HAYBER'İN FETHİ  (Hicrî:7, M.:628)  

                Hayber, Medîne-Şam yolu üzerinde, bol hurmalı, iç içe kalelerle çevrili, münbit arâzisi bulunan, çok mühim bir yerdi.

                Hayber Yahûdîlerin elinde idi. Medîne'den çıkarılan Yahûdîlerin bir kısmı da, buraya gelip yerleşmişti. Burası, bütün Hicaz Yahûdîlerinin merkezi ve hisarlı bir kalesi durumunda idi. Bu Yahûdîler, İslâm'a karşı Mekkelileri dâimâ kışkırtmışlar, Hendek muhârebesini onlar tezgahlamışlardı. Ayrıca kendilerine yapılmış olan anlaşma tekliflerini de reddetmişlerdi. Medîne'ye hücum etmek için plân hazırlıyorlardı.

                Rasûlü Ekrem, Hudeybiye Musâlahası'ndan bir ay sonra, hicretin 7.yılında, düşman harekete geçmeden, hazırlık safhasında olan düşmanı yatağında bastırmak gâyesiyle, 1400 piyade, 200 süvâri olmak üzere 1600 kişilik bir ordu ile Medîne'den yola çıktı. Medîne-Hayber arasında 150 kilometrelik yolu, üç günde katettiler. Yolda, Eshâbı Kirâm yüksek sesle bağırarak tekbir getiriyordu. Peygamber Efendimiz; "Yavaş söyleyiniz. Siz uzak veya sağır bir varlığa hitap etmiyorsunuz. Zât-ı Kibriya size çok yakındır." buyurdu.

                Bu seferde Ümmü Seleme (R.A.) vâlidemiz de, Hz.Peygamberimizle beraberdi. Ayrıca, bâzı kadınlar da orduya iştirak etmişti. Peygamberimiz, onlara ne için geldiklerini sordu. Onlar da; "Askere yardım etmek, hastalara ilaç vermek, harp meydanında su dağıtmak için geliyoruz" dediler.

                Peygamber Efendimiz, memnun oldu. Onlar, harp meydanında âdeta seyyar birer hastahâne vazîfesi gördüler. Ganîmetten kendilerine de hisse verildi.

                Hayber'in, gâyet müstahkem yedi kalesi vardı. Bunlar Ketîbe, Naim, Şık, Gâmus, Nazaret, Sülâlim, Satîh adlarında idi.  

            Kalenin Muhasara Edilmesi

                Yahûdîler, Hz.Peygamberimiz'in anlaşma tekliflerini reddederek harbe karar vermişlerdi. Reisleri olan Sellam bîni Mişkem harp emrini verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, kaleyi muhâsara etti. Muhâsara günlerce sürdü. Fetih kolay olmadı. Yahûdîler çok iyi hazırlanmışlardı. Silahları da boldu. Bu harp, bir bakımdan şimdiye kadar yapılanların belki en şiddetlisi oluyordu. Kureyşliler de, Müslümanların gâlibiyetine ihtimal vermeyip, bu harbi büyük bir alâka ile tâkip ediyordu. Yahûdîler, bütün güçlerini ortaya koyuyorlardı. Satih ve Sülâlim kalelerine kadınları, Naim kalesine zâhireleri yerleştirmişlerdi.

                Muhâsara iki haftaya vardığı halde, bir netice alınamamıştı. Bu arada, Katafan Yahûdîlerinin de kaledeki Yahûdîlere yardıma gelecekleri haberi gelmişti.

                Peygamber Efendimiz, pek üzüldü. Kendine bir baş ağrısı ârız oldu. Hz.Ali'nin de bir gözü ağrıyordu. Katafanlılara bir birlik gönderildi. Onlar korktular gelemediler. İlk hedefi Naim kalesi teşkil ediyordu. Buraya yöneltilen hücumu, Mahmud ibn-i Mesleme idâre ediyordu. Hava sıcak olduğundan, Mahmud ibn-i Mesleme serinlemek için kale duvarı dibinde otururken, Yahûdî kumandanı Kinâne bîni Rebiğ (Hz.Safiye'nin eski kocası), Mahmud bîni Mesleme'nin başına bir taş yuvarlıyarak şehid etti. Harp uzuyor, çok çetin oluyor, bir türlü bitmiyordu. Peygamber Efendimiz, kaleyi feth için Hz.Ebû Bekr'i gönderdi. Fakat, muvaffak olunamadı. Daha sonra Hz.Ömer'i gönderdi. Yine muvaffak olunamadı. Yahûdîler, görülmedik bir direniş gösteriyor, yaptıkları huruc hareketleri ile onların kaleyi almalarını önlüyorlardı. Günler geçiyor, fetih bir türlü müyesser olmuyordu.

                Bunun üzerine Peygamber Efendimiz; "Bu sancağımı, yarın kaleyi kahır ve kahramanlıkla alacak, Allâh'ın ve Rasûlü'nün sevdiği bir bahâdıra vereceğim." buyurdu.  

            Sancağın Hz.Ali'ye Verilmesi

                Herkes, acaba bu kim olacak diyorlardı ki Peygamberimiz Hz.Ali'yi sordu. "Gözü ağrıdığından, çadırındadır." dediler. Çağırttı. Mübârek elleriyle gözlerini mesh etti, sığadı. Bir mûcize-i Peygamberî olarak o anda göz ağrısı gitti. Gözü açıldı. Kendisine büyük bir teveccüh ile sancağı verip feth için kaleye gönderdi.

                Hz.Ali, sancağı kaparak kaleye doğru koştu. Karşısına çıkan Yahûdîlerin başını uçurdu. Harp çok şiddetli oluyordu. Bir aralık Hz.Ali'nin kalkanı elinden fırlayıp düştü. O Allâh'ın arslanı, göğüsleyip kopardığı kale kapısını bir elinde kalkan gibi kullanarak, çarpışmağa devam etti. Nihâyet kale düştü. Hz.Ali, onu teslim aldı.

                Hz.Ali'nin koparıp kalkan olarak kullandığı bu kale kapısını daha sonra yedi kişi uğraşmışlar, fakat yerinden kaldıramamışlardır.

                Naim kalesi düştükten sonra, Hz. Ali kalelerin en kuvvetlisi olan Gamûs kalesine hücum etti. Bu kalenin kumandanı olan, Arapların bin cengâvere bedel dedikleri, meşhur Yahûdî kumandanı Merhab, silahlarını kuşanmış olduğu halde kendini metheden beyitler söyleyerek meydana atıldı.

                Buna karşı Hz.Ali mübâreze meydanına kükremiş arslan gibi atıldı. O da, azgın Yahûdî kâfire şu mısralarla cevap veriyordu:

                "Enellezî semmetnî ümmî Haydara,

                 Keleysî gâbâtin kerîhil manzara,

                 Ekîlüküm bis'seyfi keyles'sendera,

                 Et'anü birrumhi bütune'l kefere"

                                (Anam bana Haydar [1] ismini vermiştir,

                                 Ben, ormanların korkunç manzaralı arslanı gibiyim,

                                 Kılıncımla sizi sendere [2] kilesiyle kileler gibi yerim,

                                 Mızrağımı kafirlerin karınlarına pek yaman saplarım).

                Hz.Ali, kılıncını onun tepesine indirerek o azgın Yahûdîyi bir darbede yere serdi ve bihakkın Hayber Fâtihi ünvanını aldı.

                Yahûdî kaleleri art arda düşüyordu ki, Satih ve Sülâlim kalelerindekiler, çâresiz kalıp sulh istediler. Neticede Müslümanlara geçen arâzide, yalnız çiftçi gibi oturmaları ve her sene kaldırılacak mahsulün yarısını Müslümanlara vermeleri şartıyla mürâcaatları kabul edildi. Hayber'in fethinden sonra, teslim olan Yahûdîlerin bâzıları burayı terketti. Bâzıları da, yapılan sulh neticesi orada kaldılar. Buranın ziraat ve mahsul işlerini idâre etmek için Abdullah ibn-i Revvâha vâli tâyin edildi.

                Hayber kalesi fethedildiğinde, elde edilen ganîmet çok büyüktü. Binlerce eşya ele geçirildi. Hayber kalesinde, vaktiyle birçok kimsenin diline doladıkları, fakat bir türlü ele geçiremedikleri Yahûdîlerin gizli hazîneleri de bulundu. Gömülü olduğu yerden çıkarıldı. Katır derisinden bir tulum içerisinde ağzına kadar mücevherat dolu idi. Bu hazîne, Ali Hukayk'ın hazînesi idi. Bu hazîneden çıkan mücevherler onbin altın olarak kıymetlendirilmişti.

                Harpte Müslümanlardan 15 kişi şehid oldu. Yahûdîlerden 93 kişi öldürüldü. Kalanlar teslim oldu.  

            Bir Yahûdî Kadının Peygamberimiz'i Zehirlemek İçin Yaptığı Sûikast

                Yahûdîler, yenildikleri halde hâlâ düşmanlıklarını yapmak, yaymak ve sürdürmek istiyorlardı. O sırada, bir Yahûdî kadını Peygamberimiz'e, kızartılmış bir koyunu takdim ve hediye etti. (Bu koyun, zehir sanatını her milletten daha iyi bilen Yahûdîlerin, bütün ilimlerini kullanarak ölüm acılığına buladıkları, sûikast yemeği idi.)

                Peygamber Efendimiz, onu yemek üzere Eshâbıyla sofraya oturdu. Bir parça aldıktan sonra ağzından çıkarıp attı ve koyunun zehirli olduğunu, yememelerini söyledi. Fakat, bundan bir lokma yutmuş olan Eshâbdan Bişr, kurtulamıyarak öldü. Peygamber Efendimiz, zehrin te'sirinden kurtulmak için iki kürek kemiği arasından kan aldırdı.

                Peygamber Efendimiz, yıllarca «Hâlâ o Yahûdî kadının zehirleyip sunduğu koyun etinden ağzıma aldığım lokmanın acısını duyuyorum.» dediği olmuştur. Zehiri veren Yahûdî kadını, vefât eden Eshâbın yerine idam edildi.  

            Peygamberimiz'in Hz.Safiye İle İzdivâcı

                Esirler arasında, Yahûdî reislerinden Huyey'in kızı Safiyye bulunuyordu. Safiye'nin kocası, yine Yahûdî reislerinden Kinane bîni Rebiğ idi. Esir edildiğinde, Hz.Safiyye'nin yüzünün bir tarafı tokat beresi içinde idi. Bunun neden olduğu kendisine sorulduğunda; "Sizler kaleyi kuşattığınız gece ben bir rü'yâ gördüm. Şöyle ki; gökten bir ay indi ben onu kucakladım. Uyanınca kocama anlatmıştım. Canı sıkıldı. «Sen, Hicaz beyi Muhammed'e varmak mı istiyorsun» diyerek, yüzüme bir tokat vurdu. Yüzümdeki bu kara bere ondandır." dedi.

                O, Hayber içinde sözü geçen kadınlardan biri idi. Eshâbı Kirâm, ona dokunmadan, Rasûlü Ekrem'in yanına gelerek, bu kadının kendisine çok yakışacağını söylemişti. Rasûlü Ekrem de onların isteklerine uyarak, Safiyye'yi azad edip kendine zevce yaptı. Safiyye de buna çok sevindi. Mü'minlerin annelerinden biri olmak şerefine mazhar oldu. Hz.Safiye uzun zaman Rasûlü Ekrem'in yanında kalarak, O'na sadık bir zevce oldu.

                Hz.Safiyye, daha sonraları vaktiyle cereyan etmiş şu hâdiseyi anlatırdı: "Ben, babamın ve amcam Ebî Yâser'in çok sevgili çocuğu idim. Her ikisi de beni kollarının arasından indirmezlerdi. Bu muâmeleyi de ancak bana yapıyorlardı. Vakta ki, Allah Rasûlü, Medîne'ye gelip Kuba'ya indi. Babam ve amcam güneş doğmadan evden çıktılar, güneş batınca eve geldiler. Her ikisinin de renkleri solmuş, üzüntülü oldukları belli oluyordu.

                Ben, onlardan iltifat bekledim. Fakat, bana yüz vermediler. Amcam şöyle diyordu: «O mudur, O mudur?»

                Babam dedi ki; «Evet O'dur.»

                Amcam; «O'nu tanıyor musun?» dedi.

                Babam da; «Evet tanıyorum» dedi.

                Amcam, devamla dedi ki: «Sende ne oldu?».

                Babam da; «Bende şiddetli bir düşmanlık meydana geldi.» dedi."

                Hz.Safiyye'nin, baba ve amcasının, Peygamber Efendimiz'i, tanımalarına rağmen, îman etmeyip mahrum olmaları yanında kendisine erişen lütuf ne büyüktür, değil mi?  

            Arabistan Yahûdîlerinin İtaatı

                Hayber fethedildikten sonra, Peygamber Efendimiz, Fedek Yahûdîlerine haber göndererek, onlardan İslam hükümetine itaat etmelerini istedi. Onlar da, kan dökülmeden cizye vermeği kabul edip teslim oldular. Bunun gibi, Teyma Yahûdîleri de harpsiz cizye vermeği kabul ettiler. Huzur içinde memleketlerinde kaldılar. Vadilkurâ Yahûdîleri ise, İslam hükümetini dinlemeyip çarpışmağa kalkıştılar. Müslümanlar ağır basınca teslim oldular. Halkı ise yerlerinde bırakılıp Hayber'de yapıldığı gibi kendileri de vergi usulüne dâhil edildiler.

                Böylelikle Arabistan'daki bütün yahûdîlere boyun eğdirildi. Yahûdî meselesi hallolunca, şimalden gelecek tehlike önlendiği gibi müşriklerin de kolu, kanadı kırılmış oldu. Müşrikler, müslümanlara hücum için el uzatacak veya arkalarından sürükleyecek kimse bulamıyordu. Artık müslümanlardan korkmayan ve onların haberleri olmaksızın bir iş yapan kalmamıştı.  

            Hayber'in Fethi Esnâsında Teşrî Kılınan Hükümler

Pençeli yırtıcı hayvanların ve avlarını yakalayıp parçalayan vahşi hayvanların etinin yenmesi haram kılınmıştır.

Merkep ve katır etlerini yemek yasak edilmiştir.

Harpte esir düşen kadınlarla üç ay geçmeden hemen münasebette bulunmak yasak edilmiştir. (Bu gibi kadınlara üç ay mühlet verilmesi, hâmileliklerinin anlaşılması içindir. Bu kadınlar hâmile iseler hâmillerini vaz edinceye kadar onlara yaklaşılmaması bildirilmiştir. Fıkıh kitaplarında buna, «istibra» denir.)

Altın ve gümüşü kıymetinden fazlası ile alıp satmak, yâni fâiz men olunmuştur.

Müt'a nikahı (muvakkat nikah) da Hayber'den sonra yasaklanmıştır.  

          UMRE HACCI VE KÂBE'Yİ ZİYÂRET   (Hicrî:7, M.:629)  

                Bir sene önce yapılmış olan Hudeybiye anlaşması gereğince, Müslümanlar bu yıl Kâbe'yi ziyâret edeceklerdi. Hicretin yedinci yılı, Zilkâde ayı girince, Peygamber Efendimiz Eshâbına, Kâbe'yi ziyâret için hazırlanmalarını söyledi. Bütün Müslümanlar buna çok sevindiler. Zâten iştiyakla bekliyorlardı. Bilhâssa Muhâcirler, yedi senedir ayrıldıkları ana-baba diyârına kavuşacaklar, elemli ve acı günlerde terkettikleri Mekke'ye girip, Mescîd-i Harâm'ı serbestçe ziyâret edeceklerdi.

                Peygamberimiz, Medîne'de, Ebû Zer-i Gıffari (R.A.)'ı yerine vekil bırakarak, çocuklar ve kadınlardan başka 100'ü atlı, 2000 kadar mü'min ile Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıktılar. Kurban etmek için 60 tane deve de aldılar. Anlaşma gereğince Mekke'ye silahlı giremeyeceklerinden, yanlarında sâdece kınlarında sokulu birer kılınç bulunuyordu. Hz.Peygamberimiz, her ihtimale karşı, yanına yedek olarak 100 de at almıştı. Çünkü, müşriklerin ne zaman ne yapacakları belli olmazdı. Fahri Kâinât önlerinde, yine Kusvâ adlı devesi üzerinde gidiyorlar. Peygamber Efendimiz'in devesini, şâir, Abdullah ibn-i Revvâha çekiyor ve devenin önünde beyitler okuyordu. Hepsi çok sevinçli ve heyecanlı idiler.

                Mekke'den ne şartlar altında ve kaç kişi çıkmışlar! Şimdi ise kaç kişi olarak Mekke'ye giriyorlardı!.

                Kureyşliler, anlaşma gereğince şehri boşaltmışlar, tepelere çekilmişlerdi. Ağaçların ve kurdukları çadırların altından, Müslümanların heybetle Mekke'ye girişini seyrediyorlardı.

                Müslümanlar kurbanlık develeri en öne sürmüşlerdi. Mekke'ye girdikleri zaman, içlerinde beliren heyecanlarını yenemeyeceklerinden korkan Muhâcirler; topraklarına, mukaddes diyâra kavuşmanın sevincini yaşıyorlardı. Nihâyet, Beytullah (Kâbe) görünmüştü. Müslümanlar duâ ediyor ve hep bir ağızdan söyledikleri "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk... (Allâhım, bütün itaatımız, sevgi ve güvenimiz Sanadır.)" sedâlarıyla yer yerinden oynuyordu.

                Bütün kalpler Allâh'a yönelmişti. Artık düşüncelerde ne müşrikler ne de bir başkaları vardı. Sadece, Allâh'ın rızasını düşünüyorlar ve O'na kulluk ve ibâdet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

                Mekkeliler, Medîne havasının Müslümanları güçsüz ve zayıf düşürdüğünü, onlara yaramadığını zannederek bu hususta dedikodu çıkarıyorlardı. Onların bu zanlarının yanlış olduğunu, Müslümanların zayıf ve güçsüz olmayıp gâyet sıhhatli, güçlü ve zinde olduklarını göstermek için Fahri Kâinât Efendimiz; Kâbe'nin etrafında ilk üç tavafın, başı dik bir halde, sert ve hızlı adımlarla, heybetli olarak yapılmasını emretti. "Bugün kendini kuvvetli gösterene, Allah rahmet etsin" buyurdu.

                Peygamberimiz ve Eshâbı, usûlu vechiyle Kâbe-i Muazzama'yı tavaf ettikten sonra, Safa ve Merve tepeleri arasında Sa'y yaptılar. Sonra kurbanlarını kesip, tıraş olup ihramdan çıktılar. Bilâl-i Habeşi, o tatlı ve gür sesiyle Kâbe'de ezân okudu. Mekke ilk defa ezan sesi duyuyordu. Ufuklar tevhid ve ezan sedalarıyla çınladı. 2000 müslüman Beytullah'ın etrafında cemaatle namaz kıldılar. Muhâcirler eski yerlerini, evlerini barklarını gezip dolaştılar. Akrabalarıyla görüştüler. Ensardan olan kardeşlerine de, eski yerlerini gezdirip gösterdiler, "İşte bizim yerlerimiz buralar idi" dediler.

                Müslümanların hepsi sukün ve asâyiş içinde idi. Hiçbir müessif hâdise olmadı. Ne temiz insanlar! İçki içeni yok, küfredeni, kötü söyleyeni yok! Birbirlerine karşı gâyet mütevâzi, kardeşçe, çok candan muâmele ve davranış içinde! Ne güzel ahlâkları var! Fahri Kâinât, aralarında bir güneş, bir ay gibi parıldıyor, dolaşıyor! Abdest alıyorlar, topluca namaz kılıyorlar, duâ ediyorlar.

                Müslümanların bu hâllerini gören Mekkeliler, hayranlıktan kendilerini alamadılar. Böylece, Müslümanlar bu âlicenap halleriyle Mekke'den önce, Mekkelilerin kalplerini fethediyordu. Bâzıları dayanamadı, Müslüman olmağı içine koydu ve Müslüman oldu. (Hâlid ibn-i Velid, Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha gibi.)

                Bu ziyâretle, Peygamber Efendimiz'in, Hudeybiye vak'asından önce görmüş olduğu rü'yâ, aynen vuku' bulmuştu. Bütün Müslümanlar, Rasûlü Ekrem'in büyüklüğüne ve O'nun, Allâh'ın elçisi olduğuna bir daha cânü gönülden inanmışlardı. Ayrıca bu hâdise, bize, rü'yânın hak olduğuna bir delil olarak kâfi gelir. Yûsuf (A.S.)'ın onbir yıldızın, güneşin ve ayın kendisine secde ettiğini gösteren rü'yâsı, kırk sene sonra tahakkuk etti. Halbûki, Allah Rasûlü'nün rü'yâsı bir sene sonra hakîkat oldu.

                Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması gereğince, Mekke'de üç gün kaldıktan sonra Medîne'ye döndüler. Dönerken, «Seyyid-üş-Şühedâ (Şehitler Efendisi)» Hz.Hamza'nın küçük kerîmesi Ümâme; "Amca! Amca! Beni bırakma!" diyerek Hz.Peygamberimize atıldı.

                Ümâme'yi, evvelâ Hz.Ali kucağına aldı.

                Câferî Tayyar ileri atılarak; "O'nu ben himâyeme alıp yetiştireyim" dedi.

                Bunun üzerine Rasûlüllah'ın emriyle Câferî Tayyar'ın zevcesi olan, (Ümâme'nin teyzesi) Esma'ya verildi. Peygamber Efendimiz; "Teyze, anne gibidir." buyurdu.  

            Amr'ibn-i As ile Hâlid ibn-i Velid'in Müslüman Olmaları

                Peygamber Efendimiz, Eshâbıyla Medîne'ye döndüler. Müslümanların tutum ve vakarlarının câzibesine kapılan Kureyş'in büyük süvârisi Hâlid ibn-i Velid, Kureyş'e şöyle seslendi: "Aklı başında olan herkes artık anlamıştır ki, Muhammed (S.A.V.) öyle sâhir ve şâir değildir. O'nun söylediği şeyler Allah Kelâmıdır. Aklı başında olan herkes O'na tâbi olmalıdır."

                Ebû Cehil'in oğlu Ikrime, bu sözleri işitince; "Ey Hâlid! Sen de mi atalarının dîninden dönüyorsun, sâibî (yıldıza tapan) oluyorsun?" dedi.

                Hz.Hâlid şöyle cevap verdi: "Hayır! Ben sâibî değil, Müslüman oluyorum."

                Ikrime; "Kureyş içinde, bu sözü söylemem icap edenlerden bir kimse varsa, o da sensin. Çünkü Müslümanlar babamın şerefini çiğnediler. Amcanın oğlunu Bedir'de öldürdüler. Yemin ederim ki, ben senin durumunda olan bir kimsenin böyle şeyler söylemesini hiç beklemezdim." deyince,

                Hz.Hâlid, şu keskin cevabı verdi: "Bunlar, hep taassup ve câhiliyyet eseri şeylerdir. Ben, ancak, hakîkatı gördükten sonra Müslüman oluyorum."

                Hâlid ibn-i Velid, Rasûlü Ekrem'e kısraklar göndererek Müslüman olduğunu bildirmişti. O'nun Müslüman oluşu Kureyşlilerden hiçkimsenin hoşuna gitmiyordu. Ebû Süfyan, O'nun Müslüman olduğunu duyunca küplere binmişti. Hemen O'nu huzuruna çağırdı; "Aldığım haber doğru mu?" diye sordu.

                Hâlid ibn-i Velid; "Evet! Doğrudur." cevabını verince;

                Ebû Süfyan; "Lât ve Uzza nâmına yemin ederim ki, doğru söylediğine inansaydım, Muhammed'den önce seni öldürürdüm." dedi.

                Hz.Hâlid, ısrar edip duruyordu; "Doğru söylüyorum. Senin mâni olman, hiçbir şeyi değiştirmez. Ben müslüman oldum. Gerçek dînin Müslümanlık olduğuna inanıyorum. Şimdiye kadar boşuna muhârebelere katılmışım." diyordu.

                Ebû Süfyan, O'nun üzerine atılmak istediyse de Ikrime mâni oldu. Çünkü, Mekke'nin durumunu biliyorlardı. Şehirde Müslüman olmağa başlayan halk, putlara tapanlara nefretle bakıyordu.

                Hz.Hâlid, bir pervane gibi, herkesin koştuğu o ebedî nûra koştu ve Medîne yolunu tuttu. Yolda, Arap dâhilerinden olan Amr ibn-i As'a rastladı. Amr, O'na nereye gittiğini sordu. Hâlid de; "Müslümanlığı kabule gidiyorum. Ben artık kat'iyetle anladım. Vallâhi, O hak Peygamberdir. Daha ne diye duralım." dedi.

                Amr; "Ben de aynı fikirdeyim ve buna karar vermiş bulunuyorum." dedi. 

                İkisi beraber yola koyularak Medîne-i Münevvere'ye vardılar. Dün, şirk ordusunun başında İslâma karşı duran bu iki adam, şimdi Medîne'ye gelmiş, Medîne sokaklarında ilâhi nûra kavuşmuş olarak dolaşıyorlardı. Hâlid, Kureyş'in süvari kumandanı idi. Uhud harbinde Kureyş mağlub olmuşken, gâlip mevkiine getiren O'dur. O, böylece bir başbuğdur. Allah Rasûlü'nün huzuruna girdiler.

                Kâinâtın büyük Peygamberi, Hz.Hâlid'i görünce; "Seni bize hediye eden Allâh'a hamdolsun. Sende hayra götüren bir aklı keşfetmiştim..." dedi.

                Hz.Hâlid; "Yâ Rasûlellah! Bana İslâmı tâlim et. Allâh'a benim için duâ et." deyince,

                Allah Rasûlü şöyle buyurdu: "İslâm'a girenin geçmiş günahları affolur." Sonra da, Allâh'a O'nun için duâ etti. Allâh'ın Rasûlü O'na, «Seyfullah (Allâh'ın kılıncı)» adını verdi.

                Hz.Hâlid'le beraber Amr ibn-i As ve Osman ibn-i Ebi Talha İslâm'ın nûr halkasına katıldılar. Böylece de İslâmın şevket ve kudreti kat kat kuvvetlendi ve Mekke'nin fethi tahakkuk etti.

          MU'TE MUHÂREBESİ (Hicrî:8, M.:629)  

                Mu'te, Şam civarında bir yerdir. Hicretin sekizinci senesinde, Müslümanlar ile Rumlar (Bizans) arasında ilk muhârebe burada olmuştur.

                Peygamber Efendimiz'in meliklere, devlet idârecilerine gönderdiği elçiler ağırlanıyor, hediyelerle geri gönderiliyorlardı. Bunlardan, Rumlara (Bizans'a) bağlı Basra melikine (idârecisine) elçi olarak gönderilen Hâris ibn-i Umeyr ve arkadaşları, diğer elçilerin gördüğü hoş karşılanma ve iyi muâmelenin aksine, sûikasta mâruz kaldı. Bu beldenin, Şurahbil adındaki idârecisi, kendisine gönderilen Hâris başkanlığındaki elçiler heyetini şehîd etti. İçlerinden ancak bir kişi kaçıp kurtulabildi. Durumu gelip Rasûlüllâh'a haber verdi.

                Rasûlü Ekrem, elçilerinin öldürülmesine çok üzülmüştü. Başka hiç kimse elçilere dokunmadığı halde, onların elçiyi öldürmeleri çirkin bir tecâvüzdü. Devletler hukukuna aykırı bir hareketti.

                Bunun üzerine, Zeyd ibn-i Hâris kumandanlığında 3000 kişilik bir ordu hazırlandı. Sancak Zeyd'e verildi. Zeyd, âzad edilmiş bir köle idi. Eshâbın ulularının bulunduğu bir ordunun başına O'nun kumandan getirilmesi, İslâmın getirdiği müsâvaatın bir örneğidir. İslâmda rütbe ve şahıs farkının olmayıp şeref ve mezâyaada eşitliğin bir örneğidir. Bu, eşitlik prensibinin tatbikatıdır. Prensipler mücerret halde kalırsa, bir şey kazandırmazlar, kuru laftan ibâret kalır.

                Hz.Peygamberimiz, sancağı Zeyd'e teslim ederken şöyle dedi: "Eğer, Zeyd şehid olursa yerine Câfer ibn-i Ebi Tâlib geçsin. O da şehid olursa yerine Abdullah ibn-i Revvaha geçsin. O da şehid olursa vakit geçirmeden, aranızdan bir kumandan seçin."

                Rasûlü Ekrem, orduyu Medîne dışındaki Seniyyet'ül Vedağ mevkiine kadar uğurladı. Son olarak, kendilerine tenbihatta bulunarak; "Allâh'ın ismiyle, Allâh'ın düşmanlarıyla ve düşmanlarınızla harp ediniz. Yolda nefislerini Allâh'a vermiş insanlar bulacaksınız, onlarla dövüşmeyin. Kadınları, çocukları ve ihtiyarları öldürmeyin. Ağaçları kesmeyin. Binaları yıkmayın." buyurdu.

                Şurahbil, Müslümanların kendisine doğru geldiğini öğrenince tedbirlerini almağa başladı. Kendi kuvvetlerini kâfi görmeyerek, Bizans hükümdarı Kayser'den yardım ve takviye kuvveti istedi. Şam'da bulunan Rumlar ve onlara tâbi olan Araplar, Müslümanlara karşı koymak için çelik elbiseli ve silahlı 200,000 kişilik bir ordu meydana getirmişlerdi.  

            Muhârebenin Başlaması

                Müslümanlar, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Mu'te denilen bölgeye gelmişlerdi. Rumları, tahminlerin fevkinde, çok kalabalık bir halde toplanmış buldular. Bu durumda Müslümanlar, tereddüte düştü. «Allah Rasûlü'nden takviye kuvveti mi istensin yoksa harbe gidilsin mi?» gibi ihtimaller tartışıldı.

                Abdullah ibn-i Revvâha şöyle dedi: "Ey kavim! Biz niçin çıktık? Biz, ya kahramanca dövüşerek şan kazanırız, yahut, Hak uğrunda şehid oluruz. Her ikisi de bizim için hayırlıdır. Yâ zafer, yâ şehidlik...".

                Bu hâl ordunun çok hoşuna gitti. Bunun üzerine harbe atıldılar. Zeyd ibn-i Hâris ordunun kumandanı, bütün Müslümanlar O'nun çevresinde kılınç sallıyorlardı. Zeyd (R.A.), kendisine verilen vazîfenin kutsallığını biliyor, olanca gücüyle savaşıyordu. Ama, atılan mızraklardan biri O'nu gelip bulmuştu. Yere yıkıldığı zaman, sancak hâlâ elinde idi. Onu bir türlü bırakmak istemiyordu ve şöyle diyordu: "Ey güzel cennet! O'na yaklaşmak ne iyi, O'nun şerbeti ne kadar tatlı ve güzeldir!"

                Daha sonra sancağı Câfer ibn-i Ebi Tâlib aldı. Câfer (R.A.), elindeki sancağı canı gibi kolluyordu. Düşman her yerden O'nu kuşatmıştı. Yılmadan düşmanla dövüşmeğe devam ediyordu. Nihâyet, atından inip kılıncını çekerek nefsini koruyor, bu arada birçok kelleleri de uçuruyordu. Sancak sağ elinde idi. Müşriklerden biri ansızın Câfer (R.A)'ın elini kesti. Câfer (R.A.) diğer eliyle onu hakladıktan sonra sancağı sol eline aldı. Bir başka müşrik, sol elini de kesince, sancağı kolları arasına aldı. Sayısız yara alan Câfer (R.A.) şehid oldu.

                Daha sonra sancağı, Abdullah ibn-i Revvaha alarak düşmanın üzerine hücum etti. Düşman saflarını yardı ve düştü. Üzerine çullanan kafirler tarafından şehîd edildi. O şehid olunca Müslümanların ordusu dağılmağa başlamıştı ki Utbe ibn-i Amr ordunun önüne geçerek şöyle seslendi: "Ey Kavim! İnsanın zulmetle ölmesinden düşman karşısında ölmesi daha hayırlıdır."  

            Hz.Hâlid ibn-i Velid'in Kumandan Oluşu ve Harp Dehâsı

                Abdullah ibn-i Revvaha şehid olunca sancağı Sabit ibn-i Akram almıştı. Sabit sancağı alır almaz mücâhitlerin önüne geçerek yere dikti. "Ey insanlar! Ey Ensar hânedanı! Bana doğru geliniz." diye seslendi.

                Müslümanlar her taraftan O'nun etrafında toplandılar.

                Sabit; "Ey Müslümanlar cemâatı! Siz, içinizden birini kendinize seçiniz ve O'nun çevresinde toplanınız" dedi.

                Mücahitler; "Biz seni kumandan seçtik, sana razıyız" dediler.

                Sabit ibn-i Akram; "Ben bu işi yapamam" dedi. Hâlid ibn-i Velid'e bakarak; "Ey Ebû Süleyman al şu sancağı" dedi.

                Hâlid ibn-i Velid; "Ben bu sancağı senden alamam, sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü daha yaşlısın ve Bedir harbinde bulunanlardansın."

                Sabit ibn-i Akram; "Ben bu sancağı ancak sana vermek için aldım." dedi ve Hâlid ibn-i Velid'in vereceği cevabı beklemeden hemen oradaki Müslümanlara dönerek; "Hâlid'i kumandan seçmek hakkında görüş ve söz birliği ediyor musunuz?" diye sordu.

                Bütün Müslümanlar hep birlikte; "Evet" dediler.

                Müslümanlar, Hâlid ibn-i Velid hakkında, böyle görüş ve söz birliğine varınca Hâlid ibn-i Velid sancağı alıp, hemen ordusuna çeki düzen verdi. Bundan sonra bozulan ordu Hâlid ibn-i Velid'in etrafında toplanmağa başladı. Hz.Hâlid, harp dehâsıyla üçbin kişiyi, 200 bin kişiye karşı toparladı. Müslümanların dağılmasını önledi ve cepheyi tuttu. O gün vaziyeti bu şekilde muhafaza etti. Karanlık bastığında askerlerin yerlerini değiştirdi. Okçuların yerlerini başka yere, başka yerdeki Müslümanları okçuların yerine, öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sol cenahtakileri sağ cenaha, sağ cenahtakileri sol cenaha, sağdakilerin bir kısmını da tepenin arkasına, pusuya yerleştirdi.

                Ertesi gün, muhârebe tekrar başladı. Düşman, tanımadığı askerleri karşılarında görünce yeni kuvvetler geldiğini zannederek morelman çöktü. Geri çekilmeğe başladılar. Artık, 200 bin kişilik müşrik ordusu bozulmağa, çil yavrusu gibi kaçışmağa başlamıştı. Hz.Hâlid ve ordu onları tâkip etmeğe başladı. Hâlid ibn-i Velid'in maksadı, Müslümanları buradan sağ sâlim kurtarmaktan ibâretti. Yoksa onları tamamen ortadan kaldırmağa imkan yoktu.

                Hz.Hâlid'in sahraya doğru gideceğini zanneden düşman, harp meydanını tamamen terketmek zorunda kaldı. Böylece Hz.Hâlid'in harp taktiği ile Müslümanlar zafere kavuşmuş oluyordu.

                Mu'te'de, bu şiddetli muhârebeler vukua gelirken, bir mûcize olarak, Peygamber Efendimiz manzarayı gözü önünde gibi görüyor ve Eshâbına olup bitenleri haber veriyordu. Duruma mânen muttali olan Rasûlü Ekrem, mescidinde Eshâbına durumu açıklayarak;

                "Zeyd ibn-i Hâris şehid oldu, Câfer ibn-i Ebi Talib de şehid oldu, daha sonra Abdullah ibn-i Revvâha da şehid oldu. Hâlid ibn-i Velid şu anda kumandanlığı eline aldı." deyince bütün Eshâbın yüzü güldü. Çünkü onun, harp sanatını herkesten güzel bildiğini biliyorlardı.

                Bu harpte ilk şehid Zeyd idi. Rasûlüllah, Zeyd'in kızını görünce gözyaşlarını tutamadı. Zeyd'in kızı O'na; "Yâ Rasûlellah! Sen de mi ağlıyorsun?" deyince,

                Rasûlüllah; "Bu, dostun dost için gözyaşı dökmesidir." buyurdu.

                Peygamber Efendimiz, Câfer (R.A.)'ın ölümüne çok üzüldü. Bu musîbetli günlerinde, Câfer âilesine yemek yapıp göndermelerini kendi âilesine tembih etti. Böylece musîbetli günlerde Müslümanların komşularına bakıp gözetmeleri buradan kaldı.

                Rasûlü Ekrem, Câfer (R.A.) için şöyle buyurmuştu: "Onun kesilen iki eline karşılık, Cenâb-u Hakk O'na iki kanat verdi. Gördüm ki melekler ile birlikte uçuyordu".

                Bundan dolayı, kendisine Câferi Tayyar dendi.  

          BÜYÜK FETİH  (Hicrî:8, M.:630)  

            Hudeybiye Anlaşması'nın Bozulması

                Hudeybiye Musâlahası'nda, Mekkelilerle anlaşma şartlarından biri de; "Araplardan herhangi bir kabîle, isterse Müslümanlara isterse Kureyş'e iltihak edebileceklerdir." idi. Böylece, benî Bekir kabîlesi Kureyş'i, Huzaa kabilesi de Allâh'ın Rasûlü'nü seçmişti. Biri Kureyş'in diğeri de Allah Rasûlü'nün ahd ve himâyesi altına girdi. Câhiliyet devrinde, bu iki kabîle arasında şiddetli bir husûmet vardı. İslâm'ın zuhûru ile bu ateş söndü.

                İyice sükûnetin yerleştiği sırada, bir gün Bekiroğullarından birisi Rasûlüllah'ı hicveder mahiyette bir şeyler söyledi. Bunu duyan Huzaa'lı birisi kalktı onu dövdü. Bu hâdise, gizli kinleri harekete geçirdi. Bunun üzerine, benî Bekir kabîlesi Kureyş'den de yardım isteyerek, benî Huzaa'ya hücum ettiler. Kureyş de onlara gizlice asker ve diğer yardımlarda bulundu. Benî Bekir kabîlesi, Huzaalılardan yirmi kişiyi öldürdü. Böylece Kureyş, Hudeybiye anlaşmasını bozmuş oldu.

                Bunun üzerine Huzaalılardan Amr ibn-i Sâlim başkanlığında 40 kişilik bir heyet Medîne'ye geldi. Amr ibn-i Sâlim, doğruca Rasûlüllah'ın huzuruna çıkarak, olup bitenleri anlattı. Yapılanları bir şiirle dile getirerek meâlen dedi ki:

                "Yâ Rasûlallâh! Kureyşliler, sana verdikleri sözde durmadılar. Seninle yaptıkları ahdü mîsâkı bozdular. Bizi, Mekke'nin aşağı tarafındaki yerimizde gözetleyip gâfil avladılar. Halbûki onlar, çok zayıf ve önemsiz, sayıca da çok azdılar. Benim kimseyi yardıma çağırmayacağımı sandılar. Bizi Vetir'de, geceleyin uykuda iken bir de baskına uğrattılar. Bizi, rukû ve secde hâlinde namaz kılarken bile öldürdüler.

                Allâh'ın Sana vermiş olduğu selahiyetle bize yardım et, destek ol, Allâh'ın kullarını çağır, acele gelip imdadımıza yetişsinler. İçlerinde Allâh'ın Rasûlü de olduğu, yapılan zûlme öfkesinden renkten renge girdiği, savaşmağa hazırlandığı ve büyük bir ordunun başına geçmiş bulunduğu halde, denizler gibi köpükler saçarak akıp gelsinler."

                Peygamber Efendimiz, Amr ibn-i Sâlim'in bu şiirini dinledikten sonra ridasının eteğini toplayarak, ayağa kalktı ve kalkarken de; "Varlığım kudret elinde bulunan Allâh'a andolsun ki kendimi ve ev halkımı koruduğum şeylerle bunları da koruyacağım. Huzaalılar Bendendir. Ben de Huzaalılardanım. Ey Amr ibn-i Sâlim! Sen yardım edilmiş oldun." buyurdu.

                Rasûlü Ekrem, müşriklerin yapmış oldukları bu işe çok üzüldü. O, antlaşmanın böyle bitmesini istemiyordu. Hemen Kureyş'e bir elçi gönderip şu tekliflerde bulundu: "Bundan sonra derim ki, siz; ya benî Bekr'le olan ittifakınızdan vazgeçer geri durursunuz, ya da Huzaalılardan öldürülenlerin diyetlerini ödersiniz. Bunlardan birisini yerine getirmeyecek olursanız sizinle harp edeceğimi bildiririm."

                Kureyş, yerine getirilmesi istenen şartları kabul etmeyerek, Hudeybiye musâlahasını bozmuş olduklarını açıklamış oldular. Bu, savaş demekti.

                Peygamber Efendimiz'in elçisi Zamra geri dönerek, Kureyş müşriklerinin söylediklerini Peygamber Efendimiz'e haber verdi. Daha sonra Kureyş müşrikleri, kendi ahâlîlerinin harp etmek istemediklerini görünce elçiyi bu biçimde reddettiklerine pişman oldular.

                Bunun üzerine, Ebû Süfyan'a; "Muâhedeyi yenile! Mütâreke süresini uzat" diyerek, onu Peygamber Efendimiz'e gönderdiler.   

            Ebû Süfyan'ın Peygamberimiz'e Mürâcaatı

                Ebû Süfyan olup bitenleri Medîne'ye hiçbir kimse haber etmedi zannıyla, anlaşmayı kuvvetlendirmek ve müddetini uzatmak için azadlı kölesiyle birlikte Medîne'ye geldi. Kızı ve Peygamber Efendimiz'in zevcesi Hz.Ümmü Habîbe'nin evine girdi. Peygamber Efendimiz'in döşeğine oturmak için yönelince, Hz.Ümmü Habîbe döşeği hemen dürüp, babasının ona oturmasına engel oldu.

                Ebû Süfyan; "Ey kızcağızım! Sen bu döşeği benden mi esirgiyorsun, yoksa beni bu döşekten mi esirgiyorsun? Anlayamadım." dedi.

                Hz.Ümmü Habîbe; "Hayır, bu Rasûlüllah'ın döşeğidir. Müşrik onun üzerine oturamaz. Sen ise müşrik ve necis olan bir kimsesin. Bunun için, seni Rasûlüllah'ın döşeğine oturtmak istemedim!" dedi.

                Bunun üzerine Ebû Süfyan, kızarak ve şöyle diyerek onun yanından çıktı: "Vallâhi, ey kızcağızım! Benim evimden ayrıldıktan sonra sen çok değişmişsin. Sana şer isabet etmiş."

                Ebû Süfyan gazap hâliyle çıkadursun, kızı Ümmü Habîbe'ye şer değil bir çok hayırlar isâbet etmişti. Çünkü mü'minlerin annesi olmuştu. Peygamber Efendimiz'in eviyle şereflendi. Bu öyle bir evdi ki, onu Allah temizlemişti. Zât-ı Kibriyâ onlar hakkında; "Ey Ehli Beyt! Allah sizden kirleri gidermek ister ve sizi temizliyor." buyurmuştu.

                Buradan da görülüyor ki, îman, insanı ne hâle getiriyor! Kızı babasını kabulden yüz çeviriyor ve onu lakapların en âdisi ile vasıflandırıyor. İşte işin doğrusu da bu değil midir?

                Ebû Süfyan, doğruca mescide, Peygamber Efendimiz'in yanına geldi. Ne için geldiğini Allah Rasûlüne arz etti. "Gel aramızdaki muâhedeyi bir yazı ile yenileyelim." dedi.

                Peygamber Efendimiz de hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi; "Biz, Hudeybiye gününde yaptığımız mütâreke ve musâlahanın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz!" buyurdu.

                Ebû Süfyan, muâhedeyi yenilemek hususundaki dileğini tekrarladı. Fakat, Peygamber Efendimiz ona hiçbir cevap vermedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan, Allah Rasûlü'nün «Biz, müddetimiz ve sulhumuz üzerindeyiz.» şeklindeki sözünden çok ümitsizlenip müthiş bir üzüntü ile buradan çıktı. Eshab'ın büyüklerinden Hz.Ebû Bekir (R.A.), Hz.Ömer (R.A), Hz.Osman (R.A.), Hz.Ali (R.A.), Hz.Fâtıma (R.Anha) ve küçük yaşta olan Hz.Hasan'a, çeşitli sözler söyleyerek, kendisine yardım edilmesini ve Allah Rasûlünün yanında kendisine şefâat edilmesini istedi. Onların hepsi ve bütün Eshab; "Biz Allah Rasûlünün dediğinden başkasını söyleyemeyiz." dediler. İşte bu gerçek îmânın alâmetidir.

                Ebû Süfyan, hiç yüz bulamadan geldiği gibi devesine binip Mekke'ye dönüp gitti. Ebû Süfyan'ın dönmesi uzayınca, Kureyş ona inanmadı. Bilâkis, onu İslâm'a tâbi olmakla suçladılar. Bunun üzerine, Kureyş'in kendi üzerindeki töhmetini atabilmek için putlara ibâdet etmeğe başladı. Ebû Süfyan'a iki taraftan zillet ve belâ gelmiş oldu. Mekke'yi bir sözle oturtup bir sözle kaldıran bu adam Medîne'de hiç kimseye söz geçirememişti. İşte ahdine sâdık olmayanların hâli budur. Ebû Süfyan, geceleyin Mekke'ye varıp evine girince karısı Hind; "Kavmin seni Müslüman oldu diye suçlayıncaya kadar orada tutuldun kaldın." dedi ve "bunca zamandan beri Medîne'de ne yaptın?" diye sordu.

                Ebû Süfyan, sâdece «hiç» diye cevap verebildi. Kureyşliler artık Müslümanların gelmesini bekler olmuşlardı.  

            Fetih Hazırlığı

                Hicretin 8.yılı, Ramazan ayı başında Mekke'nin fethedileceğine karar verilmişti. Peygamber Efendimiz, müşriklerin üzerine sâdece Medîne'deki Müslümanlarla gitmek istemeyip, emirlerinde bulunan civar kabîlelere de haber göndererek sefere çıkacağını bildirdi.

                Onlara gönderdiği haberde aynen şöyle buyurdu: "Allâh'a ve âhiret gününe inananlar, bütün varlıklarıyla Ramâzan-ı Şerîf'in başında, Medîne'de toplansınlar."

                Bu haber, etraftaki bütün kabîlelere gitti, ulaştı. Her cihetten Müslümanlar Ramazân-ı Şerif'in başlangıcında Medîne'ye gelmeğe ve Medîne'yi doldurmağa başlamışlardı. Medîne'deki münâfıklar bile, Müslümanların bu kadar muazzam bir kalabalık olabileceklerini tahmin etmediklerinden bu işe şaşırdılar.

                Hz.Hasan (R.A.), Huzaa kabîlesinin intikamını almak üzere insanları cihâda teşvik ediyordu.

                Peygamber Efendimiz, Mekke üzerine yürüneceğini gâyet gizli tutuyordu. Bunun için Ebû Katade ibn-i Rebiğ'i az miktarda bir birliğin başına geçirerek Batn-ı Izan mevkiine doğru yolladı. Maksadı, kendisinin oraya doğru gideceği zannını uyandırmak ve haberlerin bu şekilde yayılmasını sağlamaktı.

                Peygamber Efendimiz, toplanan Eshab'ına sefere hazır olmalarını emretti. Mekke'ye giden dağ yollarını ve geçitleri nöbetçilerle tuttu. Hz.Ömer'i de onların üzerinde murakıp olarak vazîfelendirdi.

                Hz.Ömer de nöbetçilere; "Rastlıyacağınız, gizlice Mekke'ye geçip gitmek isteyen hiç kimseyi bırakmayacaksınız, onları geri çevireceksiniz" demekle, hiç kimsenin Mekke'ye gitmesine meydan vermemekte idi.

                Peygamberimiz; "Ey Allâhım! yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar Kureyş'in casus ve habercilerini tut. Görmez ve işitmez yap. Kureyşlilerin gözlerini bağla. Beni birden bire görsünler, birdenbire işitsinler." diyerek, Allâh'a duâ etti.

                Medîne'de onbin kişilik bir ordu toplanmıştı. Medîne, şimdiye kadar bu kadar kalabalık bir ordu çıkartmamıştı. Peygamber Efendimiz, Medîne'de yerine Abdullah ibn-i Ümmü Mektüm Hazretlerini vekil bırakarak, Ramazan'ın ikisinde ikindi namazını kıldıktan sonra, onbin kişilik ordusunun başında Medîne'den yola çıktı.

                Muhâcirlerin, Ensârın ve bütün kabîlelerin sancaktarları sancaklarını almış olarak, Kudeyd mevkiine geldiklerinde Allah Rasûlü, Müslümanlara iftar etmelerini emretti. Müslümanlara yolculukta oruç çok zor gelmişti. Peygamber Efendimiz; "Allah bizden yolculukta ve hastalık hâlinde orucu kaldırdı. Sizden kim hasta olur veya seferde bulunursa başka bir günde tutar." buyurdu.

                Ordu, çölü yararak Mekke'ye doğru yaklaştığı esnâda, amcası Abbas'a rastladı. Abbas, Müslüman olmuş, Medîne'ye hicret ediyordu. Âilesini göndererek kendisi de İslam ordusuna katıldı.

                Ordu, Merrüz Zahran denilen yere yatsı vakti varınca Allah Rasûlü, müşriklere haber ve onlara kalabalık görünmek için onbin noktada ateş yakılmasını emretti.  

            Ebû Süfyan'ın Müslüman Oluşu

                Mekke'de fışkıran nûr, Medîne'den onbin kandillik bir çemberle gelip, nihâyet Mekke'yi kuşatmıştı. Hz.Ömer gece nöbetçilerinin üzerine kumandan tâyin edilmişti. Kureyş, Peygamber Efendimiz'in büyük bir ordu ile Mekke'ye geldiğini anlayınca, Ebû Süfyan'ı iki kişi ile gönderdiler. "Hemen yola çık, O'ndan bize eman al. Ancak, O'nun Eshab'ını gevşek görürsen savaşılacağını kendisine bildir" dediler.

                Ebû Süfyan, iki kişi ile henüz yola çıkmıştı ki ateşler birden bire parlayıverdi. Tam bu esnâda nöbetçiler tarafından yakalandı. Yakalayan nöbetçiler kendisine şiddetli davranınca; "Ey Muhammed (S.A.V.) öldürülüyorum" diye feryat etmeğe başladı.

                Nöbetçilere; "Önce beni Abbas'a götürün" diye bütün avazı ile sesleniyordu.

                Sesini duyan Hz.Abbas tanıdı. Ona künyesiyle; "Ey Ebû Hanzala" diye seslendi.

                O da, Hz.Abbas'a künyesiyle; "Ey Ebûl Fadl! Sen misin?" dedi.

                Hz.Abbas da; "Evet" dedi.

                Ebû Süfyan; "Anam babam sana fedâ olsun. Arkamdakilerden ne haber var?" diye sordu.

                Hz.Abbas ona, İslam ordusunu göstererek; "Bu ordu yarın Mekke'ye zorla girecek olursa Kureyş'in çekeceği var" buyurdu.  

                Ebû Süfyan da; "Buna bir çâre, bir tedbir var mı? Ne yapmamı bana emir ve tavsiye edersin?" dedi.

                Hz.Abbas da; "Evet, vardır" diye Rasûlüllah'ın beyaz devesine bindirip Allah Rasûlüne doğru gittiler.

                Hz.Ömer'in ateşinin olduğu yere kadar gelince Hz.Ömer, Ebû Süfyan'ı tanıdı. "Allah düşmanı Ebû Süfyan! Seni ahitsiz ve akidsiz olarak ele geçirmeğe fırsat ve imkân veren Allâh'a hamd olsun" dedi.

                Hz.Abbas ise onu emniyete aldığını bildirdi.

                Hz.Ömer hemen Rasûlüllah'a gelerek, Ebû Süfyan'ın boynunu vurmak için izin istedi.

                Hz.Abbas ise; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Ben Ebû Süfyan'ı emniyetime aldım" dedi.

                Hz.Abbas ile Hz.Ömer arasında kısa bir münakaşadan sonra Allah Rasûlü, Hz.Abbas'a; "Onu götür, yanında müsâfir et, sabahleyin getir" buyurdu.

                Hz.Abbas, sabahleyin Ebû Süfyan'ı alıp Peygamberimiz'in yanına götürdü.

                Peygamber Efendimiz, onu görünce; "Yazık sana Ey Ebû Süfyan! Senin için, Allah'dan başka ilah olmadığını öğrenmek zamanı gelmedi mi?".

                Ebû Süfyan şöyle cevap verdi: "Ey Muhammed! Ben Allâhım'dan yardım diledim. Sen de Allâhın'dan yardım diledin. Vallâhi ben ne zaman Seninle karşılaştımsa Sen bana gâlip geldin. Eğer benim Allâhım Hak ve Senin Allâhın boş ve batıl olsa idi, ben Sana gâlip gelirdim. Babam ve anam sana fedâ olsun Yâ Rasûlellah, Senden daha cömert ve kerim başka kimse yoktur. Eğer Allah'dan başka bir mâbud olsa idi, bizi bu halde bırakmaz, bize yardım ederdi. «Lâ ilâhe İllallah»" dedi.

                Bütün yükünü atmıştı sırtından, amma henüz Müslüman olmamıştı. Çünkü, Rasûlü Ekrem'in de Allah Rasûlü olduğunu kabul etmesi, «Muhammedü'r-Rasûlüllah» deyip tasdik etmesi de lâzım geliyordu.

                Bunun üzerine Allah Rasûlü; "Yazık sana ey Ebû Süfyan! Daha beni Allâh'ın Peygamberi olarak kabul edeceğin zaman gelmedi mi?" buyurdu.

                Ebû Süfyan; "Sen ne sabırlı, ne kerim, ne civânmertsin! Amma bu hususta içimde hâlâ bir şüphe var." deyince,

                Hz.Abbas araya girerek, ona telkin ve nasîhatlarda bulundu. Artık şüphe ve tereddütü atma zamanı gelmişti. Nihâyet ilahi hidâyet yetişti. Ebû Süfyan, bütün bunların hepsini sildi ve şehâdet getirerek Müslüman oldu.  

            Ebû Süfyan'ı Çok Hislendiren Peygamberimiz'in Büyük Afvı

                Hz.Abbas; "Yâ Rasûlellah! Ebû Süfyan kavmimizin eşrafından ve yaşlı başlılarındandır. Övülmeği, üstün tanınmağı üstün tutulmağı seven bir adamdır. O'na övünebileceği bir şey lutfetseniz olmaz mı?" dedi.

                Peygamberimiz; "Olur, kim Ebû Süfyan'ın hânesine girer sığınırsa ona eman verilmiştir." buyurdu.

                Ebû Süfyan; "Benim evimin ne kadar genişliği var ki?" dedi.

                Bunun üzerine Rasûlüllah Efendimiz; "Kim Ebû Süfyan'ın hânesine girerse, kim Mescîdi Haram'a girerse, kim silahını terkedip kendi hânesine kapanırsa, kim Hakem ibn-i Hüzam'ın hânesine girerse, onlar emindirler. Kılınçtan geçmeyecektirler" buyurdu.

                Ebû Süfyan; "İşte bu geniştir" dedi. Gözleri yaşardı. Bu ne büyük af, ne büyük keremdir diyerek çok duygulandı.  

            Ebû Süfyan'a Müslüman Ordusunun İhtişamının Gösterilmesi

                Rasûlüllah Efendimiz, daha sonra amcası Abbas'a; "Ey Amca! Onu vâdînin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazının yanında tut da Müslümanların, Allah ordusunun ihtişamını görsün." buyurdu.

                Hz.Abbas Peygamber Efendimiz'in emri üzerine, Ebû Süfyan'ı alıp vâdînin daraldığı dağ boğazına götürdü.

                Peygamber Efendimiz; "Bütün kabîleler, yanlarında silah ve techizatlarını kuşanacaklardır!" diye orduya nidâ ettirip onları harp düzenine koydu.

                Kabîleler, başlarında başkan ve kumandanları olduğu halde bayraklarını çektiler. Yürekleri yüksek hislerle, sarsılmaz bir îmanla dolu, çok şerefli bir vazîfeye gittiklerine emin olan bu yüce mücâhitler, kahramanlar, vakur adımlarla yürüyerek, fevc fevc Ebû Süfyan'ın önünden geçmeğe başladılar. Askerler bölük bölük geçerken, Ebû Süfyan, tanımadıklarını Hz.Abbas'dan soruyor. Hz.Abbas da tek tek bütün ordu hakkında kendisine mâ'lumât veriyordu.

                Peygamber Efendimiz, ilk önce, başlarında Hâlid ibn-i Velid olduğu halde beni Süleymlileri gönderdi. Onlar bin kişi olup sancaklarının birini Abbas ibn-i Mirdasüs Sülemi, diğerini Hufaf ibn-i Nebve, bayraklarını da Haccac ibn-i İlad taşıyordu. Hâlid ibn-i Velid, Hz.Abbas'la Ebû Süfyan'ın hizasına gelince bütün ordu üç kere tekbir getirerek geçtiler. Ebû Süfyan, Hz.Abbas'a onun kim olduğunu sordu.

                "Hâlid ibn-i Velid'dir" dedi.

                "Şu bizim delikanlı mı?" diye sordu.

                "Evet" dedi. Hayretler içinde...

                Daha sonra, sırasıyla bütün kabîleler aynı şekilde gelip geçtiler. Peygamber Efendimiz'in içinde bulunduğu birlik gelip geçinceye kadar geçen her kabilenin kim olduğunu Ebû Süfyan sormuş, Hz.Abbas da onları haber verdikçe "Benim fîlânoğulları ile aramda bir kavgam yok ki!" demişti.

                Ebû Süfyan, hemen her bölüğün geçişinde; "Muhammed geçti mi?" diye soruyor.

                Hz.Abbas da; "Hayır!" diye cevap veriyordu.

                Nihâyet Fahri Kâinât'ın, o tepeden tırnağa kadar silahlanmış bölüğü gelirken, atların ayaklarından kalkan tozlar ortalığı karartmaktaydı. Muhâcirlerle Ensar Müslümanlarından olan bu alayda, ikibin zırh gömlekli vardı. Bunların hepsi de miğferli idi. Peygamber Efendimiz, bayrağını Sa'd ibn-i Ubâde'ye vermiş ve onu alayının önüne geçirmişti. Ensârın her kabîlesine bayraklar, sancaklar verilmiş, her biri zırh gömleklere bürünmüş, gözlerinden başka bir yerleri görünmüyordu. Hz.Ömer de sırtına zırh gömlek giymiş, Peygamber Efendimiz'in alayını O idâre etmekte ve yönetmekteydi. Peygamber Efendimiz, başına siyah bir sarık sarmıştı. Devesi Kusvâ'nın üzerinde ve Hz.Ebû Bekr'le Useyd ibn-i Hudayr'ın arasında bulunuyor, yanındakilerle konuşuyordu.

                Ebû Süfyan bir benzerini daha görmediği bu alay geçerken; "Kim bunlar ey Abbas?" dedi.

                Hz.Abbas; "Bunlar Allah için ölüme susamış savaş erleri, Ensârdır. Kumandanları Sa'd ibn-i Ubâde, yanında bayrak taşıyordur." dedi.

                Sa'd ibn-i Ubâde geçerken; "Ey Ebû Süfyan! Bugün en büyük harp günüdür, bugün, Kâbe'de savaşın helâl olacağı gündür. Allah, bugün Kureyş müşriklerini hor ve hakir kılacaktır." diye bağırdı.

                Ebû Süfyan; "Ey Abbas! Bugün beni korumağa devam edeceğin ne iyi gündür." dedi.

                Ensârın peşinde, Muhâcir mücâhitleri, başlarında Hz.Ali olduğu halde gelip geçerken, Ebû Süfyan; "Bunlar kim ey Abbas?" diye sordu.

                Hz.Abbas: "Muhâcirler! Başlarındaki de Ali ibn-i Ebî Tâlib'dir."

                Bu sırada Peygamber Efendimiz, Muhâcirlerle Ensar arasında göründü. Hz.Abbas; "İşte Rasûlüllah geldi." dedi.

                Ebû Süfyan; "Ben, Kisrâ'nın da, Kayser'in de saltanatlarını görmüşümdür. Fakat, kardeşinin oğlundaki saltanatın bir benzerini görmedim. Kardeşinin oğluna pek büyük bir saltanat verilmiş, bunlara hiçkimse dayanamaz ve güç yetiremez." dedi.

                Hz.Abbas; "Ey Ebû Süfyan! Bu saltanat değil Nübüvvettir."

                Ebû Süfyan da; "Evet, Nübüvvettir." diyerek tasdik etti.

                Peygamber Efendimiz, Ebû Süfyan'ın hizasına gelince, Ebû Süfyan; "Yâ Rasûlellah! Saad'ın ne söylediğini işitmedin mi? Sen kavmini mi öldürmeği emrettin?" dedi.

                Peygamber Efendimiz; "Hayır! Ben öyle emretmedim. Sa'd ibn-i Ubâde yanlış söylemiş, bu gün Allâh'ın Kâbe'nin şanını yücelteceği bir gündür. Kâbe'ye örtü örtüleceği bir gündür. Bu gün merhamet günüdür. Yüce Allâh'ın Kureyşlileri İslâmiyetle şereflendireceği, üstünleştireceği bir gündür." buyurdu.

                Bütün ordu o dar boğazdan geçmiş, Ebû Süfyan İslam ordusunun karşısında durulamayacağını anlamıştı. Hz.Abbas bir müddet sonra onu serbest bırakarak Mekke'ye gidebileceğini söyledi.

                Ebû Süfyan ve Hakim ibn-i Huzam hemen Mekke'ye gidip durumu müşriklere bildirmişlerdi; "Gelen ordu İslam ordusudur. Karşısında durmanıza imkan yoktur." demişlerdi. Müşrikler korkmağa başlamışlardı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Ebû Süfyan, Rasûlü Ekrem'in kendisine söylediğini aynen Mekkelilere söyledi.

                «Ebû Süfyan'ın hânesine giren emindir. Mescide giren emindir. Evinde oturup kapısını kilitleyen emindir.» kelâmını nakletti.

                Ebû Süfyan kendisi Müslüman olmuştu. Artık İslam dînini yaymak onun da vazîfesi idi. Etrafında toplanan kimselere; "Müslüman olursanız kurtulursunuz, selâmete erersiniz" diye tavsiyede bulundu.

                Ebû Süfyan'ın Müslümanlığı kabul ve tavsiye etmesi üzerine birçokları Müslümanlığa meyletti. Kimisi silahını atıyor, kimisi mescide koşuyor, kimisi de mukâvemet için hazırlanıyordu.  

            Müslümanlar Mekke'ye Dört Koldan Girdiler

                Müslümanlar, dört koldan Mekke'ye girdiler. Peygamber Efendimiz, Mekkelilerin hazırlıklarını haber alınca ordusunu savaş düzenine koydu. Sağ cenah, sol cenah, kalp (orta) ve öncü birliği olmak üzere dörde ayırdı.

                Zübeyr ibn-i Avam'ı sol cenah birliklerinin başına verip, Mekke'ye ve Keda isimli dağ yolu mevkiine girmesini, bayrağını Mekkenin yukarısındaki Hacun mevkiine dikmesini emretti.

                Hâlid ibn-i Velid'i sağ cenah birliklerinin kumandanlığına verdi ve Mekke'ye Handeme yoluyla aşağı taraftan girmesini, bayrağını evlerin yakınına dikmesini emretti.

                Saad ibn-i Ubâde'yi, Ensar birliklerinin başına kumandan yaptı. Ebû Ubeyde ibn-i Cerrah'ı da zırhlı olmayanlar ile piyâdelerin başına kumandan tâyin etti.

                Peygamber Efendimiz, kumandanlarına Mekke'ye girme emrini verdiği sırada, kendileriyle çarpışmağa kalkışılmadıkça hiç kimse ile çarpışmamalarını emretti. Aslında bir zaruret olmadan kutsal şehre kan dökmeden girmek en büyük emeliydi. Ancak altı erkek ile dört kadını Kâbe'nin örtüsü altına sığınmış olarak bulsalar bile öldürmelerini emretti. Bunlar bilhâssa dilleri ile Peygamberimiz'e ve İslâma çok büyük ezâ ve zarar vermiş kişilerdir.

                Müslümanlar, verilen emir üzerine bölük bölük, edep ve vakar içinde Mekke'ye yöneldiler. Herkes kendisine gösterilen kapıdan içeriye girmeğe başladı. Ahâliden kimse taarruz etmediğinden, onlar da kimseye ilişmediler. Yalnız, Mekke'nin alt tarafında Handeme mevkiindeki müşrikler, Hâlid ibn-i Velid'in fırkasına taarruz etmişlerdi. Hâlid'in ordusu geçerken ok yağmuruna tuttular. Müslümanlardan iki kişiyi şehîd ettiler.

                Bunun üzerine Hâlid ibn-i Velid, hücum emri vererek; "Bunlara bir ders vermenin zamanı gelmiştir" dedi ve askerlerine şöyle seslendi: "Onlarla çarpışınız. Öldürülebilen öldürülecek, bozguna uğrayıp kaçanlara dokunulmayacaktır." Çok kısa bir anda 24 kişinin boynunu vurdu. Diğerleri de, Müslümanların karşısında daha fazla dayanamayacaklarını anlayarak kaçtılar, evlerine çekildiler ve bu iş büyümeden kapandı.

                Hâlid ibn-i Velid'in, mecburen yaptığı çarpışmadan başka hiçbir kapıda Müslümanlar zorlukla karşılaşmadı. Artık, Mekke onların olmuştu. Müslümanlar takım takım, bölük bölük Mekke'ye akıyorlardı. Muhâcirler, kendi beldelerine kavuşmanın sevinci içinde idiler.

                Müşrikler evlerinden dışarı çıkamaz olmuşlardı amma Müslüman olup da birliklere katılanlar da çoktu. Onlar Müslümanların arasına katıldıkça, evlerinde oturanlar da Müslüman olmak istiyorlardı.

                Peygamber Efendimiz şehre girince, Hacun'da Hz.Hatîce'nin kabrine yakın bir yerde deriden bir çadır kurdurdu. Oradan Mekke'yi gözleriyle baştan başa bir süzdü. İçinden sekiz sene evvel hicret ettirilen ve hicret ederken; "Bir gün sana geri döneceğim ey Mekke şehri" buyurduğu mukaddes şehir, şimdi kendisine teslim edilmiş, önünde seriliyordu. Böylece, bir mûcize neticesi, doğup büyüdüğü mübarek şehre hem de çok farklı olarak avdet etmişti.

                "Önceki evine gidip, orada oturmayacak mısın?" diyenlere,

                "Müşrikler bize ev bark mı bıraktı ki!" buyurdu.

                Peygamber Efendimiz, yanında zevceleri Hz.Ümmü Seleme ve Hz.Meymune olduğu halde çadırına girdi. Rasûlü Ekrem, otağında bir müddet dinlendikten sonra, dinlenmeye daha fazla zamanları olmadığını hissetmişlerdi. Çadırında guslettikten ve halk da sukünet bulup yatıştıktan sonra devesi Kusvâ'yı çadırının önüne getirtip onun üzerine binerek Kâbe'ye doğru hareket etti.  

            Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi

                Bu ulvî belde Allâh'ın Yüce Peygamberine çok tesir etti. Başını öne eğerek Kâbe'ye karşı hürmetini ve Allâh'a karşı da şükrünü edâ ediyordu. O gün 20 Ramazan cuma günüydü. Allah Rasûlüne, en büyük dostu Hz.Ebû Bekir (R.A.) refakat ediyordu. Kâbe'ye varıncaya kadar Fetih Sûresini okudu. Kâbe'yi yedi defa tavaf etti. Elindeki asâ ile putlara vuruyor, asâsıyla dokunduğu putlar birer birer düşüyor, Rasûlü Ekrem de; "Hak geldi bâtıl muzmahil oldu (yok olup gitti). Muhakkak bâtıl, dâimâ yok olmağa mahkumdur..." diyordu.

                Putlar yüzleri üstüne sürtüldü, kırılıp yakıldı.

                Cebrâil (A.S.), Peygamber Efendimiz'e; "Asanı eline alıp dokun onlara" dedi.

                Peygamber Efendimiz, asâ ile dokundukça putlar arkalarının ve yüzlerinin üzerine düşüyorlardı. Peygamber Efendimiz'in, onlardan yüzüne işâret ettiği put, kafasının üzerine, kafasına dokunduğunda yüzünün üzerine yıkılıyordu. Dokunulup da yere yıkılmadık put kalmadı. Kâbe onlardan temizlenerek asıl hüviyetine âit gâyeye ulaştı. Halk oraya toplanmıştı. Her taraf lebâleb dolu olduğu halde Peygamber Efendimiz büyük «Fetih Hutbesi»ni okudu

               

[1] [Hz. Ali (R.A) dünyâya geldiği zaman babası seferde olduğu için annesi ona Arslan mânâsına gelen ve anneden dedesi olan Haydar ismini vermişti. Bilâhere babası da dönünce Ali ismini verip ilâve etmiştir.]

[2] [Sendere; kesilmesi zor olan şimşir denen sert bir ağaçtır. Bundan ölçek vs. yapılırdı]