Fihriste Dön
Ömer kendisini tutamadı;
"Bu, ne güzel, ne şerefli kelâm! Bu kelâmdan daha güzeli,
daha tatlısı olmaz!" dedi.
Habbab, Ömer'in bu
sözünü işitince, saklı bulunduğu yerden çıkıp, O'na; "Müjde,
ey Ömer! Dilerim ki Rasûlüllah'ın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin.
Dün gece O, «Allâhım! İslâmiyeti, ya Ebû'l Hakem bin Hişam'la ya
da Ömer ibn-i Hattab ile kuvvetlendir.» diyerek duâ ettiğini işittim.
Allah, Allah! şu işe bak, ey Ömer!" dedi.
Ömer; "Rasûlullah
şimdi nerededir?" diye sordu.
Fâtıma; "Eğer,
O'na lâyık olmayan bir hareket ve bir yaramazlık yapmayacağına yemin
edersen, yerini sana bildiririm." dedi.
Ömer; "Evet,
Allâh'a yemin ederek söz veriyorum." deyince,
Fâtıma da, Habbab da;
"O şimdi, Erkam'ın Safâ tepesi yanındaki evindedir. Yanında
da Eshâbından bâzı kimseler bulunmaktadır." dediler.
Ömer, Habbab'a; "Kalk,
önüme düş. Beni Muhammed (A.S)'a kadar götür. Müslüman olacağım."
dedi.
Ömer, kılıcını alıp
kuşandıktan sonra, Rasûlüllah ve Eshâbının bulundukları Erkam'ın
evinin kapısını çaldı, içeriden;
"Kim o?"
denildi.
Ömer, "Hattabın
oğlu!" dedi.
Ömer'in, Peygamber
Efendimiz'e karşı hiddetini bildikleri ve kendisinin iyi niyetli
geldiğini bilmedikleri için, sahabiler önce kapıyı açmadılar. Ömer'in
sesini işitince Eshâbdan Bilâl-i Habeşî kalkıp kapının arasından
baktı. Ömer'in kılıncını kuşanmış olarak geldiğini görünce Rasûlüllah
Efendimize bir şey yapacağından korktu ve feryat ederek geri döndü;
"Yâ Rasûlellah! Ömer ibn-i Hattab O! Kılıncını kuşanıp gelmiş!
O'nun şerrinden Allâh'a sığınırız" dedi.
Hz.Hamza; "Bırakın
O'nu, gelsin! Eğer, hayırlı bir maksatla geldi ise, kendisini hayırla
ağırlarız. Eğer, kötü bir maksatla geldi ise, O'nu kendi kılıncı
ile öldürürüz!" dedi.
Peygamber Efendimiz;
"Kapıyı açın, bırakın O'nu, gelsin! Eğer, Allah O'nun hayrını
murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir!" dedi.
Bilâl-i Habeşî, gidip
kapıyı açtı.
Peygamberimiz ayağa
kalktı. Ömer'i yanına gelinceye kadar ayakta bekledi. Gelince, O'nu,
elbisesinin toplandığı yerden ve kılıcının bağından tuttu. Şiddetlice
çekip sarsarak; "Ey Hattabın oğlu! niye geldin? Vallâhi,
Velid ibn-i Muğîre gibi, senin hakkında da Yüce Allâh'ın rezil ve
rüsvay edici şiddetli âyetler indirdiğini görmek istemiyorum! Sen
sonuna kadar mı bu halde sürüp gideceksin?! Allâhım! Bu, Hattab'ın
oğlu Ömer'dir! Allâhım! İslam dînini Hattab'ın oğlu Ömer'le kuvvetlendir!"
dedi.
Ömer, Peygamberimiz'in
mânevi heybetinden sarsılmış ve iki dizi üzerine yere çökmüştü.
Ömer; "Yâ Rasûlellah! Ben, Allâh'a ve Rasûlüne, O'nun Allah'dan
getirdiklerine îman etmek için geldim!" deyince,
Peygamber Efendimiz
tekbir getirdi. Peygamberimiz'in Eshâbından orada bulunanlar da
tekbir getirdiler. Bu öyle bir muhteşem andı ki, tekbir sesleri,
Mekke sokaklarını çınlattı! Mescid-i Haram'da bulunan müşrikler
bile bunu işittiler. Hz.Ömer, Müslüman olanların kırkıncısı olmuştu.
Hz.Ömer; kendisini
doğru yola, İslam dînine kavuşturduğu için, Allâh'a şükür ve minnetini,
Rasûlüllah'a bağlılığını dile getiren bir kasîde söyledi.
Müşriklerin yaptıkları
zulüm ve işkenceler yüzünden Müslümanlar tedirgin olmuş, evlerinden
barklarından uzaklaşmışlardı. Onlar, Hz.Hamza ve Hz.Ömer'in Müslüman
olmaları ile, çektikleri işkencelerin biraz hafifleyeceğini umdular.
Çünkü, bu iki zâtın, Peygamber Efendimiz'i koruyacaklarını, düşmanları
biraz yola getireceklerini biliyorlardı.
Abdullah ibn-i Mes'ud
der ki: "Hz.Ömer'in Müslüman oluşu, İslâmiyet için bir fetih
idi. O'nun hicreti nusret, halîfeliği de rahmet oldu. Hz.Ömer Müslüman
oluncaya kadar Kâbe'nin yanında topluca namaz kılmağa kâadir olamadık.
Hz.Ömer Müslüman olduğu zaman, kendisi Kâbe'nin yanında namaz kılıncaya
kadar ve biz de kendisiyle birlikte namaz kılıncaya kadar, Kureyş
müşrikleriyle mücâdele etti."
Hz.Ömer der ki: "Rasûlüllah
ve Eshâbı'nın, müşriklerden gizlendikleri sıralarda, Müslüman olunca;
«Yâ Rasûlellah! Biz ölü olsak da, diri olsak da, Hak ve Gerçek Dîn
üzerinde değil miyiz?» dedim.
Peygamber Efendimiz; «Evet! Varlığım Kudret elinde olan Allâh'a yemin ederim ki,
siz ister ölü, ister diri olun, Hak Dîn üzerindesiniz?» dedi.
«O halde ne diye
gizleniyoruz? Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun ki hiç
çekinmeden, korkmadan, oturup, İslâmiyeti açıklamadığım bir küfür
meclisi kalmıyacaktır. Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun
ki çıkacağız, İslâmiyeti açığa vuracağız!» dedim.
İki saf hâlinde Erkam'ın
evinden çıktık. Safların birisinin başında Hamza vardı. Birisinde
de ben vardım. Sert adımlarla yerin topraklarını un gibi tozuta
tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyş müşrikleri şaşkın ve ürkek
bakışlarla bir bana bakıyor, bir Hamza'ya bakıyorlardı. «Eyvâh!
Ömer bizi ikiye ayırdı.» dediler. Onlar, o güne kadar, bir benzerine
daha uğramadıkları bir musibete uğramış gibiydiler.
Müşrikler; «Ey
Ömer! Arkandakiler kimler?» dediler.
«Lâ İlâhe illallâh!
Eğer sizin herhangi biriniz kımıldarsa, onu kılıcımla yere sererim.»
dedim.
Rasûlüllah, Beytullâh'ı
tavaf etti. Öğle vakti, açıktan namaz kıldıktan sonra yanındakiler
ile birlikte Erkam'ın evine döndü. O zaman, Rasûlullah, «Hak
ve gerçek olanla, batıl ve boş olanın arasını ayırdım.» diye
bana «Fâruk» adını verdi!".
Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in
müslüman olmaları, inananları biraz ferahlatmıştı. Fakat yine de
müşriklerin Müslümanlara yapmakta oldukları eziyetler bitmek tükenmek
bilmiyordu. Rasûlüllah Efendimiz, Sahâbîlerinin işkenceler altında
kıvrandıklarını görünce; "Siz, bâri, yeryüzüne dağılın!
Yüce Allah sizi yine toplar!" dedi.
"Yâ Rasûlellah!
Nereye gidelim?" dediler.
Allah Rasûlü, Habeş
ülkesinin bulunduğu tarafa eliyle işâret ederek; "İşte oraya!
Siz, Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında
hiç kimse zulme uğramaz. Orası, doğruluk yurdudur. Allah, sizi belki
orada ferahlığa kavuşturur!" dedi.
Bunun üzerine, bî'setin
5.yılı Receb ayında, Habeşistan'a gitmek isteyen on erkek, beş kadın
olmak üzere, onbeş kişilik ilk Muhâcir kâfilesi, müşriklere duyurmadan,
kimisi binitli, kimisi yaya olarak gizlice Mekke'den ayrıldılar.
Şuayba denilen yere ulaştıkları zaman orada Habeşistan'a gitmek
üzere bulunan tüccarlara âit vapura, yarım dinar ücretle binerek
gittiler.
Kureyş müşrikleri işin
farkına varınca, Muhâcirleri geri çevirmek için deniz sahiline kadar
geldiler. Ne var ki, vapur Muhâcirleri bindirip denize açılmış bulunuyordu.
Müşrikler Muhâcirlerden hiçbir kimseyi ele geçiremiyerek Mekke'ye
döndüler.
Muhâcirler Habeş ülkesinde
geniş bir nefes aldılar. Sâkin bir hayâta kavuştular. Hasretini
çektikleri ibâdet ve huzura daldılar. "Biz burada hayırlı
bir komşuluk, dînimize dokunulmazlık gördük. İncitilmeksizin ve
hoşlanmadığımız hiçbir söz işitmeksizin Allâh'a ibâdet ettik!"
dediler.
Hicret Eden İlk Kâfile:
Hz.Osman ve zevcesi
Hz.Rukiyye,
Ebû Huzeyfe ve zevcesi
Sehle,
Zübeyr ibn-i Avvam,
Mis'ab ibn-i Umeyr,
Abdurrahman ibn-i Avf,
Am'ribni Rebîa ve zevcesi
Leylâ,
Ebû Seleme ve zevcesi
Ümmü Seleme,
Osman ibn-i Maz'un
(Kâfile reîsi),
Ebû Sebre ibn-i Ebîre
ve zevcesi Ümmü Gülsüm,
Süheyl ibn-i Beydâ
(Vehb) idiler.
Giden bu kafilenin
orada iyi karşılanması ve dîni ibâdetlerini rahat edâ edip huzur
içinde olmaları haberi gelince, bir yıl sonra, 83 erkek ve 12 kadın
olmak üzere 95 kişi daha fırsat buldukça, kâfile kâfile Habeşistan'a
hicret ettiler. Bu kâfilenin reîsi Câfer-i Tayyar idi.
Fihriste Dön
Müşrikler, Müslümanların
Habeşistan'da huzur içinde yaşamalarını çekemediler. Onları geri
çevirmek için teşebbüse geçtiler. Habeş kralına, keşişlere ve saray
adamlarına Mekke'nin ekstra sahtiyanlar (deri) gibi bir çok kıymetli
hediyeler hazırlayıp iki elçi ile beraber gönderdiler ve elçilere
şöyle tenbihte bulundular: "Siz Necâşi (Habeş Hükümdarı)
ile görüşmeden önce Hükümet Erkân ve Kumandanlarından her birine
hediyelerini verin. Daha sonra, Necâşi'ye hediyelerini takdim edin
ve O'ndan, Müslümanlar'ın (geri gönderilmek üzere) size teslimini
isteyin" dediler. Bu elçiler Abdullah ibni Ebi Rebia ve
Amr ibni As idi.
Bu iki elçi, Habeşistan'a
gidip Kureyşlilerin verdiği tâlimat üzerine hareket ettiler. Hediyeleri
takdim edip görüştüler. Sonra; "Bizden bâzı aklı ermez gençler,
milletlerinin dîninden ayrıldılar. Sizin dîninize de girmediler.
Bizim de, sizin de bilmediğimiz yepyeni bir dîn ile ortaya çıktılar.
Onlar şimdi ülkenize sığınmış, yamanmış bulunuyorlar. Biz onların
geri çevrilmeleri, bize iâdeleri için kavmin eşrafı tarafından gönderilmiş
bulunuyoruz." dediler.
Abdullah ibn-i Rebîa
ile Amr'ibn-i As'ın bu sözleri Necâşi'yi sinirlendirmişti.
Necâşi'nin çevresinde
bulunan Hükümet adamları ise; "Ey Hükümdar! Bunlar, doğru
söylüyorlar. Kendilerinden olanlar elbette başkalarından daha iyi
bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler. Onları,
bunlara teslim et. Yurtlarına, kavimlerine döndürsünler."
dediler.
Necâşi, büsbütün kızdı;
"Hayır! Vallâhi, çâresiz kalmış, çevreme konmuş, ülkeme
sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, bunlara tercih
etmem. Ancak onları çağırır, şunların, onlara dâir söyledikleri
şeyleri sorarım. Eğer iş şunların dedikleri gibi ise, onları bunlara
teslim ederim. Onları kavimlerine geri çeviririm. Şâyet, iş bunun
aksi olursa kendilerini korurum. En güzel şekilde korur, gözetirim."
dedi.
Bunun üzerine Necâşi,
Rasûlullah'ın Eshab'ına dâvetçi gönderdi. Muhâcirler, dâvetçinin
etrafına toplandılar. Birbirlerine; "Necâşi'ye vardığınız
zaman ne söyleyeceksiniz!" dediler.
"Vallâhi, bizim
bu husustaki bildiklerimiz Peygamberimiz'in bize buyurduğundan ibârettir!
deriz. Bu yolda ne olacaksa olur!" dediler.
Hz.Câfer; "Bugün,
sizin sözcünüz benim" dedi.
Hepsi O'na tâbi oldular.
Hep birlikte Necâşi'nin sarayına gittiler.
Muhâcirlerin
Necâşi'nin Huzurunda Muhâkeme Edilmeleri
Necâşi, huzuruna râhipleri
de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrelerine yaydılar. Hz.Câfer,
Necâşi'nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi.
Necâşi'nin adamları,
Hz.Câfer'e; "Sen, ne diye Hükümdara secde etmedin?"
dediler.
Hz.Câfer; "Biz,
ancak Allâh'a secde ederiz!" dedi.
"Niçin?"
diye sordular.
Hz.Câfer; "Allah,
bize Rasûlunu gönderdi. O da Allah'dan başkasına secde etmemekliğimizi
bize emretti!" dedi.
Amr'ibn-i As ve arkadaşı,
Necâşi'ye; "Biz, bunların hâlini sana bildirmedik miydi?"
dediler.
Necâşi, Muhâcirlere;
"Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz.
Siz, ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz.
Bir isteğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz?
Sizin, şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana
bildiriniz ki siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin
selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.
Hz.Câfer, gelen elçilerden
yalnız birisinin konuşması hususunda Hükümdarın emretmesini isteyerek,
bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif üzerine, iki elçiden
Amr ibn-i As kendisinin konuşacağını söyledi. Bundan sonra Hz.Câfer,
Amr'ibn-i As ve Necâşi arasında şu konuşmalar cerayan etti:
Hz.Câfer; "Ey
Hükümdar! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim
edilecek köleler miyiz?"
Amr'ibn-i As; "Hayır!
Onların cümlesi asîl ve hür kimselerdir."
Hz.Câfer; "Bizim
onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek borçlarımız
var mı?"
Amr'ibn-i As; "Hayır!
Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbettikleri mal yoktur."
Hz.Câfer; "Biz,
haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi geri istiyorlar."
Amr'ibn-i As; "Hayır,
hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir isteğimiz
var!"
Hz.Câfer; "Öyle
ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?"
Burada dikkate şâyân
bir nokta: Devletler hukukunun isminin işitilmediği, diplomasi ilimlerinin
bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete iltica eden şahısların
iâdesi için, sağlam ve mâkul sebepler inşaa edilmesi lâzım geldiğini;
mü'minin firâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına,
Habeş hükümet adamlarını iknâ etmiştir.
Amr'ibn-i As; "Onlar
ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar. Muhammed'e
ve dînine uydular." dedi.
Necâşi, Hz.Câfer'e
dönüp; "Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bırakıp da, ne benim
ve ne de başka milletlerin dînine girmediğiniz halde, ne diye sâdece
kendinizin bildiği bir dîne girdiniz? Başka hükümdarların değil
de benim ülkemi tercih edişinizin sebebi nedir? Edindiğiniz din
nasıl bir şeydir? Uyduğunuz Peygamberin hâli nedir?" diye,
kendileri ve Peygamberleri hakkında mâlumat vermelerini istedi.
Hz.Câfer; "Ey
Hükümdar! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik.
Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik.
Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı
ezerdi. Yüce Allah, bize, kendimizden; soyunu sopunu, doğruluğunu
eminliğini, iffet ve nezâketini duyup bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye
kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik.
O Peygamber; bizi,
Allâha, Allâh'ın birliğine inanmağa, O'na itâata, bizim atalarımızın
tapındığı Allah'dan başka taşları ve putları bırakmağa dâvet etti.
Doğru sözlü olmağı, emânetleri yerine getirmeği, akrabâlık haklarını
gözetmeği, komşularla güzel geçinmeği, günahlardan ve kan dökmekten
sakınmağı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten,
yetimlerin malını yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftira
etmekten bizi menetti. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a
ibâdet etmeği, namaz kılmağı, zekât vermeği, oruç tutmağı bize emretti.
Biz de, O'nu tasdik ve O'na îman ettik. O'nun, Allah'dan getirip
tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın
Allâh'a ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını
da helâl olarak kabul ettik.
Bu yüzden kavmimiz,
bize düşman kesildi. Zulmetti. Bizi, dînimizden döndürmek, Allâh'a
ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü işkencelere ve
mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bize eski kötülüklerimizi
tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça sıkıştırdılar.
Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden
ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu yuvamızı bırakarak, senin ülkene
geldik, sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim Peygamberimiz,
bizi sizin yanınıza ve ülkenize gönderirken, "Necaşi'nin ülkesinde
kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adaletin ve doğruluğun yurdudur."
diye sizi bize anlattı. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin
yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız Ey Hükümdar!
Selâm verme işine
gelince; biz, seni Rasûlullah'ın selâmı ile selâmladık ki, birbirimizi
de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlarının da bu şekilde
olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle
selâmladık!
Sana, secde
etmek hususuna gelince; biz Allah'dan başkasına secde etmekten Allâh'a
sığınırız!..." dedi.
Necâşi; "Senin
yanında, Allah'dan gelmiş bir şey var mı?" diye sordu.
Hz.Câfer; "Evet,
var." deyince, Necâşi; "Onu, bana oku!"
dedi.
Hz.Câfer, Meryem Sûresi'nin
baş tarafından okumağa başladı. Okunan Kur'ân'ı huzû ve huşû içinde
dinleyen Necâşi'nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür ağladı. Gözlerinden
akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladılar.
Necâşi ve Râhipler;
"Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!"
dediler. Hz.Câfer Kehf Sûresini de okudu.
Necâşi, kendisini tutamayarak;
"Vallâhi, bunlar Hz.İsâ'ya ve Hz.Mûsa'ya gelen kelâm ile
aynı menba'dan fışkıran ışıklardır. Nurdur." dedi.
Kureyş elçilerine döndü;
"Gidiniz, Vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne
de onlara bir kötülük düşünürüm." dedi.
Fihriste Dön
Peygamber Efendimiz'le
Müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası Ebû Tâlib
ve kendisine ilk imân eden Hz.Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir
hayat arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Rasûlüllah Efendimiz
için boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.
Bi'setin 10.yılına
rastlayan bu hâdiseler, Hz.Peygamberimiz'e hayâtı boyunca unutamayacağı
üzüntüler getirmiş olduğundan bu seneye, «gam ve keder yılı, hüzün
yılı» denmiştir.
Ebû Tâlib vefât ettiği
zaman 87 yaşında idi. Kendisi Müslüman dahi olmadığı halde, Kureyş'in
bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygamberimiz'i hayâtının sonuna
kadar korumaktan da geri durmamıştı.
Aynı yıl Ramazan-ı
Şerif ayında bütün mü'minlerin annesi Hz.Hatîce vâlidemiz de 65
yaşında olduğu halde vefât etti. Hz.Hatîce vâlidemiz, Peygamberimizin
Peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine
ortak olan, vefâkâr bir hayat arkadaşı idi. Peygamber Efendimizle
birlikte 25 yıl yaşadı. Peygamberimiz, Hz.Hatîce vâlidemizi takdir
ve rahmetle anar, hatırasına çok hürmet ederdi. Peygamberimiz'in
Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştu. Yalnız
Hz. İbrâhim O'nun vefâtından sonra Hz. Mâriye adındaki zevcesinden
doğmuştur.
BİR
MELCE
[2]
ve TAİF YOLCULUĞU
Ebû Tâlib'in vefâtından
sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in sağlığında yapmadıkları
zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz açamaz hâle
getirmişlerdi.
Rasûlüllah Efendimiz
bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi Zeyd ibn-i
Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı,
Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce
Allah'dan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti.
Peygamberimiz, Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler
ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i
Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü.
Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine yardıma dâvet etti.
Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını
istemek için geldiğini söyledi.
Üç kardeş her biri
ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler.
Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber
Efendimiz'e; "Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!"
dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez
ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize
musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya
Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar
içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar. Yürüdükçe
taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper
etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış
ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.
Peygamberimiz, nihâyet
üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe ve Şeybe'nin
Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri döndüler.
Peygamber Efendimiz
biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda bulundu:
"Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında
hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.
Ey merhametlilerin
en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin
Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz
bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.
Allâhım! Senin gazabına
uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları
aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna sığınırım!
Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her
kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "
Addas'ın
Müslüman Oluşu
Rebîa'nın oğulları
Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz'e yaptıklarını uzaktan
görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hristiyan olan köleleri Addas'ı
çağırdılar. "Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla
şu Zât'ın yanına kadar git ve O'na, «Bu üzümden ye» de!"
dediler.
Addas dediklerini yaptı.
Gidip tabağı Peygamberimiz'in önüne koydu. "Buyurun yiyin"
dedi.
Peygamber Efendimiz
elini üzüme uzatırken "Bismillah" dedi ve üzümü
alıp yemeğe başladı.
Addas, Peygamber Efendimiz'in
yüzüne baktı ve "Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler
ve bilmezler!" diyerek kendi kendine söylenince,
Peygamberimiz O'na;
"Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?"
diye sordu. Addas; "Hıristiyanım. Ninova'lı bir kimseyim!"
dedi.
Peygamber Efendimiz;
"Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşerisisin?"
dedi. Addas; "Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?"
diye sordu.
Peygamber Efendimiz;
"O benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, ben de Peygamberim!"
deyince,
Addas, sarılıp Peygamberimiz'in
başını, ellerini ayaklarını öptü. Müslüman oldu.
Bunu gören Rebîaoğullarından
birisi, diğerine; "Senin adamın, gözünün önünde kölenin
inancını bozdu!" dedi.
Addas, dönüp yanlarına
gelince de, her ikisi birden ona; "Yazıklar olsun Addas
sana! Sen o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!"
diye çıkıştılar.
Addas onlara; "Efendim!
yeryüzünde bu Zât'dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi
ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir." dedi.
Peygamberimiz'in
Hemşehrilerine Rahmet ve Şefkati
Peygamber Efendimiz,
Sakıf kabîlesinden (Tâiflilerden) üzgün bir halde Mekke'ye yönelmişti.
Düşüne düşüne yürümeğe devam edip Mekke'ye iki konak uzaklıkta bulunan
Karn-ı Seâlib mevkiine geldiği zaman, başının üzerinde bir bulutun
kendisini gölgelemekte olduğunu ve dikkatlice bakınca, bulutun içinde
aslî hâlinin görünüşü ile Cebrâil'in olduğunu gördü.
Cebrâil seslenerek;
"Şüphe yok ki Allâhü Teâlâ, kavminin Sana ne söylediklerini
işitti. Allâhü Teâlâ, Sana şu dağların, yerlerin, göklerin feriştahını
(meleğini) gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen O'na emredebilirsin!"
dedi.
Bunun üzerine, O acîp
kudret sâhibi feriştah melek seslendi. Peygamberimize selâm verdi
ve; "Ey Muhammed! Cebrâil doğru söyledi. Sen ne dilersen
dile! Emrine âmâdeyim: Eğer şu iki yalçın dağın, Mekkeliler üzerine
kapanırcasına birbirine kavuşmasını istiyorsan emret kavuşturayım!"
dedi.
Peygamberimiz; "Hayır!
Ben böylesini istemem! İsterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden,
Allâh'a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya
çıkarsın!" dedi.
Tâif'de verilen sıkıntı
ve eza, Peygamberimiz'e Uhud gününden daha ağır gelmişti.
Peygamberimiz, Mekke'ye
girmeden bir merhâle geride Batn-ı Nahle denilen mevkîde oturdular.
Tâiflilerin kendisine gösterdikleri çirkin hareketlerden üzülmüşlerdi.
Orada, Rahman Sûresini tilâvet ederken, cin taifesinden bir güruh
gelerek O'nu dinlediler ve imân ettiler.
Peygamber Efendimiz,
bir müddet o mevkîde oturduktan sonra Mekke'ye geldi. Şehre girmeden,
Mut'im ibn-i Adiyy isimli, tanınmış bir adama haber gönderip, kendisini
himâyesine almasını istedi. O da kabul etti. Gelip evine götürdü.
Müsafir etti.
Harem-i Şerif'de namaz
kılarken, Ebû Cehil O'nu görünce Mut'im'e; "Himayende mi,
yoksa tesadüfen mi arkana düştü?" diye sordu.
Mut'im; "Himayemde"
deyince ses çıkaramadı.
Mut'im'in bu iyiliğini
Müslümanlar hiçbir zaman unutmadı. Bedir esirleri hakkında konuşmak
için, Mut'im'in oğlu Medîne'ye gelince, Hz.Peygamberimiz ona; "Eğer
baban sağ olup da gelseydi, şu kokmuş herifler hakkında şefâatte
bulunsaydı, bağışlardım!" dedi.
Mî'rac, lügatte "urûc
etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine
gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (S.A.V) Efendimiz'in Mekke'den
(Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta
ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş,
seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan «İsrâ» da denir.
İsrâ ve Mî'rac mûcizesi
hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de, geceleyin vuku'
bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Sübhânellezî
esrâ bi abdihî leylen minel Mescidil Harâmi ilel Mescidil Aksâ...
ilh. [Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan
Zât-ı Ecelli A'lâ, en has kulu olan Habîbini, gecenin küçük bir
cüz'ünde, Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya götürdü. Biz, O Mescîdi
Aksâ'nın etrafını, mâddî ve mânevî müzeyyenât ile Habîbimize, mûcizelerimizden
bâzısını gösterelim diye süsledik. Şüphe yok ki, her şey'i hakkıyla
gören ve işiten Allah'dır.]" (Sûre-i İsrâ, âyet 1).
Peygamber Efendimiz'in
Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi" yapıldığı
hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren
Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara
çok açık ve net bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid"
kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin
her ikisine birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem
ruh ve hem de cesedi ile beraber yaptırıldığı muhakkaktır.
Hakkında "Levlâke,
Levlâke lemâ halakt-ül eflâk (sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben
ecrâm-ı ulviye ve süfliyeyi halketmeyecektim, bütün bu varlığı senin
şerefine yarattım" buyurulan bir peygamberin, nezdi ulûhiyyetteki
sevgisini takdir edenler için Mi'rac'ı akla baîd (uzak) görmeye
aslâ mahal yoktur.
Mi'rac, insan aklının
kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır
(akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan, akıl kantarı
ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda, zaman
ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in
ilâhi lütfa mazhar oluşudur.
Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri
kabul etmektedir. Esir dalgaları ile uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini
her gün görüyoruz. Geçmişte hayal sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir.
Mükevvenâtta, kuvvetler keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana
çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği akıl ve zekâ sâyesinde bugünün
insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve seyyârelere gidip
gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle, sevgili
kulu Hz.Muhammed(S.A.V.)'in Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere
çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün
Mükevvenâtı seyretmesi neden mümkün olmasın?
Ne yazık ki; dün, bu
Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin, «insan uçar mı imiş,
ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile
alâkası ne imiş» diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları,
Avrupa'nın mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını
tekzip ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr
eden ciltlerle dolu kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.
Artık Mi'rac, zamanımızdaki
ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes tarafından daha kolay
kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar ne kadar
sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek
yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle,
herşey bizimledir.
Fahri Kâinât (S.A.V)
bu hususta meâlen buyuruyorlar ki:
"Mi'rac'a götürüldüğüm
gece, Ben, Mekke'de [3]
, uyku ile uyanıklık arasında
iken, Cebrail geldi. Kalk yâ Muhammed (S.A.V) dedi.
Kalkdım bir de baktım
ki, yanında Mîkâil ve İsrâfil Aleyhimüsselam da var. Kardeşim Cibril'e
sorduğumda dedi ki: ''Yâ Muhammed! Rabbim Teâlâ, beni sana gönderdi.
Bu gece, bundan önce hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç
kimseye yapmayacağı ikrâmı sana lütuf ve ihsanda bulunacak. Sen
Rabbinle konuşmayı ve O'nu görmeyi istsyorsun, bu gece, sen Rabbinin
acâibâtından, O'nun azamet ve kudretinden çok şeyler göreceksin.''
dedi.
Sonra bana mânevi bir
ameliyat yapıldı. İçi îman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirdiler,
boğazım'dan karnıma kadar göğsümü yardılar, Zemzem suları ile yıkayıp
îman ve hikmetle doldurdular. İki omuzumun arasına Hatemi Nübüvvet
ile mühürlediler. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu, Zemzem suyunun
başına götürdü. Oradaki meleğe şöyle dedi: ''Bana zemzem suyundan
bir kova su getir.'' O su geldikten sonra, abdest aldım, iki
rekat namaz kıldım. Sonra "haydi gidelim" dedi.
Nereye diye sordum,
Rabbine, Rabbinin
dilediği yerlere" dedi. Ve çok güzel, beyaz Burak denen
acîp bir vâsıtaya bindirilerek yola çıkarıldım.
Mescîd-i
Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya
Burak, adımını gözünün
erişebildiği yerin ilerisine atıyordu.
Peygamber Efendimiz,
Mekke ile Medîne arasında bulunan Ezrak Vâdisinden geçerken; "Bu
hangi vâdîdir?" diye sordu.
"Ezrak vâdisidir!"
dediler.
Peygamberimiz, bakınca,
Hz.Musâ'nın "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek
seniyeden (yüksekten) inişini, Hz.Dâvud'un, şehâdet parmaklarını
kulaklarına kadar kaldırıp yüksek sesle "Lebbeyk, Allâhümme
Lebbeyk" diyerek vâdiden geçişini gördü.
Peygamberimiz, Cuhfe
yakınındaki Herşâ seniyesinden geçerken; "Bu hangi seniyedir?"
diye sordu.
"Herşâ seniyesidir!"
dediler.
Peygamber Efendimiz
bakınca, orada, Hz.Yûnus'un kırmızı tüylü, dişi devesinin üzerinde,
softan cübbesine bürünmüş, devesinin liften yularını tutup "Lebbeyk,
Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçmekte olduğunu gördü.
Peygamberimiz, Cebrâil
ile birlikte Beyt-i Makdis'e (Mescîd-i Aksâ'ya) vardı. Orada, Peygamberlerden
Hz.İbrâhim, Hz.Musâ, Hz.İsâ ve gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin
ve bütün Evliyâullâhın ruhâniyetini toplanmış halde buldu. Fahri
Kâinât'ı istikbal ediyorlardı. Peygamber Efendimiz, herbiri ile
ayrı ayrı musâfaha etti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Hepsine imam
olarak iki rekât namaz kıldırdı.
Peygamber Efendimize
üç bardak sunuldu ki, onlardan birisinde süt, birisinde şerbet,
diğerinde de su vardı. Bardaklar sunulurken Peygamberimiz bir ses
işitti ki; "Eğer suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız,
kanâatkâr olur. Eğer şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete
uğrar, sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğru yolu bulur!"
diyordu.
Peygamber Efendimiz
süt bardağını içti.
Cebrâil; "Yâ
Muhammed! Sen, fıtrî ve tabîî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru
yola iletildiniz!" dedi.
Mescîd-i
Aksâ'dan Semâvât'a
Peygamber Efendimiz,
Mescid-i Aksâ'dan Cebrâil ile birlikte semâvâta, göklere yükseltildi.
Melekût âlemini seyretti.
Birinci kat semâda
çok nûrâni bir zât gördü. Onun sağ ve sol yanında bir takım karaltılar
vardı. Sağına bakınca gülüyor, memnun oluyor. Soluna bakınca da
ağlıyor, mahzun oluyordu. Peygamber Efendimiz, bu zâtın kim olduğunu
tanıyamadı ve merak edip Cibril'den sordu.
Cibril de; "O,
Senin ve bütün neslin babası olan Hz.Âdem'dir" diye tanıttı.
Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz, O'na selâm verdi.
O da, Peygamberimizin
selâmını şöyle aldı: "Merhaben binnebiyyi vel'veledi'ssâlih
(Merhabâ, Ey Peygamber! Ey sâlih evlâd!)" dedi.
İkinci kat semâda Hz.Yahyâ
ve Hz.İsâ,
üçüncü kat semâda Hz.Yûsuf,
dördüncü kat semâda
Hz.İdris,
beşinci kat semâda
Hz.Hârun,
altıncı kat semâda
Hz.Musâ,
yedinci kat semâda
Hz.İbrâhim'i gördü ki, Beyt-i Mâmur'un kapısında bir kürsî üzerinde
oturmuştu. Beyt-i Mâmur'a her gün yetmişbin melek girer, her girene
de kıyâmete kadar geri dönmek sırası gelmezdi.
Cebrâil yedinci kat
semâdan Peygamber Efendimizi alıp öyle bir fezâya çıkardı ki, Peygamberimiz
orada, kaderleri yazan kâlemlerin cızırtılarını duyuyordu. Daha
sonra Peygamber Efendimize, Sidretü'l Müntehâ safhası açıldı.
Cebrâil; "İşte
burası Sidretü'l Müntehâ'dır, benim seyâhat sahâmın bittiği yerdir.
Artık ben, buradan öteye gidemem. Gitmem için bir adım atacak, bir
adım ileri geçecek olursam yanarım. Benim bünyem buradan öteye seyâhata
mütehammil değildir." deyip orada durdu.
Peygamber Efendimiz;
"Peki ne olacak, buradan öteye ben ne ile gideceğim?"
diyordu ki, ufkun açıldığını, önüne bir Refref (mânevi bir asansör)
konulup buyur edildiğini gördü. Bu ânı, merhum Süleyman Çelebi şöyle
ifade ediyor:
«Söyleşirken Cebrâil
ile Kelâm,
Geldi refref önüne,
verdi selâm.»
Mî'râc'da, Peygamber
Efendimize her an bir âlem gösterilmiş, gezdirilmiş, sevdirilmiş
ve çok memnun, hayretler içinde kalarak Mevlâ'dan bu hayretlerinin
tezyîdini dilemiştir.
Peygamberimiz; "Ben,
Mîrâc'dan daha güzel bir şey görmüş değilim." buyurmuşlardır.
Mîrâc'ın
Mertebeleri
Mî'râc'ın; Mescid'i
Haram'dan Mescid'i Aksâ'ya kadar olan kısmı âyetle sabittir ki münkiri
kâfir olur.
Mescid-i Aksâ'dan Sitretü'l
Müntehâ'ya kadar olan kısmı Haber-i Meşhur'la sabittir ki münkiri
dâl ve mudil olur.
Sidretü'l Müntehâ'dan
İlâ Mâşâallah, Haber-i Ahad ile sabittir ki münkiri bidat ehli olur.
Fahri Kâinât'ın bu
seferi; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar cennetden gelme
bir Burak üzerinde, Mescid-i Aksâ'dan Sidretü'l Müntehâ'ya kadar
olan kısmı, Cebrâil (A.S.)'ın kanadı üzerinde, oradan İlâ Mâşâallah
(Allâhü Teâlâ'nın dilediği yerlere) Refref (mânevi, nurdan bir asansör)
ile cerayan etmiştir.
Mîrac'da
Peygamberimiz'e ve Ümmetine Yapılan İhsan veTeşrî Kılınan Hükümler
Peygamber Efendimiz,
Mî'rac gecesinde ilâhi tecellilere, hitaplara, iltifatlara mazhar
oldu ve Hazreti Peygamberimiz'e üç şey verildi:
1- Bakara Sûresi'nin
son âyetleri (Âmenerrasûlü),
2-Ümmetinden, Allâh'a
hiçbir şeyi şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi,
3- Mi'rac hediyesi
olarak beş vakit namaz.
Mî'rac
Mûcizesini Müşrikler Nasıl Karşıladı?
Peygamber Efendimiz,
Mi'rac sabahı halkın yanına gidip, onlara Mîrâcını haber verdi.
Her ne gördüyse serteser (baştan başa) anlattı. Maalesef îmânı zayıf
olanlardan bir kısmı buna inanmayıp irtidat etti ise de büyük ekseriyat
bu mûcizeye inandı ve îmanları kuvvetlendi. Bunu aklıyla tartmağa
kalkışanlar şaştılar, "Yâ Muhammed (S.A.V.)! Buna delilin
nedir? Biz bunun bir benzerini daha işitmedik" dediler.
Peygamber Efendimiz;
"Buna delil, fîlânoğullarının devesine, fîlân vâdîde, fîlân
yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar arıyorlardı. Onları, develerine
doğru kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim. Sonra dönüşümde Daphana'na
geldiğim zaman fîlânoğullarının kâfilesine rastladım. Halkı uyur
bir halde buldum. Onlara âit üzeri örtülü su kabının örtüsünü açıp
içindeki suyu içtim. Yine üzerini eskisi gibi örttüm.
Başka bir delil
de; sizlere âit bir kâfileye Ten'in yokuşunda rastladım ki, önde
toprak renginde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde iki çuval bulunuyordu.
Birisi siyah, öbürü alaca renkli idi" dedi.
Halk, acele Seniyye
mevkiine çıktılar. Başkaları gidip kavuşmadan kendilerine târif
edilen ilk deveyi karşıladılar. Deve aynen bildirildiği gibiydi.
Su dolu kaplarını sordular. Onlar da su doldurup üzerini örttüklerini
bildirdiler. Hemen su kabına bakıp, üzerini örttükleri gibi örtülü
gördüler, fakat içinde hiç su bulamadılar.
Müşrikler, Mekke'ye
gelen başka kâfilelerden de sordular. Onlar da; "Doğrudur.
Vallâhi biz anlattığı gibi, vâdide dağıldığı zaman devemizi yakalayıncaya
kadar, bizi kendisine çağıran bir insan sesini işitip deveye kadar
götürüldük" dediler.
Peygamber Efendimiz'e
Mescid-i Aksa'yı tarif et denince; Beyti Makdis (Mescid-i Aksa)
Peygamber Efendimiz'in mubarek gözlerinin önüne getiriliverdi. Allah
Rasûlü, bir ekrandaki görüntü misâli bakarak, kapılarını, pencerelerini
hepsini birer birer saydı, târif etti.
Buna rağmen Kureyş
müşrikleri inat ve hasedlerinden dolayı inanmak istemiyorlardı.
Mî'rac haberini kabule yanaşmadılar. Kibirlendiler. Mî'râc'ı, akla
baîd görerek; "Kervanların bir ayda gidip, bir ayda döndüğü
mesâfeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek?" dediler.
Allâh'ın herşeye kâadir olduğunu, kudretinin hudutsuzluğunu düşünemediler.
Peygamber Efendimiz
de zâten onların kendisini inkâr ile karşılayacaklarını biliyordu.
Mî'rac gecesinde Hz.Peygamberimiz, Cebrâil'e; "Kavmim beni
tasdik etmez." demiş.
Cebrâil (A.S) de; "Seni,
Ebû Bekir (R.A.) tasdik eder, O sıddıktır." demişti.
Fakat, Mî'rac hâdisesi,
görüş ufku çok geniş olan Müslümanların, îmanlarını kuvvetlendirdi.
Hz.Ebû Bekir (R.A.) bunların başındaydı.
Hz.Ebû
Bekir (R.A.)'ın Sıddıkıyyeti
Müşrikler mi'rac mûcizesini
kabul etmedikleri gibi, Hz.Ebû Bekr'e gelip; "Peygamberinin
işinden haberin var mı? O, bu gece, Beyt-i Makdis'e gittiğini, orada
namaz kıldığını, Mekke'ye döndüğünü söylüyor." diyerek
kendilerince onun îmânını sarsmağa çalıştılar. Hz.Ebû Bekir (R.A)
da; "Bunu Muhammed (S.A.V.) söylüyorsa doğrudur."
dedi ve ilâve etti; "Ben, O'nu, bundan daha mühiminde de
tasdik ediyorum. Akşam sabah kendisine Allah'dan vahiy geldiğini
haber veriyor, gelen âyetleri tebliğ ediyor, tasdik ediyorum da
bunda mı yalan olacak, aslâ yalan olmaz. Tasdik ediyorum."
dedi. Hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan kabul etti ve bundan dolayı
«Sıddık» [4]
ünvanını
aldı.
Bî'setin 11.senesi,
Medîne'li Hazrec kabîlesinden altı kişilik küçük bir kâfile Hac
mevsiminde Mekke'ye gelmişti. Peygamber Efendimiz, Mina'da Akabe
yakınında konaklayan bu kâfilenin yanından geçerken, onlara; "Siz
kimlersiniz?" diye sordu.
Onlar da; "Hazrec
kabîlesinden bâzı kimseleriz." dediler.
Peygamber Efendimiz,
onlara; "Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız!"
dedi.
Onlar da; "Olur"
dediler ve Peygamberimiz ile birlikte oturdular.
Peygamber Efendimiz,
onları, Allâh'ın birliğine inanmağa dâvet etti. Kendilerine İslam
Dînini anlattı ve Kur'ân-ı Kerim okudu [5]
.
Allâh'ın emirlerini anlattı. Onları Müslümanlığa dâvet etti.
Onlar, akıllı ve iyi
düşünen insanlardı. Peygamber Efendimiz'in söylediklerini akla uygun
ve iyi şeyler olduğunu hemen anladılar. Esasen böyle bir Peygamberin
geleceğini Medîne yahûdîlerinin ihtiyarlarından işitmişlerdi. "Öteden
beri geleceğini işittiğimiz Peygamber budur!" dediler ve
orada hemen Müslüman oldular. Peygamber Efendimiz'e; "Biz,
kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir
kavme karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride
bırakarak buraya gelmiş bulunuyoruz. Umulur ki Allâhü Teâla, onları
da senin sâyende bir araya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin
buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara
da anlatacağız. Eğer Allâhü Teâlâ, onları bu din üzerine toplar
birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz"
dediler.
Medîneliler artık gerçekten
inanmışlardı. Sonra Medîne'ye kavimlerinin yanına dönerek onlara
Peygamber Efendimiz'i anmağa, anlatmağa ve onları da İslam Dînine
dâvet etmeğe koyuldular. Bunu o kadar yaydılar ki, içinde Peygamber
Efendimiz'in ve İslâmiyetin anılmadığı Medîneli evi kalmadı.
Bi'setin 12. senesi,
içlerinde bir yıl önce Müslüman olanlar da bulunduğu halde, Medîne'den
oniki kişilik bir kâfile Hac mevsiminde Mekke'ye geldi. Bunlar,
Akabe mevkiinde geceleyin Peygamber Efendimiz'le gizlice görüştüler
ve O'na bîat [6]
ettiler. Bîat esasları şunlardı:
Allâh'a şirk koşmamak,
hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, yalan ve
iftiradan sakınmak, Peygamber'e karşı gelmemek. Peygamberimiz, bunları
yapmamalarını buyurunca,
Onlar; "Yâ
Rasûlellah! Biz bunları yapmazsak bize ne var?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz
de; "Cennet ve Cemâl-i İlâhî var" buyurdu.
"Öyleyse biz
de varız. Biz de îman ediyor, bunlara sadık kalacağımıza söz veriyoruz."
deyip, Peygamber Efendimiz'in ellerine kapandılar. Gözler yaşardı,
gönüller coştu.
Peygamber Efendimiz;
"Kim bu ahde vefâ gösterirse, Allah onu Cennetine alır.
Kim küfre düşmeksizin ahdini bozarsa, Allâh'ın irâdesine kalmıştır"
buyurdular.
Bu esnâda Medîneliler,
kendilerine Kur'ân tâlim ettirecek, dîni öğretecek bir Kur'ân muallimi
istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onlarla birlikte Mus'ab
ibn-i Umeyr'i Medîne'ye gönderdi.
Mus'ab, ilk Müslüman
olanlardandı. Nâzik bir zattı. Temiz giyinir, gâyet tatlı güzel
konuşurdu. Hulûlü muslihânede (tatlı bir uslupla girişte) bulunur,
herkese hoş muâmele ederdi.
Useyd
ibn-i Hudayr ile Sa'd ibn-i Muaz'ın Müslüman Oluşları
Medînelilere Kur'ân-ı
Kerîm'i ve İslam dînini öğretmek üzere vazîfelendirilmiş olan, Mus'ab
(R.A.), Medîne'de Ebû Ümâme Es'ad ibn-i Zürâre'nin evine indi. İslâmiyeti
Medîneliler arasında yaymağa koyuldu.
Es'ad ibn-i Zürâre
bir gün Mus'ab ile birlikte Abdüleşhel ve Zaferoğullarının semtlerine
gitmek üzere yola çıktılar. Es'ad ile Mus'ab, Zaferoğulları'na âit
bostanlardan bir bostana girip oradaki Merak kuyusunun çevresine
oturdular. Müslümanlığı kabul etmiş olan kimseler de orada toplandılar.
Sâ'd ibn-i Muaz ile
Useyd ibn-i Hudayr, Abdieşheloğulları kabîlesinin evlatları idiler.
Her ikisi de müşrik ve eski dinlerinde bulunuyorlardı. Ayrıca Sâ'd
ibn-i Muaz, Es'ad ibn-i Zürâre'nin halasının oğlu idi. Bunlar, Mus'ab
ile Es'ad'ın bostana girdiklerini işitince, Sâ'd İbni Muaz, Useyd
ibn-i Hudeyr'e; "Bizim, akılları ermez ve zaif olanlarımızı
azdırmak için mahallemize gelen şu adamlara git de, onları tehdit
et ve mahallemize gelmekten menet! Bilirsin ki, Es'ad ibn-i Zürâre
benim akrabâmdandır, halamın oğludur. Bunun için ben, onun yanına
gidemeyeceğim. Öyle olmasaydı, bu işi yapmağa ben yeterdim."
dedi.
Bunun üzerine Useyd
mızrağını alıp onlara doğru ilerledi. Es'ad ibn-i Zürâre, Useyd'i
görünce Mus'ab ibn-i Umeyr'e; "Bu gelen kavminin ulusudur.
Yanına geldiğinde onu Allâh'ı tasdik ettirmeğe çalış!"
dedi.
Mus'ab; "oturursa
onunla konuşurum!" dedi.
Useyd, sövüp sayarak
geldi, tepelerine dikildi. "Siz bize niye geldiniz? Akılları
ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mi? Hayâtınız size lâzımsa,
hemen buradan ayrılın!" dedi.
Mus'ab, O'na gâyet
nâzikâne; "Hele biraz otur, sözümüzü dinlerseniz, maksadımızı
anlarsınız. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmiyecek olursanız,
yüz çevirir hoşlanmadığınız şeye o zaman engel olursunuz. Olmaz
mı?" dedi.
Useyd; "Yerinde
bir söz söyledin!" dedi ve mızrağını yere saplayıp yanlarına
oturunca, Mus'ab, İslam dîni hakkında bir konuşma yaptı ve ona Kur'ân-ı
Kerim okudu. Useyd, Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyince O'nun te'siri altında
kaldı ve "Bu ne kadar güzel. Bu dîne girmek için neler yapılmalı?"
diye sordu.
Mus'ab ve Es'ad, ona
îcâbeden esasları söylediler, "Gusleder temizlenirsin, sonra
şehâdet getirir, Yüce Allâh'a şehâdet edersin, daha sonra namaz
kılarsın." dediler.
Bunun üzerine Useyd
kalkıp gitti ve gusletti, elbisesini temizledi. Şehâdet kelimesini
söyleyerek Allâh'a şehâdet getirdi. Sonra da, kalkıp iki rek'at
namaz kıldı ve böylece Müslüman oldu.
Useyd giderken; "Size
birini göndereyim. O da Müslüman olursa Medîne'de îman etmedik kimse
kalmaz" dedi ve kendisini oraya gönderen Sâ'd ibn-i Muaz'ı
gönderdi.
Sâ'd hiddetle geldi.
Mus'ab ona da gâyet
yumuşak davranarak; "Durun canım, böyle hiddetlenecek ne
var. Otursanız da sizinle biraz konuşsak olmaz mı? Evvelâ dinleyin,
ona göre hüküm verin. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz
yine siz bilirsiniz. Kimseyi zorlayan yok" dedi.
Sâ'd ibn-i Muaz da;
"Yerinde bir söz söyledin." dedi ve mızrağını yere
saplayıp oturdu. Mus'ab ona İslam dînini anlattı ve Zuhrüf Sûresi'nin
başından okumağa [7]
başladı.
Sâ'd İbni Muaz o güne kadar hiç dinlemediği, bilmediği bir şey dinlemişti.
Mus'ab'ın İslâmiyet hakkındaki sözlerini ve okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'i
dinledikten sonra Sâ'd'ın yüzünde de îman belirtileri başlamıştı.
O da Useyd gibi Müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordu.
Onlar da îzah ettiler. Bunun üzerine Sa'd ibn-i Muaz kendisine izah
edilenleri yerine getirip Müslüman oldu. Daha sonra mızrağını alıp
kavminin ve kavmi ile birlikte olan Useyd ibn-i Hudeyr'in toplanmış
bulundukları yere döndü.
Kavmi, Sâ'd ibn-i Muaz'ı
karşılarken birbirlerine "Allâh'a yemin ederiz ki Sâ'd,
size yanınızdaki gidişinden başka bir yüzle döndü!" dediler.
Sâ'd ibn-i Muaz, onların
yanına gelip durdu ve; "Ey Abdüleşheloğulları! Benim, aranızda
işimi, gidişimi nasıl bilirsiniz" diye sordu.
Onlar da; "Sen
bizim ulumuzsun. Görüş ve düşünüşde en üstünümüz, en iyi olanımızsın"
dediler.
Sâ'd'İbni Muaz onlara; "Siz Allâh'a ve Rasûlüne îman edinceye kadar, sizin erkek
ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun." dedi.
Sâ'd ibn-i Muaz'ın
bu sözü üzerine Abdüleşheloğulları mahallesinde o gün akşama kadar,
kadın erkek, Müslüman olmadık kimse kalmadı. İşte Abdüleşheloğulları
kabîlesinden iki ileri insanın Müslümanlığı kabul etmesi, bütün
kabîlenin, Medîne halkının, kadınlı ve erkekli olarak İslam dâiresine
girmelerine vesile oldu.
Bî'setin 13.yılında
Hac için Medîne'den Mekke'ye gelen 500 kadar kimse arasında 75 de
müslüman vardı. Bunlardan 73'ü erkek, 2'si kadındı. Peygamber Efendimiz'i
görmek, emirlerini telakkî etmek, O'na bîat etmek ve O'nu Medîne'ye
dâvet etmek istiyorlardı.
Medîne'den gelen Müslümanlardan
Kâb'ibn-i Mâlik ile beraber, önce bir kaç kişi Peygamber Efendimiz'e
gelerek; "Yâ Rasûlellah, bu sene hacca gelenler arasında
bulunan kardeşlerimizle, sizi görüp bîât etmek isteriz. Bu nerede
ve ne zaman mümkün olur?" diye sordular.
Peygamber Efendimiz;
gecenin üçte ikisi geçtikten sonra Akabe'de toplanmalarını ve bundan,
müşriklerin haberdar olmaması için bu hususu bir duyanın bir başkasına
aslâ söylememesini tembih etti.
Peygamberimiz, amcası
Hz.Abbas'ı yanına alarak, tesbit edilen zamanda Akabe'ye geldi.
(Gerçi Abbas henüz Müslüman olmamış ise de, Ebû Tâlib'den sonra,
Peygamber Efendimiz'in himâyesini üzerine aldığı ve gâyet tedbirli
bir kimse olduğu için böyle mühim bir toplantıda hazır bulunarak,
işi sağlam bir esasa bağlamak istemişti.)
İlk önce Abbas söze
başladı, ve; "Ey Yesrib (Medîne) Ehli! Bu, kardeşimin oğlu
bana insanların en sevgilisidir. Kavmi içinde kâdir ve kıymeti yüksektir.
Biz, kendisini şimdiye kadar her türlü düşmandan koruyup muhafaza
ettik. Bundan sonra da himâye etmeğe azimliyiz. Ancak, sizin O'nu
aranıza dâvet talebinizle beraber kendisi de size katılmağı, sizin
beldenize gitmeği kabul ve arzu ediyor. Eğer bütün Arap kabîlelerinin
düşmanlıklarına, O'na muhâlefet edenlere karşı, kendisini koruyabilecek,
O'nunla beraber savaşmaktan geri durmayacak gücü kendinizde buluyor
ve bunu taahhüt ediyorsanız, sizinle beraber gitsin. Yok eğer buradan
çıkıp gittikten sonra onu yalnız ve yardımcısız bırakıverecekseniz,
şimdiden bu işten vazgeçin. Yine kavmi içerisinde izzeti ile kalsın."
dedi.
Medîneli Hz.Es'ad ibn-i
Zürâre, Abbas'a; "Ey konuşmaları ile bize söz dokunduran
kişi! Senin, insanların en sevgilisi olduğunu söylediğin zât, Allâh'ın
Rasûlü'dür. O'nun, Rab'binden getirdikleri, insan sözüne benzemez.
Biz, O'nu, canımız, malımız telef oluncaya kadar korumağa ve O'na
sadâkat göstermeğe kararlıyız, dilediğin te'minâtı bizden alabilirsin."
dedi.
Sonra, Peygamber Efendimiz'e
hitâben; "Ey Allâh'ın Rasûlü!, kendin için arzu ettiğin
ahdi bizden al, Rabbin için istediğin şartları da bize koş."
dedi.
Peygamber Efendimiz,
onlara, Kur'ân-ı Kerim'den bâzı âyetler okuyup teşvikte bulunduktan
sonra; "Rabbim için istediklerim: O'na şirk (hiçbir ortak)
koşmaksızın ibâdet ve tâatta bulunmanız, namaz kılmanız, zekât vermeniz,
doğruluğu emir ve kötülüğü nehy etmeniz, gerek sevinç ve gerek keder
hâlinde din işinde kusur etmemeniz, hakkın yerine getirilmesi için
hiç kimseden çekinmemenizdir.
Beni de,
Allâhü Teâlâ'nın Peygamberi olarak tasdik etmekle nefsimi, kendi
nefsinizi ve evlât iyâlinizi esirgeyip koruduğunuz gibi muhafaza
etmeniz ve bu yolda ahid vermenizdir." buyurdu.
Medîneli şâir Hz.Abdullah
ibn-i Revvâha; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Bu söylediklerini yapıp
da, Allah ve Rasûlü yolunda ölürsek bize ne var?" diye
sordu.
Peygamber Efendimiz;
"Allâh'ın rızası ve Cennet var." buyurdu.
Bunun üzerine, Medîneli
Müslümanlar; "bu ne hayırlı, ne kadar kazançlı bir alış
veriştir!..." diyerek, O Hazretin buyurduğu esaslar üzerine
elini tutup [8]
bîat etmeğe başladılar. Allâh'ın Rasûlü'nü, can
ve başla koruyacaklarına, O'nun düşmanlarına karşı savaşacaklarına
dâir söz verdiler. Böylece, can verip cennet aldılar.
Ayrıca bu bîatda, Medîneli
Müslümanlar bir madde de kendileri ilâve ederek, Peygamberimiz'i
Medîne'ye dâvet etdiler ve kendisini koruyacaklarına dâir kılınçları
üzerine ahd-ü pîman etdiler.
Bütün Müslümanların,
Peygamber Efendimiz'in elini tutarak biât edişlerini gören amcası
Abbas, sıra iki kadına gelince; "Gidin,.. siz biât etmiş
oldunuz." diyerek, Peygamber Efendimiz'in kadınlara elini
vermediğini anlatmış oldu.
Peygamber Efendimiz,
Akabe'ye katılan Medîneli Müslümanlar'a; İslam dîninin yayılması
ve düşmanlarına karşı müdâfaa edilmesi için biât ehli arasından
oniki nakîb (temsilci) seçmelerini bildirdi.
Bunun üzerine; Hazrecliler
dokuz, Evsliler üç kişi olmak üzere, kavimlerinin ileri gelenlerinden,
akıl, ilim ve irâde sâhibi oniki temsilci çıkardılar.
Peygamberimiz, bu oniki
kişinin temsilcisi olarak da, Hz.Es'ad ibn-i Zürâre'yi ta'yin etti.
Rasûlü Ekrem, bu temsilcilere; "Havârîler, kavimleri içerisinde
nasıl Meryem'in oğlu İsâ'nın vekilleri idi iseler, siz de kavminiz
içerisinde benim vekillerimsiniz. Ben de, kavmimin (Mekkeli Muhâcirlerin)
kefiliyim." buyurdu.
Bu ikinci Akabe biâtında,
ilk defa icabında İslâmın düşmanlarına karşı harp kararı alındığı
için, bu bîatın İslam Târihinde yeri çok büyüktür. Bu îtibarla «Büyük
Akabe Biâtı» diye isimlendirilmiştir.
MUSÂFAHA
Musâfaha; iki kişinin
birbirlerine muhabbetlerini izhar için ellerini uzatarak el sıkışmalarına
denir. Eshâbı Kirâm'dan Berâ bîn-i Azîbe göre; mü'minin kardeşi
ile selamlaşması musâfaha ile tamamlanır.
Katâde; Enes ibn-i
Mâlik'e "Eshâbı Kirâm birbirleriyle musâfaha ederler miydi?"
diye sordum. "Evet!" dedi. Hammad bini Zeyd iki
elini uzatarak musâfaha yapardı.
Çocuklarla musâfaha,
onların başları sıvanmak ve kendilerine "Bârekallâhü fîke"
diye duâ edilmek suretiyle yapılır.
İslâmda ilk musâfahayı,
Yemen'den Medîne'ye geldikleri zaman Yemenliler yapmış, Peygamber
Efendimiz onlar hakkında; "Onlar sizden daha yufka yüreklidirler."
buyurmuştu.
Eshâbı Kirâm, Peygamber
Efendimiz'in ellerini öperlerdi. Hz.Ali, amcası Hz.Abbas'ın elini
öpmüştü. Câfer ibn-i Ebi Talib, Habeş ülkesinden Medîne'ye döndüğü
zaman Peygamberimiz de onun iki gözünün arasını öpmüştü.
Erkeklerin kadınlarla
musâfaha etmeleri, el sıkışmaları haramdır. Peygamberimiz bîat alırken
bile onlardan hiçbirinin eline elini değdirmemiştir. Hz.Âişe (R.Anha)
vâlidemiz bu hususta "Vallâhi Rasülullah'ın eli, avucu hiçbir
kadının eline, avucuna değmemiştir." buyurur.