbe yanında inşa edilmiş olan Dâru'nnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli işleri görüşüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî törenler ve nikah akitleri burada yapılırdı.
8- Hılfü'l-Fudul: Fadıllar anlaşması, adâlet tevzîine nezâretle, zulüm ve fesâdın önüne geçmek için kararlaştırılmış bir kurulun alacağı kararlar. Bu kurul, Abdullah ibn-i Cüdâ'nın başkanlığında toplanırdı. Bir defasında onaltı yaşlarında iken, Peygamber Efendimiz de toplantıda bulunmuştu.
Bu mevzûda daha sonra Rasûlü Ekrem buyuruyor ki: "Abdullah ibn-i Cüdâ'nın evinde bir hılfe (bir ittifâka) şâhit oldum. Onun aynı için bugün de dâvet olunsam, bu dâvete icâbet ederim."
Bu toplantıda, Yemenli bir tüccarın malını alıp parasını vermeyen Mekkeli müşrik As ibn-i Vâil'e, borcu ödettirilmiş, bu zulüm önlenmiş ve bâ'demâ, böyle zâlimliklere meydan verilmeyeceğine karar alınmıştı.
9- Liva': Bayraktarlık vazîfesiydi. Harp zamanlarında bayrağı taşıyan vazîfeliler bulunurdu.
10- Kıyâde: Kumandanlık. Harp ve ticaret seferlerinde kafilenin başında kumandanlık edip onlara istikamet vermek. Bu vazîfe Ümeyyeoğullarının elindeydi.
Zemzem, Hz. Hacer'in Kâbe-i Muazzama'nın yanında susuzluktan kıvranmakta olan oğlu İsmâil için, su aramak maksadıyle defalarca Safâ ile Merve tepesi arasında koşup, çâresizlik içinde etrafına bakındığı bir zamanda, Kâbe'nin hemen yanından Allâhü Teâlâ'nın ihsân ettiği mübârek bir sudur. Hz.Hâcer, birbirine yakın Safâ ve Merve tepeleri arasında su aramak maksadıyle yedi defa koşmuş ve en sonunda, bir kuşun ayağının pençesi ve kanadıyle yeri kazdığını, oradan suyun çıktığını görmüş, koşarak gelip, suyun akıp gitmemesi için önüne bent (gölet) yapmış ve bu sudan kırbasını doldurarak oğluna içirmiştir.
İşte bu su bildiğimiz Zemzemi şerif olup, Mevlâmız kuşu vâsıta kılmak suretiyle lütfu İlahi olarak bu şifalı suyu müminlere ihsan buyurmuştur.
Zemzem ayakta, kıbleye dönülüp, Salavât-ı Şerîfe okunarak ve niyet edilerek içilir.
Hz.Peygamberimiz; "Zemzem ne için içilirse onadır" buyurmuşlardır.
Meselâ, bir insan karnı aç olsa da doymak niyetiyle içse doyar, susuz olsa da susuzluğum geçsin diye niyet ederek içse susuzluğu gider. En güzeli, «bütün dertlerime şifâ olsun, bana feyiz ve nur olsun diye niyet ederek içilmesidir.»
Vaktiyle Cürhüm kabîlesinden Mudad, Mekke'ye düşman saldırınca, kaçarken Kâbe'nin bütün hazînelerini Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprak seviyesinde tesviye ederek, belirsiz bir hâle getirmişti. Nice yıllar sonra, Rasulüllah Efendimiz'in dedeleri Abdulmuttalib gördüğü bir rü'ya ile Zemzem'i açıp meydana çıkardı, temizledi. İçinden zırhlar, kılıçlar ve altundan geyik heykelleri çıktı. Kuyu temizlenince eskisi gibi bol bol su kaynamağa başladı. Abdulmuttalib'in bu hizmeti çok makbûle geçti.
Fihriste DönKâbe'nin, Araplar ve kutsiyetini takdir edebilen herkes yanında müstesnâ bir ehemmiyeti vardı. Kurulduğu zamandan beri uzaktan yakından pek çok insan, O'nu ziyârete gelirdi. Bu sebeple, Mekke şehri, insanların toplandığı, kaynaştığı mühim bir ziyâret yeri, ayrıca mühim bir ticâret merkeziydi. Bunu bir türlü çekemeyen, Yemen'i müstemleke edinmiş olan Habeşistan kralı Ebrehe, San'a'da [2] büyük bir binâ yaptırdı ve etrafa haberler göndererek; "Bu insanlar niye gidip Arapların Kâbe'sini ziyâret ediyorlar? Buraya gelsinler, benim binâmı ziyâret etsinler, hem ben gelenleri burada yedirip içirip, gâyet güzel ağırlayacağım" dedi. Onun bu hareketi Araplar'ın, bilhâssa Kureyş'in çok ağırına gitti. İçlerinden birkaç kişi Ebrehe'nin binâsına geldiler.
Ebrehe onlara, -kendi mukaddes binâlarını bırakarak bana geldiler diye- çok hürmet gösterdi. Yedirdi, içirdi, o gece o binâda müsâfir etti. Fakat onlar geceleyin kalkıp, binâyı kirletip, kırıp döküp gittiler.
Sabahleyin durumu gören Ebrehe kudurdu. Gidip onların Kâbe'sini yıkacağım diye karar verdi. O günün zırhlı vâsıtası yerine geçen fillerden kurulu muazzam bir ordu hazırladı. En büyük filinin adı Mamud idi. Kâbe'nin görüldüğü Cebel-i Kubeys'e (Kubeys dağına) kadar geldi. Dinlenmek için orada konakladı. Bu esnada, orada otlamakta olan Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdulmuttalib'e âit ikiyüz deveye el koydu.
Bunun üzerine Ebrehe'nin yanına gelen Abdulmuttalib; "Burada otlamakta olan develerimi aşırmışsınız, onları istemeğe, almağa geldim, develerimi verin" dedi.
Ebrehe; "Demek benden sadece develerini istiyorsun, ben de Kâbe hakkında bana ricâda bulunacaksın sanmıştım" dedi.
Bunun üzerine Abdulmuttalib, ona; "Evet, ben develerin sâhibiyim, develerimi isterim. Kâbe-i Muazzama'ya gelince, O'nun sâhibi Hz.Allah'dır. O bilir Kâbe'sini korumasını." dedi.
Bu söz Ebrehe'nin vücudunda büyük bir titreme husûle getirdi ve hemen develeri verdi.
Abdulmuttalib develerini alıp Mekke'ye dönünce Kâbe'ye geldi. Beyt-i Şerîf-in siyah örtüsüne sarılarak ağladı. Allâh'a yalvardı: "Yâ Rabbî! Bizim elimizde o azgın Ebrehe'ye karşı koyacak güç yok, Kâbe'nin sâhibi Sensin, Beyt-i Şerîf'ini Sen koru yâ Rabbî!" diye duâ etti.
Ebrehe, konakladığı yerden ordusunu kaldırdı. Önde en büyük fil olan Mamud ve develeri Kâbe'ye doğru zorluyor, fakat Mamud ve develer yere çöküyorlar, bir türlü o tarafa gitmiyorlardı. Şam, Yemen, Irak cihetlerine döndürülünce hemen yürüyor, Kâbe'ye yöneltilince çöküyor, bir adım dahi atmıyorlardı.
Fihriste DönEbrehe, ordusunu Kâbe'ye saldırtmağa zorlarken, Cenâb-u Hakk serçeye benzer bölük bölük kuşlar halketti. Onları sürüler halinde Ebrehe'nin ordusu üzerine sevketti. Kuşlar, ayaklarında taşıdıkları, kırmızı çamurdan yapılmış, ateşte pişirilmiş, kime atılacaksa üzerlerinde ismi yazılı, nohut tanesi gibi taşları atı atıverdiler. Bu taşlar, Ebrehe ordusunun hepsinin tepesinden girdi, iç organlarını tahrip ederek, aşağısından çıktı. Hepsi de ölü ölüverdiler. Cenâb-u Hakk, Ebrehe'nin ordusunu yenmiş ekin tarlasına döndürüverdi.
Hâdiseyi gören Ebrehe kaçtı, sarayına geldi. Olanları oradaki adamlarına anlattı. Topal bir kuş da onu tâkibediyordu. O da taşını attı. Ebrehe de orada öldü.
Bu hâdise Peygamber Efendimiz'in doğumundan 50 veya 55 gün evvel vâki oldu.
1] [Kabe duvarına şiirleri asılan Muallekât-ı Seb'a şairleri; İmri-ül Kays, Nabigatü'z Zebyani, Züheyr ibni Ebi Sülma, Tarfetebni'l Abd, Anteretebni Şeddat, Algametebni Abde, Lebid ibni Rebia'dır.]
[2] [San'a, Yemen'de bir şehrin adıdır.]
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |