Fihriste Dön
                O'nun İçin Neler Dememişlerdi?

            Kimi «mecnun» demişti, kimi «kâhin» ve kimi de «şâir» demişti. Kureyş kavmi, hac mevsimi gelince İslam dîninin yayılacağından korkuyorlardı. Buna mâni olmak için bir takım tedbirler almağı düşündüler. Yapacaklarını kararlaştırmağa koyuldular.

            İçlerinden biri; "Hac mevsimi yaklaşmış bulunuyor. Şimdi her taraftan adamlar gelecek. Eğer bir tedbir almazsak onlardan da adamlar kandırılacak, Müslüman olacaklar. Bunu önlemenin bir çâresini bulalım. Ne diyeceksek şimdiden kararlaştıralım" dedi.

            Bu fikir kabul edildi. Ne diyeceklerini kararlaştırmağa başladılar.

            İçlerinden bâzıları "Kâhin diyelim" dediler.

            Amma Velid ibn-i Muğîre, buna; "O Kâhin değildir. O'nun sözleri aslâ kâhin sözüne benzemez." diyerek îtiraz etti

            Bâzıları; "Mecnun diyelim." dedi.

            Velid ibn-i Muğîre; "Olmaz, mecnun desek kim inanır. O'nda aslâ delilik alâmeti yoktur."

            "Şâirdir diyelim." diyen oldu.

            Velid ibn-i Muğîre; "Bu da olmaz, okudukları şiir değildir. Zîra şiirin kısımlarını biliyoruz. Bu sözler hangi şiirin hangi kısmına uyar ki?"

             (Hâşâ) "Sihirdir diyelim" diyenler oldu.

            Velid ibn-i Muğîre; "Bu da aslâ olmaz. Sihirbaza neresi benziyor? Okuyup üflemesi var mı? Sonra düğüm bağlıyor mu? Velhasıl sihirbâzın işlerine benzer bir işi var mı? Yok. O'na nasıl sihirbaz diyebiliriz. Buna kim inanır?" dedi.

            Rasûlü Ekrem hakkında ne diyeceklerine karar veremediler. Çünkü O, söyledikleri hiçbir fikrin sâhibi değildi. O'na yakıştırmak istedikleri şeylerle uzaktan yakından alâkası yoktu. Böylece O'na iftira atmağa güçleri yetmedi.

            Böyle bir mûcizeden habersiz olarak hâlâ O'nun bir peygamber olduğuna inanamamaları ne acı ve hazîn bir nasipsizlik değil mi?

            Nihâyet Hac mevsimi geldi çattı [1] . Rasûlü Ekrem akın akın Mekke'ye gelen hacıları hak dîne dâvet ediyordu. Medîne'nin yarısından fazlası müslüman olmuştu. Benî Seleme kabîlesinden bir kaç kişi Kur'ân'dan âyetler dinlemişler, şimdiye kadar duymadıkları şeyler olduğunu gördükleri zaman, hemen müslüman olmuşlardı. Kabîlelerine döndükleri zaman Hz.Peygamberimiz'den bahsederek O'nun basit bir insan olmadığını, kendilerinin müslüman olduklarını söyledikleri vakit, kabîleden onlara karşı çıkanlar olmuşsa da takdir edenler de çok olmuştu. Hattâ aynı kabîleden Amr'ibn-i Camuh müslüman olan oğluna; "O zâttan işittiğin sözlerden bir kısmını bana söyle" dedi.

            Fâtiha-i Şerife'yi okudu. Babası hayretler içinde kaldı.

            "Çok güzel, çok güzel. Diğer söyledikleri de bunlar gibi güzel mi?"

            Oğlu cevap verdi: "Daha güzelleri bile var"

            Bedevî Araplardan biri, "Fesdağ bimâ tü'mer. [Meâl-i şerifi: Sana emrolunanı (kafalarını çatlatırcasına) açıktan açığa beyan et, (darılacaksa darılsın, kırılacaksa kırılsın,) müşriklere aldırış etme.]" (Sûre-i Hıcr, âyet 94) Âyet-i Kerîmesini işitince hemen secdeye kapandı ve şöyle dedi: "Bu sözün fesâhatına secde ettim."

            Bir diğeri de Sûre-i Yûsuf okunurken îmâna gelmişti. Hattâ bu Sûre'nin 80.âyeti okununca şöyle demişti: "Şehâdet ederim ki hiçbir mahluk buna benzer söz söyleyemez."

(80. âyet: «Felemmestey'esû minhü hâlesû neciyyâ, ilh. [Meâl-i şerifi: Vaktâ ki, artık ondan ümitlerini kestiler, fısıldaşarak bir yana çekildiler. Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden Allah adıyle teminat almış olduğunu, daha evvel de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmediniz mi? Artık ben, ya babam bana izin verinceye yahut benim için Allâhu Teâlâ hükmedinceye kadar, buradan katiyyen ayrılmam, O hakimlerin en hayırlısıdır.]» Sûre-i Yûsuf, âyet 80)

            Ebû Zer bile kardeşinin sözlerini duyduktan sonra îmâna gelmişti. Kardeşi Mekke'nin en tanınmış şâirlerinden biri olan Enis'ti. O'nun şiirlerini herkes zevkle dinlerdi. Bir gün Enis, Mekke'ye geldiği zaman Hz.Peygamberimiz'in sözlerini duymuştu. Geri döndüğü zaman kardeşi O'nun evsâfını beyân etmişti. Ebû Zer, kardeşinin beyân ettiği şahıs hakkında daha fazla mâlumât toplamak istediğinden olacak ki soruların ardı arkası kesilmiyordu.

            "Mekkeliler O'nun hakkında ne diyorlar?"

            Enis; "Şâirdir, kâhindir, sihirbazdır, diyorlar. Ben, kâhinlerin sözlerini işittim, sonra şâirlerin şiirlerini dinledim ve sihirbazları gördüm. Muhammed (S.A.V.) denilen zâtı kimselere benzetemedim. Anladım ki Muhammed (S.A.V.) doğrudur, diğerleri yalancıdır."

            Enis'in kardeşi Ebû Zer hiç fırsat kaybetmeden müslüman oldu. Kardeşinin sözleri üzerine müslüman olanlar o kadar çoktu ki artık Peygamberimiz'i görmeden müslüman olanlar da artıyordu.

            Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir şeye benzememesi, sâdece kendisine benzemesi, O'nu daha da yüceltiyordu. O ne şiirdir, ne de nesirdir. O, tamamen bir mûcizedir. Bütün Âyet-i Kerîme'ler belâğat bakımından bir derecede olmayıp birbirine nazaran daha üstündür. Amma cümlesi mûcizedir. Yânî misli ve benzerini meydana getirmekten insanlar âcizdir. Sade insanlar değil bütün kâinât âcizdir.

            Müşrik Arap ulemâsından bâzıları, Kur'ân-ı Kerim gibi bir kitap meydana getireceklerini söyleyerek çalışmalara başladılar. Fakat çalışmaları kendi istekleri ile yarıda kaldı. Çünkü söyledikleri sözler çok basit cümleler oldu.

            Muallâkat-ı Seb'a, Kâbe duvarlarında asılı idi. Onların okuyucusu vardı. Şiir yazmak ve okumak Arapların üzerinde durdukları bir mevzuu idi. O zamanlarda en câhil kimseler bile muhayyilelerinin genişliğine göre şiir yazarlar ve bu şiirlerle yarışmalara katılırlardı. İçlerinden en güzelleri seçilerek yazarlarına hediyeler verilir, taltif edilirlerdi. 

            Belağatın en âlâ derecesinde olan Kur'ân Âyetleri nâzil olmağa başlayınca şâirler arasında da çözülmeler başladı ve şu Âyet-i Kerîme'yi; (estaîzübillâh) "Ve Kîle yâ ardubleî mâeki veya semâü aklıi ve ğîzel'mâü ve gudiyel'emrü vesteved alel' cûdiyyi ve Kîle buğden lil kavmizzâlimîn, [Meâl-i şerif: Allâhu Teâlâ tarafından denildi ki; "Ey arz, suyunu yut, ey gök sen de tut." Su kesildi iş olup bitirildi, (Gemi de) Cudi (dağının) üzerinde durdu. O zâlimler güruhuna "uzak olsunlar" denildi]" (Sûre-i Hud, âyet 44) duyan, dinleyen, belağattan anlayan, bütün insanlar müslüman oldular. Bu Âyet-i Kerîme birçok kimseye tesir etmişti.

            O vakitler, Muallakâtı Seb'a şâirlerinin en meşhuru İmri-ül Kays'dı. Kardeşi yaşıyordu. Bu Âyet-i Kerîme'yi işittiği zaman şöyle dedi: "Artık kimsenin bir diyeceği kalmadı. Kardeşimin şiiri dahi bu sözlerin yanında duramaz. Bu sözler gerçek olanlardır".

            Doğruca Kâbe'ye giderek kardeşinin şiirini indirdi. Diğerlerinin de bir hükmü kalmamıştı. Çünkü kardeşinin şiiri en yüksekte duruyordu. Yüksekteki indirilirse alçaktakilerinin hükmü kalır mıydı? Artık Kâbe duvarında sâdece Kur'ân-ı Kerîm'in Âyetleri vardı. Halk onları okuyarak yüce sanatın zevkine varıyordu. Diğer eserlere bakanlar yoktu. Müşrik kalmakta israr edenler ise bu duruma çok kızıyorlardı. Amma ellerinden bir şey gelmiyordu. Susmaktan başka çâreleri yoktu.

            Birçok kimseler, bu Âyetlerin Allah Kelâm'ı olduğuna inanmışlardı. Zira, onlar Peygamberimiz'in ümmî olduğunu biliyorlardı. Böyle sözleri kendi başına söylemesine imkan yoktu. Söyleyebilmesi için bilmesi gerekti. Bilmesi için de ya duyması ya da okuması lâzımdı. Halbûki Peygamberimiz ne biliyordu, ne de başkasından duymuş veya ders almıştı.

            Ne var ki, en büyük bir mûcize olarak Cenâb-u Hak bir anda geçmişlerin ve geleceklerin ilmini Habîbi Muhammed'ül Mustafa (S.A.V.)'e ihsan etmiş ve O'nu her türlü ilim ve hikmetin menbaı kılmıştı.

Fihriste Dön
                İlk Müslümanlar ve Uğradıkları Ezâ ve Cefâ

            Müşrikler, ilk Müslüman olanlar içinde kendilerine arka çıkacak kuvvetli adamı bulunmayan, kabîle hâmisi olmayan zayıf gördükleri fakirlere, yapmadık zulüm ve işkence bırakmıyorlardı. Onları aç ve susuz bırakırlar, döverler, kızgın kumların üzerine yatırıp işkence yaparlardı.

            En Çok Ezâ ve Cefâya Uğrayanlardan Bâzıları

            Yâser ailesine işkence: Ebû Cehil, Kureyş'den birinin İslam olduğunu haber alınca, O'na gelir ve O'na malında ve ticâretinde eziyet ederdi ve ettirirdi. Ammar bin Yâser'in başına ateşte kızdırılmış saç koyarlar, bu şekilde işkence ederlerdi. Ammar'ın babası Yaser, kardeşi Abdullah ve annesi Sümeyye de îmanları yüzünden Mekke'nin kızgın çölüne çıkarılıyorlar ve eziyet ediliyorlardı.

            Allah Rasûlü onlara uğruyor, onların çektikleri azap ve ızdırapları bizzat görüyordu. Fakat, Müslümanların az ve zayıf olmasından dolayı hiçbir şey yapmağa muktedir olamıyorlardı ve onlara şöyle diyordu: "Sabredin, Ey Yâser âilesi, size cennet vadedilmiştir."

            Yâser, Peygamber Efendimiz'e; "Zaman hep böyle mi sürüp gidecek?" diye sordu.

            Peygamber Efendimiz; "Allahım!.. Yâser âilesine rahmet ve mağfiretini ihsan et!" diyerek onlara duâ etti.

            Bir müddet sonra Yâser, işkenceye dayanamayarak can verdi. Zevcesi Sümeyye çok yaşlanmış zayıf bir kadındı. Ebû Cehil, Sümeyye'ye: "Sen, ancak cemâline aşık olduğun için Muhammed'e imân ettin" deyince, Sümeyye ona ağır laflar söyledi. Ebû Cehil de kızarak elindeki mızrağını O'na saplayıp Sümeyye'yi şehîd etti.

            Din yolunda erkeklerden ilk şehîd Yâser, kadınlardan da ilk şehîd Yâser'in zevcesi Sümeyye oldu.

            Bilâl-i Habeşî: Soy îtibariyle, Habeşli bir zencidir. Ümmiye'tibni Halef'in kölesiydi. Ümmiye, İslâmın büyük düşmanlarından olduğundan, kölesine yapmadık eziyet bırakmadı. O'nu kızgın kumlar üzerine yatırıp, göğsüne kızgın taşlar koyarak saatlerce güneş altında tutardı. Bilâl, imân aşkının verdiği kuvvetle bunlara dayanır, "Allah birdir, bir." diyerek, bunlara katlanırdı.

            Bilâl-i Habeşî'nin himâye edecek kimsesi yoktu. Boynuna ip takarak çocukların ellerine verip sürüklüyorlardı. Boynunu ip kesiyor, kanlar akıyor, fakat ağzından yalnız "Allah birdir, bir." sözü çıkıyordu.

            Peygamber Efendimiz, oradan geçerken Bilâl-i Habeşî'ye böyle işkenceler yapıldığını ve O'nun; "Yâ Ahâd!.. Yâ Ahâd!.. (Ey bir olan Allahım, Ey bir olan Allahım)" diyerek, Cenâb-u Allâh'a ilticâda bulunduğunu gördü. "Devam et, O Ahâd isminin sâhibi seni kurtarır" buyurdu.

            Peygamberimiz, durumu Eshâbına haber verdi. Bunun üzerine Hz.Ebû Bekr'ini's-Sıddık, koşarak onlara; "Siz bunu işkence ile öldüreceksiniz de, elinize ne geçecek? Bunu bana satın." dedi.

            "Satmayız." dediler. Çok ağır bir para teklif ettiler. Öyle ki, Hz.Ebû Bekr'i servetinden edip, başkalarına muhtaç edecek şekilde bir para teklif ettiler.

            Hz.Ebû Bekr'is'Sıddık gidip, derledi toparladı, o parayı getirip Bilâl'i onlardan satın alarak, Allah rızası için âzâd etti.

            Müşrikler buna hayret ettiler, şaştılar. "İnsan, kendinden başkası için bu kadar parayı verip âzâd edemez. Olsa olsa, O'nun yanında önceden kazanılmış ve kendisine emânet edilmiş, Bilâl'in parası varmıştır da, O, onunla bunu almıştır." dediler.

            Cenâb-u Hakk indirdiği âyetle, müşrikleri tekzîb etti ve "Benim Ebû Bekir kulumun yanında, başkası için emânet bırakılmış bir para yok. O ancak Allah rızası için yaptı. Rabbîsi O'ndan, O da Rabbîsinden razıdır." buyurdu.

            Suhayb-i Rûmî: Müşrikler, Suhayb'i Müslümanlıktan döndürmek için, ne söylediğini bilmeyecek hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün Suhayb, Hubab ve Ammar birlikte giderlerken Kureyş müşrikleriyle karşılaştılar.

            Müşrikler; "İşte Muhammed'in oturup kalktığı kimseler şunlar!" diyerek hakârete kalkıştılar.

            Suhayb; "Evet biz, Allâh'ın Peygamberi ile oturup kalkan kimseleriz. Allâh'ın Peygamberine biz îmân ettik, siz küfrettiniz. Biz, O'nu tasdik ettik, siz tekzib ettiniz. Müslümanlıkta değersizlik, müşriklikte de üstünlük bulunmaz." deyince, üzerine saldırdılar.

            "Allâh'ın aramızdan nîmet ve rahmetine erdirdiği kimseler bunlar ha!.." diyerek, Suhayb'i dövdüler.

            Bunca ezâ ve cefâya rağmen; hidâyet yolundan dönen, dayanamayan, şüphe ve kaygıya düşen, nefsine kapılan, içi burkulan, îmân duygusu gölgelenen, küfre kayan veya kayar gibi olan tek kişi dahi olmadı.

Fihriste Dön
                Müşriklerin Elebaşıları

            Ebû Cehil: Ebû Cehil, Müslümanların en büyük, en azılı düşmanı, küfrün önderi idi. O, varlıklı, güçlü kuvvetli ve istediği zaman bütün Kureyş halkını kendi etrafında toplayacak bir güce sâhipti. Müslümanların, onun elinden ve dilinden çekmediği kalmadı. Öyle ki, Müslümanlara işkencenin en ağırını yapıyor ve yaptırıyor, İslâmiyetin yayılmasını önlemek için her çâreye başvuruyordu.

            Ebû Leheb: Peygamber Efendimiz'in öz amcalarından birisi olmasına rağmen, İslâmiyetin en azılı düşmanlarındandı. Karısı Ümmü Cemile de kocası gibi düşman, Peygamber Efendimiz'e eliyle diliyle ezâ verenlerden biriydi. Ebû Leheb hasta olduğundan Bedir harbine gidememiş, bedel göndermiş, Bedir'de Müslümanların gâlibiyet haberini yatağında duyunca, iki kere ölmüştü.

            Velid ibn-i Muğîre: Kureyş'in nüfuzlularındandı. İslâmın azılı düşmanlarından, nesebi gayri sahih soysuzun birisiydi.

            Âs ibn-i Vâil: İslâmiyet ve O'nun Peygamberi ile acı acı alay eden, Peygamber Efendimiz'in oğlu Kâsım vefât ettiği zaman, «Muhammed ebterdir, erkek evlâdı yaşamıyor, O'nun sonu yoktur» diyen bu adamdır. Evlat acısıyla yüreği kanayan bir babayı teselli edecek yerde, o böyle acı sözler söyleyecek insafsızın birisidir. Fahri Kâinât'ın düşmanları, ictimâî mevkiileri ne olursa olsun, işte böyle insanlıktan uzak kimselerdi.

            Cenâb-u Hakk, Kevser Sûresi'nin son âyetiyle, «Âsıbni Vâil'in kendisinin ebter olduğunu» beyânla zemmetmiştir.

            Ölümü şöyle oldu: Bir defasında eşeğine binmiş Mekke civarında bir dağ geçidinden geçerken, eşeği onu yere düşürüp bacağını ısırdı. Bu yara bacağının şişmesine ve ölümüne sebep oldu.

            Nad'ribni Hâris: Peygamber Efendimiz'e ve Müslümanlara ençok ezâ ve cefâ edenlerden biri de bu adamdı. Acem hikayelerine vâkıftı. "Muhammed size esâtir-i evveliyni (Hâşâ, geçmişlerin masallarını) söylüyor." derdi.

            Bunun hakkında birkaç âyet nâzil oldu. Bedir harbinde esir alınıp Rasûlüllah'ın emriyle öldürüldü.

            Diğer Düşmanlar: Ümmiye'tibni Halef, Utbe ibn-i Rebîa, Übeyy'ibn-i Halef, Hubeyre ibn-i Ebi Vehb, Hakem ibn-i Ebül As ... vs.dir.

Fihriste Dön
                Hz.Hamza'nın Müslüman Oluşu

            Hz.Hamza, Peygamber Efendimiz'in amcasıdır. Kureyş'in soylularından, pehlivan, bahâdır, gözüpek, Kureyş yiğitlerinden en şerefli ve îtibarlı olan, taşkınlığa ve haksızlığa hiç dayanamayan ve şiddetle karşı koyan bir zat idi. Müslüman olması şöyle oldu:

            Peygamber Efendimiz Safâ tepesinde otururken, Ebû Cehil, yanında iki arkadaşıyla önünden geçtiği Kâinâtın Efendisi'ne türlü hakâretlerle edepsizce sövdü.

            Peygamber Efendimiz onlara hiçbir şey söylemeden kalkıp evine gitti.

            Hâdiseye şâhit olan Abdullah ibn-i Cüd'an'ın azadlı câriyesi, o sırada tepeden tırnağa silahlı, avdan dönmekte olan Hz.Hamza'ya olup bitenleri anlattı. Hamza'nın asabı bozuldu. Bundan fevkalâde canı sıkıldı. Okunu yayını takınmış olarak Kâbe'ye gidip, Ebû Cehil'i aradı, buldu. "Benim kardeşimin oğluna küfreden, O'nun hatrını kıran sen misin?" diyerek, elindeki ok yayını Ebû Cehil'in kafasına şiddetle indirdi ve kafasını yardı.

            Hamza'nın büsbütün öfkelenip Müslümanlığa can atmasından korktukları için mukâbelede bulunmadılar.

            Daha sonra Hz.Hamza, doğru yeğenine gitti. Olanları anlattı. "Memnun ve müteselli ol." dedi.

            Şu cevabı aldı: "Ben ancak senin Müslüman olmanla memnun ve müteselli olurum."

            Allah yolundan başka murad tanımayan Rasûller Rasûlü'nün bu ihtarı üzerine Hamza'da âni değişiklik, uyanma peydah olup, Müslüman oldu. Hz.Hamza'nın Müslüman olması Peygamber Efendimiz'i pek sevindirdi.

Fihriste Dön
                Beyt-i Erkam'da Cereyan Edenler

            Müşriklerin zulüm ve baskısından korunmak için, Peygamber Efendimiz Mekke'nin münâsib bir yerinde, kendilerine bir "Dârü'l Emân ve'l İslâm" seçip, ibâdetlerini orada yapmağa ve İslam dînini orada yaymağa karar verdi. Buna da, ilk Müslümanlardan Erkam (R.A.)'ın Safâ tepesinin doğusundaki, Ben-i Şeybe evine bitişik, dar bir sokak içindeki evini elverişli gördü. Peygamber Efendimiz burada bulunur, istîdatlı görülenler, gizlice buraya dâvet edilir, gelip Peygamber Efendimiz'le müşerref olarak Müslüman olurlardı.

            Hz.Ömer Müslüman oluncaya kadar, Allah Rasûlü, orada arkadaşlarıyla birlikte oturdu, ibâdet etti ve İslam dînini gizli gizli yaydı. Peygamber Efendimiz, bu kutlu ve mutlu evde, bir pazartesi gecesi; "Allâhım! İslâmiyeti hiç değilse iki Ömer'den biriyle te'yid et, kuvvetlendir." diye duâ etmişti.

             (Bu iki Ömer'den biri Ömer ibn-i'l Hattab, diğeri Amr'ibn-i Hişam (Ebu Cehil)'dır. Bu şeref Ömer ibn-i'l Hattab'ın nasîbi imiş ki Müslüman oldu. Diğeri Amr'ibn-i Hişam küfründe inat ve israr ettiğinden, sonra da küfür babası, küfür önderi mânâsına gelen Ebû Cehil adını aldı.)           

Fihriste Dön
                Hz.Ömer'in Müslüman Oluşu

            Kureyş'in müşriklerinin ileri gelenleri, bir gece Dârünnedve dedikleri toplantı mahallerinde toplanarak, bu dîn gitgide yayılıyor diye görüştüler. Uzun konuşmalardan sonra, Ebû Cehil'in teklifi üzerine Peygamber Efendimiz'in vücudunu ortadan kaldırmağa karar verdiler. Bu korkunç kararı içlerinden en cesur olan, Hattab'ın oğlu Ömer'e verdiler. "Haydi, seni görelim." dediler.

            Ömer, o zaman otuzüç yaşında idi. Âilesi Müslümanlık hakkında fikir sâhibi idi. Eniştesi Said, kızkardeşi Fâtıma Müslüman olmuşlardı. Ömer'in bunlardan haberi yoktu. Kılıcını kuşandı, Kâbe'yi tavaf ettikten sonra Safâ tepesine yollandı. Müslümanlar da Beyt-i Erkam'da toplanmışlardı. Ömer'in niyeti, oraya gidip Peygamber Efendimiz'i öldürmekti. «Acaba O'nu öldürebilecek miydi? Yoksa kendi nefsini mi öldürecekti.» Bunlardan biri olacaktı. Fakat gerçekten o, Muhammed'i öldürmeğe değil, kendisini Müslümanların arasına atmağa gidiyordu.

            Yolda Abdullahoğlu Nuaym'e rastladı. Nuaym baktı ki Ömer kılıcını kuşanmış hiddetli hiddetli gidiyor. "Hayrola Hattaboğlu, nereye böyle?" diye sordu.

            O da; "Arapların arasına tefrika düşüren Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmağa gidiyorum" dedi.

            Nuaym; "Vallâhi sen, çok zor bir işe kalkışmışsın. Muhammed'in Eshâbı O'nun etrafında pervane gibi dolaşıyor. Farzet ki bu işi becerdin, Abdimenafoğulları seni yeryüzünde bırakırlar mı?" dedi.

            Ömer bu sözlere alındı. "Sen de mi Muhammed'den yana oluyorsun?" diye çıkıştı.

            Nuaym; "Yâ Ömer!.. Sen beni bırak, evvelâ kendi âilene bak, enişten ve amcan oğlu Said ile, eşi olan kızkardeşin Fâtıma Müslüman oldular."

            Ömer, öfke ile hemen geri dönüp kızkardeşinin ve eniştesinin evine geldi.

            O sırada, Habbab ibn-i Ered de içeride bulunuyor, yanındaki Kur'ân-ı Kerim sahifesinden Tâhâ Sûresini (başka bir rivâyete göre Hadid Sûresini) onlara okuyordu. Hz.Ömer'in geldiğini işitince, Habbab evin bir köşesinde saklandı ve Kur'ân-ı Kerim sahifesini de sakladılar.

            Ömer evin yakınına geldiği zaman, Habbab'ın onlara Kur'ân-ı Kerim okuduğunu işitmişti. İçeri girer girmez onlara; "Şu işitmiş olduğum ses ne idi?" diye sordu.

            "Sen, bir şey işitmedin! Aramızda konuştuğumuz bir şey yoktu" dediler.

            Ömer; "Evet! vallâhi, ikinizin de Muhammed'in dînine girdiğiniz, O'na uyduğunuz bana haber verildi" dedi.

            Said; "Ey Ömer! Hak ve gerçek dînin, senin dîninden başkası olduğunu hâlâ göremedin, anlayamadın mı?" deyince,

            Ömer'in kan başına sıçradı. Kalkıp eniştesinin başına çullandı. Onu öfkeyle yakalayıp yere attı. Fâtıma, kocasının üzerinden ayırmağa kalkınca, Hz.Ömer şiddetli bir tokat vurarak O'nun da yüzünü parçaladı.

            İş bu dereceye gelince, Fâtıma da Said de bağırarak; "Evet! Müslüman olduk. Allâh'a ve Rasûlüne îman ettik! Ey Ömer! Hak ve gerçek olan din, senin dîninden başkasıdır! Biz, şehâdet ederiz ki Allah'dan başka Allah yoktur, yine şehâdet ederiz ki, Muhammed (A.S) Allâh'ın Rasûlüdür. Sen, artık dilediğini yap, elinden geleni geri bırakma!" dediler.

            Ömer, kızkardeşinin yüzünü gözünü kanlar içinde görünce, yaptığına pişman oldu. Kızkardeşi Fâtıma'ya; "Biraz önce sizden işittiğim okunan o sahifeyi bana verin de, Muhammed'e gelen bu şeye bir bakayım?" dedi. Ömer kâtipti, okuma yazma bilirdi.

            O'nun bu dileği üzerine Fâtıma; "Senin O'na hakârette bulunmandan korkarız!" dedi.

            Ömer; "Korkmayın!" dedi. Okuduktan sonra onu geri vereceğine dair yemin etti.

            Fâtıma, Ömer'in bununla Müslüman olacağını umdu; "Kardeşim! Sen, Allâh'a şerik koşulan bir dinde bulunduğun için pissin! Halbûki, O'na ancak temiz olanlar el sürebilirler. Kalk, önce bir yıkan!" dedi.

            Bunun üzerine, Hz.Ömer kalkıp gusletti. Fâtıma da ona Kur'ân-ı Kerim sahifesini verdi.

            "Bismillâhirrahmânirrahîm, Tâhâ! Mâ enzelnâ aleykel Kur'âne liteşkâ illâ tezkiraten limen yahşâ, ... ilh. (Ey Muhammed! Biz, Kur'ân-ı, sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak, Allah'dan korkanlara bir öğüt, yeri ve yüce gökleri yaratanın katında bir kitap olarak indirdik. O, Rahman olan Allah, arşa hâkim bulunmaktadır. Göklerde, yerde, her ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanların hepsi O'nundur. Sen, sözü ister açığa vur, ister gizle dur, birdir. Çünkü O Allah; gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir. Allah'dan başka ilâh yoktur. En güzel isimler onundur. Mûsa'nın haberi sana geldi mi? O, bir ateş görmüştü de âilesine; «Durun, ben bir ateş gördüm. Ya ondan size bir kor getiririm, ya da ateşin yanında bir yol gösterici bulurum!» demişti.) ..." (Sûre-i Tâhâ, âyet 1-16) ve bir diğer rivâyette "Sûre-i Hadid, âyet 1-8" okudu.

Fihriste Dön
                Kur'ân-ı Kerîm'in Füsunkâr Te'siri

            Ömer kendisini tutamadı; "Bu, ne güzel, ne şerefli kelâm! Bu kelâmdan daha güzeli, daha tatlısı olmaz!" dedi.

            Habbab, Ömer'in bu sözünü işitince, saklı bulunduğu yerden çıkıp, O'na; "Müjde, ey Ömer! Dilerim ki Rasûlüllah'ın yaptığı duâ senin hakkında gerçekleşsin. Dün gece O, «Allâhım! İslâmiyeti, ya Ebû'l Hakem bin Hişam'la ya da Ömer ibn-i Hattab ile kuvvetlendir.» diyerek duâ ettiğini işittim. Allah, Allah! şu işe bak, ey Ömer!" dedi.

            Ömer; "Rasûlullah şimdi nerededir?" diye sordu.

            Fâtıma; "Eğer, O'na lâyık olmayan bir hareket ve bir yaramazlık yapmayacağına yemin edersen, yerini sana bildiririm." dedi.

            Ömer; "Evet, Allâh'a yemin ederek söz veriyorum." deyince,

            Fâtıma da, Habbab da; "O şimdi, Erkam'ın Safâ tepesi yanındaki evindedir. Yanında da Eshâbından bâzı kimseler bulunmaktadır." dediler.

            Ömer, Habbab'a; "Kalk, önüme düş. Beni Muhammed (A.S)'a kadar götür. Müslüman olacağım." dedi.

            Ömer, kılıcını alıp kuşandıktan sonra, Rasûlüllah ve Eshâbının bulundukları Erkam'ın evinin kapısını çaldı, içeriden;

            "Kim o?" denildi.

            Ömer, "Hattabın oğlu!" dedi.

            Ömer'in, Peygamber Efendimiz'e karşı hiddetini bildikleri ve kendisinin iyi niyetli geldiğini bilmedikleri için, sahabiler önce kapıyı açmadılar. Ömer'in sesini işitince Eshâbdan Bilâl-i Habeşî kalkıp kapının arasından baktı. Ömer'in kılıncını kuşanmış olarak geldiğini görünce Rasûlüllah Efendimize bir şey yapacağından korktu ve feryat ederek geri döndü; "Yâ Rasûlellah! Ömer ibn-i Hattab O! Kılıncını kuşanıp gelmiş! O'nun şerrinden Allâh'a sığınırız" dedi.

            Hz.Hamza; "Bırakın O'nu, gelsin! Eğer, hayırlı bir maksatla geldi ise, kendisini hayırla ağırlarız. Eğer, kötü bir maksatla geldi ise, O'nu kendi kılıncı ile öldürürüz!" dedi.

            Peygamber Efendimiz; "Kapıyı açın, bırakın O'nu, gelsin! Eğer, Allah O'nun hayrını murad ettiyse, kendisini doğru yola iletir!" dedi.

            Bilâl-i Habeşî, gidip kapıyı açtı.

            Peygamberimiz ayağa kalktı. Ömer'i yanına gelinceye kadar ayakta bekledi. Gelince, O'nu, elbisesinin toplandığı yerden ve kılıcının bağından tuttu. Şiddetlice çekip sarsarak; "Ey Hattabın oğlu! niye geldin? Vallâhi, Velid ibn-i Muğîre gibi, senin hakkında da Yüce Allâh'ın rezil ve rüsvay edici şiddetli âyetler indirdiğini görmek istemiyorum! Sen sonuna kadar mı bu halde sürüp gideceksin?! Allâhım! Bu, Hattab'ın oğlu Ömer'dir! Allâhım! İslam dînini Hattab'ın oğlu Ömer'le kuvvetlendir!" dedi.

            Ömer, Peygamberimiz'in mânevi heybetinden sarsılmış ve iki dizi üzerine yere çökmüştü. Ömer; "Yâ Rasûlellah! Ben, Allâh'a ve Rasûlüne, O'nun Allah'dan getirdiklerine îman etmek için geldim!" deyince,

            Peygamber Efendimiz tekbir getirdi. Peygamberimiz'in Eshâbından orada bulunanlar da tekbir getirdiler. Bu öyle bir muhteşem andı ki, tekbir sesleri, Mekke sokaklarını çınlattı! Mescid-i Haram'da bulunan müşrikler bile bunu işittiler. Hz.Ömer, Müslüman olanların kırkıncısı olmuştu.

            Hz.Ömer; kendisini doğru yola, İslam dînine kavuşturduğu için, Allâh'a şükür ve minnetini, Rasûlüllah'a bağlılığını dile getiren bir kasîde söyledi.

            Müşriklerin yaptıkları zulüm ve işkenceler yüzünden Müslümanlar tedirgin olmuş, evlerinden barklarından uzaklaşmışlardı. Onlar, Hz.Hamza ve Hz.Ömer'in Müslüman olmaları ile, çektikleri işkencelerin biraz hafifleyeceğini umdular. Çünkü, bu iki zâtın, Peygamber Efendimiz'i koruyacaklarını, düşmanları biraz yola getireceklerini biliyorlardı.

            Abdullah ibn-i Mes'ud der ki: "Hz.Ömer'in Müslüman oluşu, İslâmiyet için bir fetih idi. O'nun hicreti nusret, halîfeliği de rahmet oldu. Hz.Ömer Müslüman oluncaya kadar Kâbe'nin yanında topluca namaz kılmağa kâadir olamadık. Hz.Ömer Müslüman olduğu zaman, kendisi Kâbe'nin yanında namaz kılıncaya kadar ve biz de kendisiyle birlikte namaz kılıncaya kadar, Kureyş müşrikleriyle mücâdele etti."

            Hz.Ömer der ki: "Rasûlüllah ve Eshâbı'nın, müşriklerden gizlendikleri sıralarda, Müslüman olunca; «Yâ Rasûlellah! Biz ölü olsak da, diri olsak da, Hak ve Gerçek Dîn üzerinde değil miyiz?» dedim.

            Peygamber Efendimiz; «Evet! Varlığım Kudret elinde olan Allâh'a yemin ederim ki, siz ister ölü, ister diri olun, Hak Dîn üzerindesiniz?» dedi.

            «O halde ne diye gizleniyoruz? Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun ki hiç çekinmeden, korkmadan, oturup, İslâmiyeti açıklamadığım bir küfür meclisi kalmıyacaktır. Seni Hak Dîn ile gönderen Allâh'a yemin olsun ki çıkacağız, İslâmiyeti açığa vuracağız!» dedim.

            İki saf hâlinde Erkam'ın evinden çıktık. Safların birisinin başında Hamza vardı. Birisinde de ben vardım. Sert adımlarla yerin topraklarını un gibi tozuta tozuta Mescid-i Haram'a girdik. Kureyş müşrikleri şaşkın ve ürkek bakışlarla bir bana bakıyor, bir Hamza'ya bakıyorlardı. «Eyvâh! Ömer bizi ikiye ayırdı.» dediler. Onlar, o güne kadar, bir benzerine daha uğramadıkları bir musibete uğramış gibiydiler.

            Müşrikler; «Ey Ömer! Arkandakiler kimler?» dediler.

            «Lâ İlâhe illallâh! Eğer sizin herhangi biriniz kımıldarsa, onu kılıcımla yere sererim.» dedim.

            Rasûlüllah, Beytullâh'ı tavaf etti. Öğle vakti, açıktan namaz kıldıktan sonra yanındakiler ile birlikte Erkam'ın evine döndü. O zaman, Rasûlullah, «Hak ve gerçek olanla, batıl ve boş olanın arasını ayırdım.» diye bana «Fâruk» adını verdi!".

            HABEŞİSTAN'A HİCRET

            Hz. Hamza ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, inananları biraz ferahlatmıştı. Fakat yine de müşriklerin Müslümanlara yapmakta oldukları eziyetler bitmek tükenmek bilmiyordu. Rasûlüllah Efendimiz, Sahâbîlerinin işkenceler altında kıvrandıklarını görünce; "Siz, bâri, yeryüzüne dağılın! Yüce Allah sizi yine toplar!" dedi.

            "Yâ Rasûlellah! Nereye gidelim?" dediler.

            Allah Rasûlü, Habeş ülkesinin bulunduğu tarafa eliyle işâret ederek; "İşte oraya! Siz, Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası, doğruluk yurdudur. Allah, sizi belki orada ferahlığa kavuşturur!" dedi.

            Bunun üzerine, bî'setin 5.yılı Receb ayında, Habeşistan'a gitmek isteyen on erkek, beş kadın olmak üzere, onbeş kişilik ilk Muhâcir kâfilesi, müşriklere duyurmadan, kimisi binitli, kimisi yaya olarak gizlice Mekke'den ayrıldılar. Şuayba denilen yere ulaştıkları zaman orada Habeşistan'a gitmek üzere bulunan tüccarlara âit vapura, yarım dinar ücretle binerek gittiler.

            Kureyş müşrikleri işin farkına varınca, Muhâcirleri geri çevirmek için deniz sahiline kadar geldiler. Ne var ki, vapur Muhâcirleri bindirip denize açılmış bulunuyordu. Müşrikler Muhâcirlerden hiçbir kimseyi ele geçiremiyerek Mekke'ye döndüler.

            Muhâcirler Habeş ülkesinde geniş bir nefes aldılar. Sâkin bir hayâta kavuştular. Hasretini çektikleri ibâdet ve huzura daldılar. "Biz burada hayırlı bir komşuluk, dînimize dokunulmazlık gördük. İncitilmeksizin ve hoşlanmadığımız hiçbir söz işitmeksizin Allâh'a ibâdet ettik!" dediler.

            Hicret Eden İlk Kâfile:  

            Hz.Osman ve zevcesi Hz.Rukiyye,

            Ebû Huzeyfe ve zevcesi Sehle,

            Zübeyr ibn-i Avvam,

            Mis'ab ibn-i Umeyr,

            Abdurrahman ibn-i Avf,

            Am'ribni Rebîa ve zevcesi Leylâ,

            Ebû Seleme ve zevcesi Ümmü Seleme,

            Osman ibn-i Maz'un (Kâfile reîsi),

            Ebû Sebre ibn-i Ebîre ve zevcesi Ümmü Gülsüm,

            Süheyl ibn-i Beydâ (Vehb) idiler.

            Giden bu kafilenin orada iyi karşılanması ve dîni ibâdetlerini rahat edâ edip huzur içinde olmaları haberi gelince, bir yıl sonra, 83 erkek ve 12 kadın olmak üzere 95 kişi daha fırsat buldukça, kâfile kâfile Habeşistan'a hicret ettiler. Bu kâfilenin reîsi Câfer-i Tayyar idi.

Fihriste Dön
                Müşriklerin Muhâcirler Hakkında Necâşi'ye Başvurmaları

            Müşrikler, Müslümanların Habeşistan'da huzur içinde yaşamalarını çekemediler. Onları geri çevirmek için teşebbüse geçtiler. Habeş kralına, keşişlere ve saray adamlarına Mekke'nin ekstra sahtiyanlar (deri) gibi bir çok kıymetli hediyeler hazırlayıp iki elçi ile beraber gönderdiler ve elçilere şöyle tenbihte bulundular: "Siz Necâşi (Habeş Hükümdarı) ile görüşmeden önce Hükümet Erkân ve Kumandanlarından her birine hediyelerini verin. Daha sonra, Necâşi'ye hediyelerini takdim edin ve O'ndan, Müslümanlar'ın (geri gönderilmek üzere) size teslimini isteyin" dediler. Bu elçiler Abdullah ibni Ebi Rebia ve Amr ibni As idi.

            Bu iki elçi, Habeşistan'a gidip Kureyşlilerin verdiği tâlimat üzerine hareket ettiler. Hediyeleri takdim edip görüştüler. Sonra; "Bizden bâzı aklı ermez gençler, milletlerinin dîninden ayrıldılar. Sizin dîninize de girmediler. Bizim de, sizin de bilmediğimiz yepyeni bir dîn ile ortaya çıktılar. Onlar şimdi ülkenize sığınmış, yamanmış bulunuyorlar. Biz onların geri çevrilmeleri, bize iâdeleri için kavmin eşrafı tarafından gönderilmiş bulunuyoruz." dediler.

            Abdullah ibn-i Rebîa ile Amr'ibn-i As'ın bu sözleri Necâşi'yi sinirlendirmişti.

            Necâşi'nin çevresinde bulunan Hükümet adamları ise; "Ey Hükümdar! Bunlar, doğru söylüyorlar. Kendilerinden olanlar elbette başkalarından daha iyi bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler. Onları, bunlara teslim et. Yurtlarına, kavimlerine döndürsünler." dediler.

            Necâşi, büsbütün kızdı; "Hayır! Vallâhi, çâresiz kalmış, çevreme konmuş, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, bunlara tercih etmem. Ancak onları çağırır, şunların, onlara dâir söyledikleri şeyleri sorarım. Eğer iş şunların dedikleri gibi ise, onları bunlara teslim ederim. Onları kavimlerine geri çeviririm. Şâyet, iş bunun aksi olursa kendilerini korurum. En güzel şekilde korur, gözetirim." dedi.

            Bunun üzerine Necâşi, Rasûlullah'ın Eshab'ına dâvetçi gönderdi. Muhâcirler, dâvetçinin etrafına toplandılar. Birbirlerine; "Necâşi'ye vardığınız zaman ne söyleyeceksiniz!" dediler.

            "Vallâhi, bizim bu husustaki bildiklerimiz Peygamberimiz'in bize buyurduğundan ibârettir! deriz. Bu yolda ne olacaksa olur!" dediler.

            Hz.Câfer; "Bugün, sizin sözcünüz benim" dedi.

            Hepsi O'na tâbi oldular. Hep birlikte Necâşi'nin sarayına gittiler.

           

            Muhâcirlerin Necâşi'nin Huzurunda Muhâkeme Edilmeleri

            Necâşi, huzuruna râhipleri de çağırttı. Râhipler, kitaplarını çevrelerine yaydılar. Hz.Câfer, Necâşi'nin huzuruna girince selâm verdi, secde etmedi.

            Necâşi'nin adamları, Hz.Câfer'e; "Sen, ne diye Hükümdara secde etmedin?" dediler.

            Hz.Câfer; "Biz, ancak Allâh'a secde ederiz!" dedi.

            "Niçin?" diye sordular.

            Hz.Câfer; "Allah, bize Rasûlunu gönderdi. O da Allah'dan başkasına secde etmemekliğimizi bize emretti!" dedi.

            Amr'ibn-i As ve arkadaşı, Necâşi'ye; "Biz, bunların hâlini sana bildirmedik miydi?" dediler.

            Necâşi, Muhâcirlere; "Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana bildiriniz. Siz, ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz. Bir isteğiniz de yok. O halde bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin, şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana bildiriniz ki siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsunuz?" dedi.

            Hz.Câfer, gelen elçilerden yalnız birisinin konuşması hususunda Hükümdarın emretmesini isteyerek, bâzı sorular soracağını bildirdi. Bu teklif üzerine, iki elçiden Amr ibn-i As kendisinin konuşacağını söyledi. Bundan sonra Hz.Câfer, Amr'ibn-i As ve Necâşi arasında şu konuşmalar cerayan etti:

            Hz.Câfer; "Ey Hükümdar! Sorunuz bu adama, biz yakalanıp efendilerimize teslim edilecek köleler miyiz?"

            Amr'ibn-i As; "Hayır! Onların cümlesi asîl ve hür kimselerdir."

            Hz.Câfer; "Bizim onlardan haksız yere aldığımız bir mal veya ödenecek borçlarımız var mı?"

            Amr'ibn-i As; "Hayır! Bir kırat bile borçları, bir dirhem dahi gasbettikleri mal yoktur."

            Hz.Câfer; "Biz, haksız yere birinin kanını yere döktük de kısas için mi geri istiyorlar."

            Amr'ibn-i As; "Hayır, hayır! Ne bir damla döktükleri kan ve ne de böyle bir isteğimiz var!"

            Hz.Câfer; "Öyle ise, hangi sebeple iâdemizi talep ediyorlar?"

            Burada dikkate şâyân bir nokta: Devletler hukukunun isminin işitilmediği, diplomasi ilimlerinin bilinmediği bir zamanda, bir yabancı memlekete iltica eden şahısların iâdesi için, sağlam ve mâkul sebepler inşaa edilmesi lâzım geldiğini; mü'minin firâseti keşfetmiş ve sebepsiz bir iâdenin mümkün olmayacağına, Habeş hükümet adamlarını iknâ etmiştir.

            Amr'ibn-i As; "Onlar ve biz aynı dînin mensupları idik. Onlar bu dîni bıraktılar. Muhammed'e ve dînine uydular." dedi.

            Necâşi, Hz.Câfer'e dönüp; "Siz, mensubu bulunduğunuz dîni bırakıp da, ne benim ve ne de başka milletlerin dînine girmediğiniz halde, ne diye sâdece kendinizin bildiği bir dîne girdiniz? Başka hükümdarların değil de benim ülkemi tercih edişinizin sebebi nedir? Edindiğiniz din nasıl bir şeydir? Uyduğunuz Peygamberin hâli nedir?" diye, kendileri ve Peygamberleri hakkında mâlumat vermelerini istedi.

            Hz.Câfer; "Ey Hükümdar! Biz, câhil bir millettik. Putlara tapardık. Lâşeleri yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keserdik. Komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Yüce Allah, bize, kendimizden; soyunu sopunu, doğruluğunu eminliğini, iffet ve nezâketini duyup bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu durumda ve bu tutumda idik.

            O Peygamber; bizi, Allâha, Allâh'ın birliğine inanmağa, O'na itâata, bizim atalarımızın tapındığı Allah'dan başka taşları ve putları bırakmağa dâvet etti. Doğru sözlü olmağı, emânetleri yerine getirmeği, akrabâlık haklarını gözetmeği, komşularla güzel geçinmeği, günahlardan ve kan dökmekten sakınmağı bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, nâmuslu kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten bizi menetti. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet etmeği, namaz kılmağı, zekât vermeği, oruç tutmağı bize emretti. Biz de, O'nu tasdik ve O'na îman ettik. O'nun, Allah'dan getirip tebliğ eylediği şeylere tâbi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın Allâh'a ibâdet ettik. O'nun bize haram kıldığını haram, helâl kıldığını da helâl olarak kabul ettik.

            Bu yüzden kavmimiz, bize düşman kesildi. Zulmetti. Bizi, dînimizden döndürmek, Allâh'a ibâdetten vazgeçirip, putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bize eski kötülüklerimizi tekrar işletmek için zulmettiler. Bizi, sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle dînimizin arasına girmeye çalıştılar ve bizi dînimizden ayırmak istediler. Biz de, yurdumuzu yuvamızı bırakarak, senin ülkene geldik, sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Bizim Peygamberimiz, bizi sizin yanınıza ve ülkenize gönderirken, "Necaşi'nin ülkesinde kimse zulme uğramaz, onun ülkesi adaletin ve doğruluğun yurdudur." diye sizi bize anlattı. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ummaktayız Ey Hükümdar!

            Selâm verme işine gelince; biz, seni Rasûlullah'ın selâmı ile selâmladık ki, birbirimizi de öyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Rasûlüllah bize haber verdi. Bunun için, biz de seni öyle selâmladık!

            Sana, secde etmek hususuna gelince; biz Allah'dan başkasına secde etmekten Allâh'a sığınırız!..." dedi.

            Necâşi; "Senin yanında, Allah'dan gelmiş bir şey var mı?" diye sordu.

            Hz.Câfer; "Evet, var." deyince, Necâşi; "Onu, bana oku!" dedi.

            Hz.Câfer, Meryem Sûresi'nin baş tarafından okumağa başladı. Okunan Kur'ân'ı huzû ve huşû içinde dinleyen Necâşi'nin gözleri yaşardı. Hüngür hüngür ağladı. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Râhipler de ağladılar.

            Necâşi ve Râhipler; "Ey Câfer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan çokça oku!" dediler. Hz.Câfer Kehf Sûresini de okudu.

            Necâşi, kendisini tutamayarak; "Vallâhi, bunlar Hz.İsâ'ya ve Hz.Mûsa'ya gelen kelâm ile aynı menba'dan fışkıran ışıklardır. Nurdur." dedi.

            Kureyş elçilerine döndü; "Gidiniz, Vallâhi ben, ne onları size teslim ederim, ne de onlara bir kötülük düşünürüm." dedi.

Fihriste Dön
                Müşriklerin Bitmeyen Hîlesi ve Necâşi'nin Kesin Tavrı

            Abdullah ibn-i Ebî Rebîa ile Amr'ibn-i As, Necâşi'nin huzurundan çıktılar. Amr'ibn-i As, arkadaşına; "Vallâhi, yarın onların bir kabahatini ortaya koyup, Necâşi'nin gözünden öyle bir düşüreceğim ki" diyerek bir hîle düşündü.

            Ertesi günü Necâşi'nin huzuruna çıkıp; "Ey Hükümdar! Onlar, Meryemoğlu İsâ'ya ağır bir söz söylüyorlar. Onlara bir adam gönderip İsâ için ne söylediklerini bir sor." dedi.

            Necâşi, Hz.İsâ hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir Müslümanları çağırdı; "Siz Meryemoğlu İsâ hakkında ne dersiniz?" diye sordu.

            Hz.Câfer; "Biz, Hz.İsâ hakkında, Peygamber Efendimiz'in bize Allah'dan getirip tebliğ ettiğini söyleriz," dedi ve Sûre-i Meryem'in 29-33 âyetlerini okudu. [Okunan âyet-i kerimelerin meali şerifi: Hz. Meryem (beşikteki oğlu) İsa'ya (konuş diye) işaret etti. (kavmi) "biz henüz beşikte olan bir sabi ile nasıl konuşuruz?" dediler. (o esnada İsa dile gelip dedi ki) ben muhakkak Allahın kuluyum, O Allah bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı,]).

            Necâşi çok duygulandı. Eline bir çubuk alarak yere bir çizgi çizdi ve "Vallâhi, Meryemoğlu İsâ da, zâten sizin söylediğinizden başka bir şey değildir. Arada şu çizgi kadarcık bile bir fark yoktur." dedi.

            Bu sözleri duyduktan sonra Müslümanları daha çok sevdi. Müşriklere iâde etmek şöyle dursun, onları eskisinden daha ziyâde himâye etmeğe başladı ve Müslüman Muhâcirlere; "Sizi ve yanından geldiğiniz Zât'ı tebrik ederim! Ben şehâdet ederim ki, O Rasûlüllah'dır. Zâten biz, O'nun geleceğini İncil'den öğrenmiştik. O Rasûlü, Meryemoğlu İsâ da müjdelemişti. Vallâhi, eğer O, ülkemde olsaydı gidip O'nun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Gidiniz. Ülkemin el sürülmemiş kısmında, her tecâvüzden korunmuş, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Size kötülük eden helâk olur! Ben, sizden herhangi bir adamı üzüntüye uğratıp da, bir dağ altına mâlik olmağı arzu etmem." dedi.

            Necâşi, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeleri; "Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasbettiği bu mülkümü, Allâhü Teâla bana verip ve halkı boyun eğdirirken benden rüşvet almadı!" diyerek red ve iâde etti.

            MÜŞRİKLERİN MÜSLÜMANLARA BOYKOT ÎLÂNI

            İslâmiyetin, Mekke sınırlarını aşarak kabîleler arasında yayılmağa başlaması, müşrikleri endişeye, telâşa düşürdü. Hz.Hamza ve Hz.Ömer gibi iki büyük kahramanın müslüman olması Kureyşlileri bir hayli düşündürdü. Kendilerini bu yolda yeni ve kesin kararlar almağa sevketti. Nihâyet, Hâşimoğullarına boykot îlan ederek onları zorlama yoluna gitmeği kararlaştırdılar.

            Müşriklerin boykot kararı için, aralarında yazıp Kâbe duvarına astıkları akid levhası şöyle idi:

Peygamber kabîlesi olan Hâşimoğulları ile alâka kat'iyyen kesilecek.

Onlarla alışveriş yapılmayacak.

Onlarla herhangi bir evlilik düşünülmeyecek.

            Böylece Müslümanlar tam üç sene muhâsara edildiler. Kuvvetleri kalmayıncaya kadar aç kaldılar. Tâ ki, Allâhü Teâlâ, bu zâlim akidden Müslümanları kurtarıncaya kadar bu boykot devam etti.

            Bu uzun ve acı boykot hareketini Kureyş'ten bâzı iyi kalpli kimseler beğenmedi. Bunun üzerine bu sahîfenin yırtılması hususunda aralarında anlaştılar. Kureyşten beş kişi bu niyetle Kâbe'ye geldi. İçlerinden Züheyr'ibn-i Ebî Ümeyye isimli kimse kalkarak, Kâbe'yi yedi defa tavaf etti ve yüksek sesle Kureyş'e şöyle hitap etti: "Ey Mekkeliler! Biz, yiyelim, içelim, giyinip kuşanalım da öte yandan Hâşimoğulları alışverişten mahrum edilsinler, darlıklar, sefâletler içinde kıvranarak helâk olsunlar, doğru mudur? Vallâhi, akrabâlık bağlarını kesen o zâlim sahife yırtılmadıkça duracak, oturacak değilim!" dedi.

            O sırada mescidin bir tarafında bulunan ve Züheyr'in konuşmasından sinirlenip duran Ebû Cehil'in sesi yükseldi; "Yalan söylüyorsun, yırtamazsın!" dedi.

            Zem'â ibn-i Esved, Ebû Cehl'e; "Vallâhi, en yalancı sensin! Zâten biz o yazıya, yazıldığı sırada da razı olmamıştık!" dedi.

            Ebûl Bahterî; "Zem'â doğru söylüyor. Biz onda yazılı olanları tamamiyle kabul ve ikrar etmemiştik." dedi.

            Bu konuşmalar karşısında Ebû Cehil artık direnemedi ve şöyle dedi: "Her hâlde bu daha önce, buradan başka bir yerde geceleyin görüşülmüş, konuşulmuş, üzerinde karara varılmış bir iş olsa gerek!"

            O zaman Mut'im ibn-i Adiyy kalktı ve kağıdın üzerinde bir kurt gördü. Kurt bütün kağıdı yemiş, delik deşik etmişti. Yalnız Allah ismini yememişti. İşte böylece Müslümanlara reva görülen üç senelik zulüm sona ermiş oldu.

            Rasûlüllah Efendimiz, bu kurt hâdisesini daha önceleri amcasına şöyle haber vermişti: "Amca, Allah onların yaptıkları anlaşmaya bir kurt musallât edecek ve hepsini kemirecek, yalnız Allah ismi kalacaktır." İşte Mûcize-i Peygamberî böylece tahakkuk ediyordu.

            Bu kurtuluş çâresini düşünenlerden biri de Hişam ibn-i Amr'dir. Bu Zât, Kureyş'e karşı çok merhametli idi. Hâşimoğulları sıkıntılı günlerini yaşarken, O, devesinin üstüne bâzı yiyecekler yükler ve devesini onların bulundukları yere doğru gece sürer sevkederdi. Böylece, Hâşimîler birazcık olsun yiyeceğe sâhip olurlardı. Sonra onlar da tekrar deveyi geriye sürerlerdi.

Fihriste Dön
                HÜZÜN SENESİ

            Peygamber Efendimiz'le Müslümanların biraz rahat edecekleri bir sırada, amcası Ebû Tâlib ve kendisine ilk imân eden Hz.Hatîce gibi cefâkâr ve vefâkâr bir hayat arkadaşının, birbiri ardınca vefât etmeleri, Rasûlüllah Efendimiz için boşlukları doldurulamayacak kayıplardandı.

            Bi'setin 10.yılına rastlayan bu hâdiseler, Hz.Peygamberimiz'e hayâtı boyunca unutamayacağı üzüntüler getirmiş olduğundan bu seneye, «gam ve keder yılı, hüzün yılı» denmiştir.

            Ebû Tâlib vefât ettiği zaman 87 yaşında idi. Kendisi Müslüman dahi olmadığı halde, Kureyş'in bütün düşmanlıklarına hedef olan Peygamberimiz'i hayâtının sonuna kadar korumaktan da geri durmamıştı.

            Aynı yıl Ramazan-ı Şerif ayında bütün mü'minlerin annesi Hz.Hatîce vâlidemiz de 65 yaşında olduğu halde vefât etti. Hz.Hatîce vâlidemiz, Peygamberimizin Peygamberliğini ilk tasdik eden, en sıkıntılı günlerinde derdine ortak olan, vefâkâr bir hayat arkadaşı idi. Peygamber Efendimizle birlikte 25 yıl yaşadı. Peygamberimiz, Hz.Hatîce vâlidemizi takdir ve rahmetle anar, hatırasına çok hürmet ederdi. Peygamberimiz'in Hz.İbrâhim'den başka bütün çocukları Hz.Hatîce'den doğmuştu. Yalnız Hz. İbrâhim O'nun vefâtından sonra Hz. Mâriye adındaki zevcesinden doğmuştur.

            BİR MELCE [2] ve TAİF YOLCULUĞU

            Ebû Tâlib'in vefâtından sonra, müşrikler, Peygamberimiz'e, Ebû Tâlib'in sağlığında yapmadıkları zulüm ve işkenceleri yapmışlar, Allah Rasûlü'nü göz açamaz hâle getirmişlerdi.

            Rasûlüllah Efendimiz bî'setin 10.yılı Şevval ayının 27.gecesinde azatlı kölesi Zeyd ibn-i Hârise'yi yanına alarak Tâif'e gitti. Maksadı; müşriklere karşı, Sakıf kabîlesinin kendisini korumalarını, desteklemelerini, Yüce Allah'dan getirdiklerini kabul eylemelerini onlardan istemekti. Peygamberimiz, Tâif'e varınca orada Sakıf kabîlesinden bâzı kimseler ile görüşmek istedi ki, bunlar Abdi Yâlil'ibn-i Amr, Mes'ud'ibn-i Amr, Habib'ibn-i Amr adında üç kardeşti. Allah Rasûlü bunlarla görüştü. Onları, Allâh'ın birliğini kabule, İslam dînine yardıma dâvet etti. Kavminden muhâlefet edenlere, kendisiyle birlikte karşı koymalarını istemek için geldiğini söyledi.

            Üç kardeş her biri ayrı ayrı cevaplar vererek reddedip çeşitli incitici sözler söylediler. Gençlerinin Müslümanlığa heveslenmelerinden korkarak, Peygamber Efendimiz'e; "Memleketimizden çık. Nereye gidersen git!" dediler. Bununla da kalmayarak, içlerinden bir takım aklı ermez ayaktakımını, çocukları, ipsiz kimseleri kışkırtarak Peygamber Efendimize musallat ettiler. Onları yolun iki yanına doldurdular. Söve saya Rasûlüllah'ı taşa tutturdular. Ayaklarını topuklarına kadar kanlar içinde bıraktılar. Dermansız düşüp oturdukça kaldırttılar. Yürüdükçe taşlattılar. Zeyd ibn-i Hârise atılan taşlara, kendi vücudunu siper etmekte, Rasûlü Ekrem'i korumağa çalışmakta idi. Onun da başı yarılmış ayaklarından kanlar akmağa başlamıştı.

            Peygamberimiz, nihâyet üzgün ve bitkin bir halde Mekke'li Rebîa oğulları Utbe ve Şeybe'nin Tâif dışındaki bağ evine sığınınca Tâif'in ipsizleri geri döndüler.

            Peygamber Efendimiz biraz sükûnet bulduktan sonra Allâhü Teâlâ'ya şöyle ilticâda bulundu: "Allâhım! Kuvvetsiz ve çâresiz kaldığımı, halk nazarında hor ve hakir görüldüğümü ancak Sana arz ve şikâyet ederim.

            Ey merhametlilerin en Merhametlisi! Herkesin hor görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbi Sensin! Sensin benim Rabbim! Sen beni, kötü huylu, yüzsüz bir düşman eline düşürmeyecek kadar bana merhametlisin.

            Allâhım! Senin gazabına uğramaktan, İlâhi rızana uzak kalmaktan Sana, Senin, o karanlıkları aydınlatan, dünyâ ve âhiret işlerini yoluna koyan İlâhi nûruna sığınırım! Allâhım! Sen, hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allâhım! Her kuvvet, her kudret ancak Seninle kâimdir! "

            Addas'ın Müslüman Oluşu

            Rebîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Tâiflilerin Peygamber Efendimiz'e yaptıklarını uzaktan görmüşler, merhamete gelmişlerdi. Hristiyan olan köleleri Addas'ı çağırdılar. "Bir salkım üzüm al. Şu tabağa koy! Sonra, onunla şu Zât'ın yanına kadar git ve O'na, «Bu üzümden ye» de!" dediler.

            Addas dediklerini yaptı. Gidip tabağı Peygamberimiz'in önüne koydu. "Buyurun yiyin" dedi.

            Peygamber Efendimiz elini üzüme uzatırken "Bismillah" dedi ve üzümü alıp yemeğe başladı.

            Addas, Peygamber Efendimiz'in yüzüne baktı ve "Vallâhi, bu sözü bu beldelerin halkı söylemezler ve bilmezler!" diyerek kendi kendine söylenince,

            Peygamberimiz O'na; "Ey Addas! Sen hangi diyar halkındansın ve dînin nedir?" diye sordu. Addas; "Hıristiyanım. Ninova'lı bir kimseyim!" dedi.

            Peygamber Efendimiz; "Demek sen, O sâlih kişi, Yûnus Peygamberin hemşerisisin?" dedi. Addas; "Sen, Yûnus Peygamberi nereden biliyorsun?" diye sordu.

            Peygamber Efendimiz; "O benim kardeşimdir. O bir Peygamberdi, ben de Peygamberim!" deyince,

            Addas, sarılıp Peygamberimiz'in başını, ellerini ayaklarını öptü. Müslüman oldu.

            Bunu gören Rebîaoğullarından birisi, diğerine; "Senin adamın, gözünün önünde kölenin inancını bozdu!" dedi.

            Addas, dönüp yanlarına gelince de, her ikisi birden ona; "Yazıklar olsun Addas sana! Sen o adamın başını, ellerini ve ayaklarını öptün ha!" diye çıkıştılar.

            Addas onlara; "Efendim! yeryüzünde bu Zât'dan daha hayırlı bir kişi yok! Bana bir şey bildirdi ki, onu ancak bir Peygamber bilebilir." dedi.

            Peygamberimiz'in Hemşehrilerine Rahmet ve Şefkati

            Peygamber Efendimiz, Sakıf kabîlesinden (Tâiflilerden) üzgün bir halde Mekke'ye yönelmişti. Düşüne düşüne yürümeğe devam edip Mekke'ye iki konak uzaklıkta bulunan Karn-ı Seâlib mevkiine geldiği zaman, başının üzerinde bir bulutun kendisini gölgelemekte olduğunu ve dikkatlice bakınca, bulutun içinde aslî hâlinin görünüşü ile Cebrâil'in olduğunu gördü.

            Cebrâil seslenerek; "Şüphe yok ki Allâhü Teâlâ, kavminin Sana ne söylediklerini işitti. Allâhü Teâlâ, Sana şu dağların, yerlerin, göklerin feriştahını (meleğini) gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen O'na emredebilirsin!" dedi.

            Bunun üzerine, O acîp kudret sâhibi feriştah melek seslendi. Peygamberimize selâm verdi ve; "Ey Muhammed! Cebrâil doğru söyledi. Sen ne dilersen dile! Emrine âmâdeyim: Eğer şu iki yalçın dağın, Mekkeliler üzerine kapanırcasına birbirine kavuşmasını istiyorsan emret kavuşturayım!" dedi.

            Peygamberimiz; "Hayır! Ben böylesini istemem! İsterim ki, Allah bu müşriklerin sulbünden, Allâh'a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın ibâdet edecek bir nesil ortaya çıkarsın!" dedi.

            Tâif'de verilen sıkıntı ve eza, Peygamberimiz'e Uhud gününden daha ağır gelmişti.

            Peygamberimiz, Mekke'ye girmeden bir merhâle geride Batn-ı Nahle denilen mevkîde oturdular. Tâiflilerin kendisine gösterdikleri çirkin hareketlerden üzülmüşlerdi. Orada, Rahman Sûresini tilâvet ederken, cin taifesinden bir güruh gelerek O'nu dinlediler ve imân ettiler.

            Peygamber Efendimiz, bir müddet o mevkîde oturduktan sonra Mekke'ye geldi. Şehre girmeden, Mut'im ibn-i Adiyy isimli, tanınmış bir adama haber gönderip, kendisini himâyesine almasını istedi. O da kabul etti. Gelip evine götürdü. Müsafir etti.

            Harem-i Şerif'de namaz kılarken, Ebû Cehil O'nu görünce Mut'im'e; "Himayende mi, yoksa tesadüfen mi arkana düştü?" diye sordu.

            Mut'im; "Himayemde" deyince ses çıkaramadı.

            Mut'im'in bu iyiliğini Müslümanlar hiçbir zaman unutmadı. Bedir esirleri hakkında konuşmak için, Mut'im'in oğlu Medîne'ye gelince, Hz.Peygamberimiz ona; "Eğer baban sağ olup da gelseydi, şu kokmuş herifler hakkında şefâatte bulunsaydı, bağışlardım!" dedi.

M İ ' R A C

            Mî'rac, lügatte "urûc etmek, yükselmek" mânâsına gelir ki, bu; İlâhi dâvet üzerine gecenin küçük bir cüz'ünde Fahri Kâinât (S.A.V) Efendimiz'in Mekke'den (Mescîd-i Haram'dan) Kudüs'e (Mescid-i Aksâ'ya), oradan da semâvâta ve semâvâtın ötesindeki bütün âlemlere olan seyâhatıdır. Bu gidişgeliş, seyâhat, geceleyin vâkî olduğundan «İsrâ» da denir.

            İsrâ ve Mî'rac mûcizesi hicretten bir-birbuçuk yıl kadar önce, Mekke'de, geceleyin vuku' bulmuştur. Bu mûcize hakkında Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:

            "Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen minel Mescidil Harâmi ilel Mescidil Aksâ... ilh.  [Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Zât-ı Ecelli A'lâ, en has kulu olan Habîbini, gecenin küçük bir cüz'ünde, Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya götürdü. Biz, O Mescîdi Aksâ'nın etrafını, mâddî ve mânevî müzeyyenât ile Habîbimize, mûcizelerimizden bâzısını gösterelim diye süsledik. Şüphe yok ki, her şey'i hakkıyla gören ve işiten Allah'dır.]" (Sûre-i İsrâ, âyet 1).

            Peygamber Efendimiz'in Mi'rac seyahatinin "rûhen mi, ceseden mi" yapıldığı hususunda birçok ihtilaflar olmuş ise de, bu mûcizeyi haber veren Âyet-i Kerîme'de geçen "abid" kelimesi bu ihtilaflara çok açık ve net bir cevap teşkil etmektedir. Zîrâ, "abid" kelimesi, yalnız rûha değil, yalnız cesede de değil, ruh ve cesedin her ikisine birden denildiği için, Fahri Kâinât'a bu seyâhatin hem ruh ve hem de cesedi ile beraber yaptırıldığı muhakkaktır.

            Hakkında "Levlâke, Levlâke lemâ halakt-ül eflâk (sen olmasaydın, sen olmasaydın, ben ecrâm-ı ulviye ve süfliyeyi halketmeyecektim, bütün bu varlığı senin şerefine yarattım" buyurulan bir peygamberin, nezdi ulûhiyyetteki sevgisini takdir edenler için Mi'rac'ı akla baîd (uzak) görmeye aslâ mahal yoktur.

            Mi'rac, insan aklının kavrayamayacağı, lâhûtî bir hâdisedir, metafizikdir, mâ-bâ'düt-tabîadır (akıl üstü bir şeydir). Tek kelime ile, mûcizedir. İnsan, akıl kantarı ile onu tartamaz. Tartmağa kalkışılırsa terazi kırılır. Bunda, zaman ve mekân kaydı, mesâfe ortadan silinmiştir. Bu, Peygamberimiz'in ilâhi lütfa mazhar oluşudur.

            Bugün ilim, nîce harikulâdelikleri kabul etmektedir. Esir dalgaları ile uzaklara sesin ve resmin nakledildiğini her gün görüyoruz. Geçmişte hayal sanılan birçok şeyler bugün gerçekleşmiştir. Mükevvenâtta, kuvvetler keşfolunmakta, pek çok hakikâtlar meydana çıkarılmaktadır. Allâh'ın verdiği akıl ve zekâ sâyesinde bugünün insanı, havada uçmakta, atmosferi aşarak aya ve seyyârelere gidip gelmektedir. İlmi herşeyi saran Yüce Allâh'ın kudretiyle, sevgili kulu Hz.Muhammed(S.A.V.)'in Mekke'den Kudüs'e gitmesi, oradan göklere çıkması, varlığın hulâsası olan bu Zât'ın gökler âlemini ve bütün Mükevvenâtı seyretmesi neden mümkün olmasın?

            Ne yazık ki; dün, bu Kudretullâh'ı inanmayıp inkâr edenlerin, «insan uçar mı imiş, ağır bir şey semâya gider mi imiş, cism-i sakîlin cevvi semâ ile alâkası ne imiş» diye hakâretâmiz tâbirler kullananların çocukları, Avrupa'nın mülhidleri bugün havada uçuyorlar. Kendi elleriyle ecdadlarını tekzip ediyorlar. Zerre kadar hayâ edenin, o Mûcizetullâh'ı inkâr eden ciltlerle dolu kütüphânelerini dinamitle uçurmaları lâzım gelir.

            Artık Mi'rac, zamanımızdaki ilim ve tekniğin gelişmeleri karşısında herkes tarafından daha kolay kabul edilebilecek ilâhi bir hakîkattir. Biz müslümanlar ne kadar sevinsek, Mevlâmıza ne kadar şükretsek ve de ne kadar iftihar etsek yine de azdır. Çünkü; ilim bizimle, fen bizimle, teknik bizimle, herşey bizimledir.

            Fahri Kâinât (S.A.V) bu hususta meâlen buyuruyorlar ki:

            "Mi'rac'a götürüldüğüm gece, Ben, Mekke'de [3] , uyku ile uyanıklık arasında iken, Cebrail geldi. Kalk yâ Muhammed (S.A.V) dedi.

            Kalkdım bir de baktım ki, yanında Mîkâil ve İsrâfil  Aleyhimüsselam da var. Kardeşim Cibril'e sorduğumda dedi ki: ''Yâ Muhammed! Rabbim Teâlâ, beni sana gönderdi. Bu gece, bundan önce hiç kimseye yapmadığı ve bundan sonra da hiç kimseye yapmayacağı ikrâmı sana lütuf ve ihsanda bulunacak. Sen Rabbinle konuşmayı ve O'nu görmeyi istsyorsun, bu gece, sen Rabbinin acâibâtından, O'nun azamet ve kudretinden çok şeyler göreceksin.'' dedi.  

            Sonra bana mânevi bir ameliyat yapıldı. İçi îman ve hikmetle dolu altından bir leğen getirdiler, boğazım'dan karnıma kadar göğsümü yardılar, Zemzem suları ile yıkayıp îman ve hikmetle doldurdular. İki omuzumun arasına Hatemi Nübüvvet ile mühürlediler. Bundan sonra Cebrail elimden tuttu, Zemzem suyunun başına götürdü. Oradaki meleğe şöyle dedi: ''Bana zemzem suyundan bir kova su getir.'' O su geldikten sonra, abdest aldım, iki rekat namaz kıldım. Sonra "haydi gidelim" dedi.

            Nereye diye sordum,

            Rabbine, Rabbinin dilediği yerlere" dedi. Ve çok güzel, beyaz Burak denen acîp bir vâsıtaya bindirilerek yola çıkarıldım.

            Mescîd-i Haram'dan Mescîd-i Aksâ'ya

            Burak, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine atıyordu.

            Peygamber Efendimiz, Mekke ile Medîne arasında bulunan Ezrak Vâdisinden geçerken; "Bu hangi vâdîdir?" diye sordu.  

            "Ezrak vâdisidir!" dediler.

            Peygamberimiz, bakınca, Hz.Musâ'nın "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek seniyeden (yüksekten) inişini, Hz.Dâvud'un, şehâdet parmaklarını kulaklarına kadar kaldırıp yüksek sesle "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçişini gördü.

            Peygamberimiz, Cuhfe yakınındaki Herşâ seniyesinden geçerken; "Bu hangi seniyedir?" diye sordu.

            "Herşâ seniyesidir!" dediler.

            Peygamber Efendimiz bakınca, orada, Hz.Yûnus'un kırmızı tüylü, dişi devesinin üzerinde, softan cübbesine bürünmüş, devesinin liften yularını tutup "Lebbeyk, Allâhümme Lebbeyk" diyerek vâdiden geçmekte olduğunu gördü.

            Peygamberimiz, Cebrâil ile birlikte Beyt-i Makdis'e (Mescîd-i Aksâ'ya) vardı. Orada, Peygamberlerden Hz.İbrâhim, Hz.Musâ, Hz.İsâ ve gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin ve bütün Evliyâullâhın ruhâniyetini toplanmış halde buldu. Fahri Kâinât'ı istikbal ediyorlardı. Peygamber Efendimiz, herbiri ile ayrı ayrı musâfaha etti. Hâl ve hâtırlarını sordu. Hepsine imam olarak iki rekât namaz kıldırdı.

            Peygamber Efendimize üç bardak sunuldu ki, onlardan birisinde süt, birisinde şerbet, diğerinde de su vardı. Bardaklar sunulurken Peygamberimiz bir ses işitti ki; "Eğer suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız, kanâatkâr olur. Eğer şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete uğrar, sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğru yolu bulur!" diyordu.

            Peygamber Efendimiz süt bardağını içti.

            Cebrâil; "Yâ Muhammed! Sen, fıtrî ve tabîî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz!" dedi.

            Mescîd-i Aksâ'dan Semâvât'a

            Peygamber Efendimiz, Mescid-i Aksâ'dan Cebrâil ile birlikte semâvâta, göklere yükseltildi. Melekût âlemini seyretti.

            Birinci kat semâda çok nûrâni bir zât gördü. Onun sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, memnun oluyor. Soluna bakınca da ağlıyor, mahzun oluyordu. Peygamber Efendimiz, bu zâtın kim olduğunu tanıyamadı ve merak edip Cibril'den sordu.

            Cibril de; "O, Senin ve bütün neslin babası olan Hz.Âdem'dir" diye tanıttı.

            Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, O'na selâm verdi.

            O da, Peygamberimizin selâmını şöyle aldı: "Merhaben binnebiyyi vel'veledi'ssâlih (Merhabâ, Ey Peygamber! Ey sâlih evlâd!)" dedi.

            İkinci kat semâda Hz.Yahyâ ve Hz.İsâ,

            üçüncü kat semâda Hz.Yûsuf,

            dördüncü kat semâda Hz.İdris,

            beşinci kat semâda Hz.Hârun,

            altıncı kat semâda Hz.Musâ,

            yedinci kat semâda Hz.İbrâhim'i gördü ki, Beyt-i Mâmur'un kapısında bir kürsî üzerinde oturmuştu. Beyt-i Mâmur'a her gün yetmişbin melek girer, her girene de kıyâmete kadar geri dönmek sırası gelmezdi.

            Cebrâil yedinci kat semâdan Peygamber Efendimizi alıp öyle bir fezâya çıkardı ki, Peygamberimiz orada, kaderleri yazan kâlemlerin cızırtılarını duyuyordu. Daha sonra Peygamber Efendimize, Sidretü'l Müntehâ safhası açıldı.

            Cebrâil; "İşte burası Sidretü'l Müntehâ'dır, benim seyâhat sahâmın bittiği yerdir. Artık ben, buradan öteye gidemem. Gitmem için bir adım atacak, bir adım ileri geçecek olursam yanarım. Benim bünyem buradan öteye seyâhata mütehammil değildir." deyip orada durdu.

            Peygamber Efendimiz; "Peki ne olacak, buradan öteye ben ne ile gideceğim?" diyordu ki, ufkun açıldığını, önüne bir Refref (mânevi bir asansör) konulup buyur edildiğini gördü. Bu ânı, merhum Süleyman Çelebi şöyle ifade ediyor:

            «Söyleşirken Cebrâil ile Kelâm,

            Geldi refref önüne, verdi selâm.»  

            Mî'râc'da, Peygamber Efendimize her an bir âlem gösterilmiş, gezdirilmiş, sevdirilmiş ve çok memnun, hayretler içinde kalarak Mevlâ'dan bu hayretlerinin tezyîdini dilemiştir.

            Peygamberimiz; "Ben, Mîrâc'dan daha güzel bir şey görmüş değilim." buyurmuşlardır.           

            Mîrâc'ın Mertebeleri

            Mî'râc'ın; Mescid'i Haram'dan Mescid'i Aksâ'ya kadar olan kısmı âyetle sabittir ki münkiri kâfir olur.

            Mescid-i Aksâ'dan Sitretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı Haber-i Meşhur'la sabittir ki münkiri dâl ve mudil olur.

            Sidretü'l Müntehâ'dan İlâ Mâşâallah, Haber-i Ahad ile sabittir ki münkiri bidat ehli olur.

            Fahri Kâinât'ın bu seferi; Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya kadar cennetden gelme bir Burak üzerinde, Mescid-i Aksâ'dan Sidretü'l Müntehâ'ya kadar olan kısmı, Cebrâil (A.S.)'ın kanadı üzerinde, oradan İlâ Mâşâallah (Allâhü Teâlâ'nın dilediği yerlere) Refref (mânevi, nurdan bir asansör) ile cerayan etmiştir. 

            Mîrac'da Peygamberimiz'e ve Ümmetine Yapılan İhsan veTeşrî Kılınan Hükümler

            Peygamber Efendimiz, Mî'rac gecesinde ilâhi tecellilere, hitaplara, iltifatlara mazhar oldu ve Hazreti Peygamberimiz'e üç şey verildi:

            1- Bakara Sûresi'nin son âyetleri (Âmenerrasûlü),

            2-Ümmetinden, Allâh'a hiçbir şeyi şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi,

            3- Mi'rac hediyesi olarak beş vakit namaz.

            Mî'rac Mûcizesini Müşrikler Nasıl Karşıladı?    

            Peygamber Efendimiz, Mi'rac sabahı halkın yanına gidip, onlara Mîrâcını haber verdi. Her ne gördüyse serteser (baştan başa) anlattı. Maalesef îmânı zayıf olanlardan bir kısmı buna inanmayıp irtidat etti ise de büyük ekseriyat bu mûcizeye inandı ve îmanları kuvvetlendi. Bunu aklıyla tartmağa kalkışanlar şaştılar, "Yâ Muhammed (S.A.V.)! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha işitmedik" dediler.

            Peygamber Efendimiz; "Buna delil, fîlânoğullarının devesine, fîlân vâdîde, fîlân yerde rastladım. Develerini kaçırmışlar arıyorlardı. Onları, develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam'a yöneldim. Sonra dönüşümde Daphana'na geldiğim zaman fîlânoğullarının kâfilesine rastladım. Halkı uyur bir halde buldum. Onlara âit üzeri örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine üzerini eskisi gibi örttüm.

            Başka bir delil de; sizlere âit bir kâfileye Ten'in yokuşunda rastladım ki, önde toprak renginde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde iki çuval bulunuyordu. Birisi siyah, öbürü alaca renkli idi" dedi.

            Halk, acele Seniyye mevkiine çıktılar. Başkaları gidip kavuşmadan kendilerine târif edilen ilk deveyi karşıladılar. Deve aynen bildirildiği gibiydi. Su dolu kaplarını sordular. Onlar da su doldurup üzerini örttüklerini bildirdiler. Hemen su kabına bakıp, üzerini örttükleri gibi örtülü gördüler, fakat içinde hiç su bulamadılar.

            Müşrikler, Mekke'ye gelen başka kâfilelerden de sordular. Onlar da; "Doğrudur. Vallâhi biz anlattığı gibi, vâdide dağıldığı zaman devemizi yakalayıncaya kadar, bizi kendisine çağıran bir insan sesini işitip deveye kadar götürüldük" dediler.

            Peygamber Efendimiz'e Mescid-i Aksa'yı tarif et denince; Beyti Makdis (Mescid-i Aksa) Peygamber Efendimiz'in mubarek gözlerinin önüne getiriliverdi. Allah Rasûlü, bir ekrandaki görüntü misâli bakarak, kapılarını, pencerelerini hepsini birer birer saydı, târif etti.

            Buna rağmen Kureyş müşrikleri inat ve hasedlerinden dolayı inanmak istemiyorlardı. Mî'rac haberini kabule yanaşmadılar. Kibirlendiler. Mî'râc'ı, akla baîd görerek; "Kervanların bir ayda gidip, bir ayda döndüğü mesâfeyi Muhammed bir gecede nasıl alabilecek?" dediler. Allâh'ın herşeye kâadir olduğunu, kudretinin hudutsuzluğunu düşünemediler.

            Peygamber Efendimiz de zâten onların kendisini inkâr ile karşılayacaklarını biliyordu. Mî'rac gecesinde Hz.Peygamberimiz, Cebrâil'e; "Kavmim beni tasdik etmez." demiş.

            Cebrâil (A.S) de; "Seni, Ebû Bekir (R.A.) tasdik eder, O sıddıktır." demişti.

            Fakat, Mî'rac hâdisesi, görüş ufku çok geniş olan Müslümanların, îmanlarını kuvvetlendirdi. Hz.Ebû Bekir (R.A.) bunların başındaydı.

            Hz.Ebû Bekir (R.A.)'ın Sıddıkıyyeti

            Müşrikler mi'rac mûcizesini kabul etmedikleri gibi, Hz.Ebû Bekr'e gelip; "Peygamberinin işinden haberin var mı? O, bu gece, Beyt-i Makdis'e gittiğini, orada namaz kıldığını, Mekke'ye döndüğünü söylüyor." diyerek kendilerince onun îmânını sarsmağa çalıştılar. Hz.Ebû Bekir (R.A) da; "Bunu Muhammed (S.A.V.) söylüyorsa doğrudur." dedi ve ilâve etti; "Ben, O'nu, bundan daha mühiminde de tasdik ediyorum. Akşam sabah kendisine Allah'dan vahiy geldiğini haber veriyor, gelen âyetleri tebliğ ediyor, tasdik ediyorum da bunda mı yalan olacak, aslâ yalan olmaz. Tasdik ediyorum." dedi. Hiç tereddüt etmeden, yutkunmadan kabul etti ve bundan dolayı «Sıddık» [4] ünvanını aldı.

            MEDÎNELİLERDEN İLK MÜSLÜMAN OLANLAR

            Bî'setin 11.senesi, Medîne'li Hazrec kabîlesinden altı kişilik küçük bir kâfile Hac mevsiminde Mekke'ye gelmişti. Peygamber Efendimiz, Mina'da Akabe yakınında konaklayan bu kâfilenin yanından geçerken, onlara; "Siz kimlersiniz?" diye sordu.

            Onlar da; "Hazrec kabîlesinden bâzı kimseleriz." dediler.

            Peygamber Efendimiz, onlara; "Sizinle konuşmak üzere biraz oturmaz mısınız!" dedi.

            Onlar da; "Olur" dediler ve Peygamberimiz ile birlikte oturdular.

            Peygamber Efendimiz, onları, Allâh'ın birliğine inanmağa dâvet etti. Kendilerine İslam Dînini anlattı ve Kur'ân-ı Kerim okudu [5] . Allâh'ın emirlerini anlattı. Onları Müslümanlığa dâvet etti.

            Onlar, akıllı ve iyi düşünen insanlardı. Peygamber Efendimiz'in söylediklerini akla uygun ve iyi şeyler olduğunu hemen anladılar. Esasen böyle bir Peygamberin geleceğini Medîne yahûdîlerinin ihtiyarlarından işitmişlerdi. "Öteden beri geleceğini işittiğimiz Peygamber budur!" dediler ve orada hemen Müslüman oldular. Peygamber Efendimiz'e; "Biz, kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de kavmimizden olmayan bir kavme karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde, geride bırakarak buraya gelmiş bulunuyoruz. Umulur ki Allâhü Teâla, onları da senin sâyende bir araya toplar. Biz hemen dönüp onları da senin buyruğuna dâvet edecek, bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri onlara da anlatacağız. Eğer Allâhü Teâlâ, onları bu din üzerine toplar birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olmaz" dediler.

            Medîneliler artık gerçekten inanmışlardı. Sonra Medîne'ye kavimlerinin yanına dönerek onlara Peygamber Efendimiz'i anmağa, anlatmağa ve onları da İslam Dînine dâvet etmeğe koyuldular. Bunu o kadar yaydılar ki, içinde Peygamber Efendimiz'in ve İslâmiyetin anılmadığı Medîneli evi kalmadı.

BİRİNCİ AKABE BİÂTI

            Bi'setin 12. senesi, içlerinde bir yıl önce Müslüman olanlar da bulunduğu halde, Medîne'den oniki kişilik bir kâfile Hac mevsiminde Mekke'ye geldi. Bunlar, Akabe mevkiinde geceleyin Peygamber Efendimiz'le gizlice görüştüler ve O'na bîat [6] ettiler. Bîat esasları şunlardı:

            Allâh'a şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocukları öldürmemek, yalan ve iftiradan sakınmak, Peygamber'e karşı gelmemek. Peygamberimiz, bunları yapmamalarını buyurunca,

            Onlar; "Yâ Rasûlellah! Biz bunları yapmazsak bize ne var?" diye sordular.

            Peygamber Efendimiz de; "Cennet ve Cemâl-i İlâhî var" buyurdu.

            "Öyleyse biz de varız. Biz de îman ediyor, bunlara sadık kalacağımıza söz veriyoruz." deyip, Peygamber Efendimiz'in ellerine kapandılar. Gözler yaşardı, gönüller coştu.

            Peygamber Efendimiz; "Kim bu ahde vefâ gösterirse, Allah onu Cennetine alır. Kim küfre düşmeksizin ahdini bozarsa, Allâh'ın irâdesine kalmıştır" buyurdular.

            Bu esnâda Medîneliler, kendilerine Kur'ân tâlim ettirecek, dîni öğretecek bir Kur'ân muallimi istediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onlarla birlikte Mus'ab ibn-i Umeyr'i Medîne'ye gönderdi.

            Mus'ab, ilk Müslüman olanlardandı. Nâzik bir zattı. Temiz giyinir, gâyet tatlı güzel konuşurdu. Hulûlü muslihânede (tatlı bir uslupla girişte) bulunur, herkese hoş muâmele ederdi.

            İSLÂMİYET'İN MEDİNE'DE YAYILIŞI

            Useyd ibn-i Hudayr ile Sa'd ibn-i Muaz'ın Müslüman Oluşları

            Medînelilere Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslam dînini öğretmek üzere vazîfelendirilmiş olan, Mus'ab (R.A.), Medîne'de Ebû Ümâme Es'ad ibn-i Zürâre'nin evine indi. İslâmiyeti Medîneliler arasında yaymağa koyuldu.

            Es'ad ibn-i Zürâre bir gün Mus'ab ile birlikte Abdüleşhel ve Zaferoğullarının semtlerine gitmek üzere yola çıktılar. Es'ad ile Mus'ab, Zaferoğulları'na âit bostanlardan bir bostana girip oradaki Merak kuyusunun çevresine oturdular. Müslümanlığı kabul etmiş olan kimseler de orada toplandılar.

            Sâ'd ibn-i Muaz ile Useyd ibn-i Hudayr, Abdieşheloğulları kabîlesinin evlatları idiler. Her ikisi de müşrik ve eski dinlerinde bulunuyorlardı. Ayrıca Sâ'd ibn-i Muaz, Es'ad ibn-i Zürâre'nin halasının oğlu idi. Bunlar, Mus'ab ile Es'ad'ın bostana girdiklerini işitince, Sâ'd İbni Muaz, Useyd ibn-i Hudeyr'e; "Bizim, akılları ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mahallemize gelen şu adamlara git de, onları tehdit et ve mahallemize gelmekten menet! Bilirsin ki, Es'ad ibn-i Zürâre benim akrabâmdandır, halamın oğludur. Bunun için ben, onun yanına gidemeyeceğim. Öyle olmasaydı, bu işi yapmağa ben yeterdim." dedi.

            Bunun üzerine Useyd mızrağını alıp onlara doğru ilerledi. Es'ad ibn-i Zürâre, Useyd'i görünce Mus'ab ibn-i Umeyr'e; "Bu gelen kavminin ulusudur. Yanına geldiğinde onu Allâh'ı tasdik ettirmeğe çalış!" dedi.

            Mus'ab; "oturursa onunla konuşurum!" dedi.

            Useyd, sövüp sayarak geldi, tepelerine dikildi. "Siz bize niye geldiniz? Akılları ermez ve zaif olanlarımızı azdırmak için mi? Hayâtınız size lâzımsa, hemen buradan ayrılın!" dedi.

            Mus'ab, O'na gâyet nâzikâne; "Hele biraz otur, sözümüzü dinlerseniz, maksadımızı anlarsınız. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmiyecek olursanız, yüz çevirir hoşlanmadığınız şeye o zaman engel olursunuz. Olmaz mı?" dedi.

            Useyd; "Yerinde bir söz söyledin!" dedi ve mızrağını yere saplayıp yanlarına oturunca, Mus'ab, İslam dîni hakkında bir konuşma yaptı ve ona Kur'ân-ı Kerim okudu. Useyd, Kur'ân-ı Kerîm'i dinleyince O'nun te'siri altında kaldı ve "Bu ne kadar güzel. Bu dîne girmek için neler yapılmalı?" diye sordu.

            Mus'ab ve Es'ad, ona îcâbeden esasları söylediler, "Gusleder temizlenirsin, sonra şehâdet getirir, Yüce Allâh'a şehâdet edersin, daha sonra namaz kılarsın." dediler.

            Bunun üzerine Useyd kalkıp gitti ve gusletti, elbisesini temizledi. Şehâdet kelimesini söyleyerek Allâh'a şehâdet getirdi. Sonra da, kalkıp iki rek'at namaz kıldı ve böylece Müslüman oldu.

            Useyd giderken; "Size birini göndereyim. O da Müslüman olursa Medîne'de îman etmedik kimse kalmaz" dedi ve kendisini oraya gönderen Sâ'd ibn-i Muaz'ı gönderdi.

            Sâ'd hiddetle geldi.

            Mus'ab ona da gâyet yumuşak davranarak; "Durun canım, böyle hiddetlenecek ne var. Otursanız da sizinle biraz konuşsak olmaz mı? Evvelâ dinleyin, ona göre hüküm verin. Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz yine siz bilirsiniz. Kimseyi zorlayan yok" dedi.

            Sâ'd ibn-i Muaz da; "Yerinde bir söz söyledin." dedi ve mızrağını yere saplayıp oturdu. Mus'ab ona İslam dînini anlattı ve Zuhrüf Sûresi'nin başından okumağa [7] başladı. Sâ'd İbni Muaz o güne kadar hiç dinlemediği, bilmediği bir şey dinlemişti. Mus'ab'ın İslâmiyet hakkındaki sözlerini ve okuduğu Kur'ân-ı Kerîm'i dinledikten sonra Sâ'd'ın yüzünde de îman belirtileri başlamıştı. O da Useyd gibi Müslüman olmak için ne yapmak lâzım geldiğini sordu. Onlar da îzah ettiler. Bunun üzerine Sa'd ibn-i Muaz kendisine izah edilenleri yerine getirip Müslüman oldu. Daha sonra mızrağını alıp kavminin ve kavmi ile birlikte olan Useyd ibn-i Hudeyr'in toplanmış bulundukları yere döndü.

            Kavmi, Sâ'd ibn-i Muaz'ı karşılarken birbirlerine "Allâh'a yemin ederiz ki Sâ'd, size yanınızdaki gidişinden başka bir yüzle döndü!" dediler.

            Sâ'd ibn-i Muaz, onların yanına gelip durdu ve; "Ey Abdüleşheloğulları! Benim, aranızda işimi, gidişimi nasıl bilirsiniz" diye sordu.

            Onlar da; "Sen bizim ulumuzsun. Görüş ve düşünüşde en üstünümüz, en iyi olanımızsın" dediler.

            Sâ'd'İbni Muaz onlara; "Siz Allâh'a ve Rasûlüne îman edinceye kadar, sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun." dedi.

            Sâ'd ibn-i Muaz'ın bu sözü üzerine Abdüleşheloğulları mahallesinde o gün akşama kadar, kadın erkek, Müslüman olmadık kimse kalmadı. İşte Abdüleşheloğulları kabîlesinden iki ileri insanın Müslümanlığı kabul etmesi, bütün kabîlenin, Medîne halkının, kadınlı ve erkekli olarak İslam dâiresine girmelerine vesile oldu.

İKİNCİ AKABE BİÂTI

            Bî'setin 13.yılında Hac için Medîne'den Mekke'ye gelen 500 kadar kimse arasında 75 de müslüman vardı. Bunlardan 73'ü erkek, 2'si kadındı. Peygamber Efendimiz'i görmek, emirlerini telakkî etmek, O'na bîat etmek ve O'nu Medîne'ye dâvet etmek istiyorlardı.

            Medîne'den gelen Müslümanlardan Kâb'ibn-i Mâlik ile beraber, önce bir kaç kişi Peygamber Efendimiz'e gelerek; "Yâ Rasûlellah, bu sene hacca gelenler arasında bulunan kardeşlerimizle, sizi görüp bîât etmek isteriz. Bu nerede ve ne zaman mümkün olur?" diye sordular.

            Peygamber Efendimiz; gecenin üçte ikisi geçtikten sonra Akabe'de toplanmalarını ve bundan, müşriklerin haberdar olmaması için bu hususu bir duyanın bir başkasına aslâ söylememesini tembih etti.

            Peygamberimiz, amcası Hz.Abbas'ı yanına alarak, tesbit edilen zamanda Akabe'ye geldi. (Gerçi Abbas henüz Müslüman olmamış ise de, Ebû Tâlib'den sonra, Peygamber Efendimiz'in himâyesini üzerine aldığı ve gâyet tedbirli bir kimse olduğu için böyle mühim bir toplantıda hazır bulunarak, işi sağlam bir esasa bağlamak istemişti.)

            İlk önce Abbas söze başladı, ve; "Ey Yesrib (Medîne) Ehli! Bu, kardeşimin oğlu bana insanların en sevgilisidir. Kavmi içinde kâdir ve kıymeti yüksektir. Biz, kendisini şimdiye kadar her türlü düşmandan koruyup muhafaza ettik. Bundan sonra da himâye etmeğe azimliyiz. Ancak, sizin O'nu aranıza dâvet talebinizle beraber kendisi de size katılmağı, sizin beldenize gitmeği kabul ve arzu ediyor. Eğer bütün Arap kabîlelerinin düşmanlıklarına, O'na muhâlefet edenlere karşı, kendisini koruyabilecek, O'nunla beraber savaşmaktan geri durmayacak gücü kendinizde buluyor ve bunu taahhüt ediyorsanız, sizinle beraber gitsin. Yok eğer buradan çıkıp gittikten sonra onu yalnız ve yardımcısız bırakıverecekseniz, şimdiden bu işten vazgeçin. Yine kavmi içerisinde izzeti ile kalsın." dedi.

            Medîneli Hz.Es'ad ibn-i Zürâre, Abbas'a; "Ey konuşmaları ile bize söz dokunduran kişi! Senin, insanların en sevgilisi olduğunu söylediğin zât, Allâh'ın Rasûlü'dür. O'nun, Rab'binden getirdikleri, insan sözüne benzemez. Biz, O'nu, canımız, malımız telef oluncaya kadar korumağa ve O'na sadâkat göstermeğe kararlıyız, dilediğin te'minâtı bizden alabilirsin." dedi.

            Sonra, Peygamber Efendimiz'e hitâben; "Ey Allâh'ın Rasûlü!, kendin için arzu ettiğin ahdi bizden al, Rabbin için istediğin şartları da bize koş." dedi.

            Peygamber Efendimiz, onlara, Kur'ân-ı Kerim'den bâzı âyetler okuyup teşvikte bulunduktan sonra; "Rabbim için istediklerim: O'na şirk (hiçbir ortak) koşmaksızın ibâdet ve tâatta bulunmanız, namaz kılmanız, zekât vermeniz, doğruluğu emir ve kötülüğü nehy etmeniz, gerek sevinç ve gerek keder hâlinde din işinde kusur etmemeniz, hakkın yerine getirilmesi için hiç kimseden çekinmemenizdir.

            Beni de, Allâhü Teâlâ'nın Peygamberi olarak tasdik etmekle nefsimi, kendi nefsinizi ve evlât iyâlinizi esirgeyip koruduğunuz gibi muhafaza etmeniz ve bu yolda ahid vermenizdir." buyurdu.

            Medîneli şâir Hz.Abdullah ibn-i Revvâha; "Ey Allâh'ın Rasûlü! Bu söylediklerini yapıp da, Allah ve Rasûlü yolunda ölürsek bize ne var?" diye sordu.

            Peygamber Efendimiz; "Allâh'ın rızası ve Cennet var." buyurdu.

            Bunun üzerine, Medîneli Müslümanlar; "bu ne hayırlı, ne kadar kazançlı bir alış veriştir!..." diyerek, O Hazretin buyurduğu esaslar üzerine elini tutup [8] bîat etmeğe başladılar. Allâh'ın Rasûlü'nü, can ve başla koruyacaklarına, O'nun düşmanlarına karşı savaşacaklarına dâir söz verdiler. Böylece, can verip cennet aldılar.

            Ayrıca bu bîatda, Medîneli Müslümanlar bir madde de kendileri ilâve ederek, Peygamberimiz'i Medîne'ye dâvet etdiler ve kendisini koruyacaklarına dâir kılınçları üzerine ahd-ü pîman etdiler.

            Bütün Müslümanların, Peygamber Efendimiz'in elini tutarak biât edişlerini gören amcası Abbas, sıra iki kadına gelince; "Gidin,.. siz biât etmiş oldunuz." diyerek, Peygamber Efendimiz'in kadınlara elini vermediğini anlatmış oldu.

            Peygamber Efendimiz, Akabe'ye katılan Medîneli Müslümanlar'a; İslam dîninin yayılması ve düşmanlarına karşı müdâfaa edilmesi için biât ehli arasından oniki nakîb (temsilci) seçmelerini bildirdi.

            Bunun üzerine; Hazrecliler dokuz, Evsliler üç kişi olmak üzere, kavimlerinin ileri gelenlerinden, akıl, ilim ve irâde sâhibi oniki temsilci çıkardılar.

            Peygamberimiz, bu oniki kişinin temsilcisi olarak da, Hz.Es'ad ibn-i Zürâre'yi ta'yin etti. Rasûlü Ekrem, bu temsilcilere; "Havârîler, kavimleri içerisinde nasıl Meryem'in oğlu İsâ'nın vekilleri idi iseler, siz de kavminiz içerisinde benim vekillerimsiniz. Ben de, kavmimin (Mekkeli Muhâcirlerin) kefiliyim." buyurdu.

            Bu ikinci Akabe biâtında, ilk defa icabında İslâmın düşmanlarına karşı harp kararı alındığı için, bu bîatın İslam Târihinde yeri çok büyüktür. Bu îtibarla «Büyük Akabe Biâtı» diye isimlendirilmiştir.

            MUSÂFAHA

            Musâfaha; iki kişinin birbirlerine muhabbetlerini izhar için ellerini uzatarak el sıkışmalarına denir. Eshâbı Kirâm'dan Berâ bîn-i Azîbe göre; mü'minin kardeşi ile selamlaşması musâfaha ile tamamlanır.

            Katâde; Enes ibn-i Mâlik'e "Eshâbı Kirâm birbirleriyle musâfaha ederler miydi?" diye sordum. "Evet!" dedi. Hammad bini Zeyd iki elini uzatarak musâfaha yapardı.

            Çocuklarla musâfaha, onların başları sıvanmak ve kendilerine "Bârekallâhü fîke" diye duâ edilmek suretiyle yapılır.

            İslâmda ilk musâfahayı, Yemen'den Medîne'ye geldikleri zaman Yemenliler yapmış, Peygamber Efendimiz onlar hakkında; "Onlar sizden daha yufka yüreklidirler." buyurmuştu.

            Eshâbı Kirâm, Peygamber Efendimiz'in ellerini öperlerdi. Hz.Ali, amcası Hz.Abbas'ın elini öpmüştü. Câfer ibn-i Ebi Talib, Habeş ülkesinden Medîne'ye döndüğü zaman Peygamberimiz de onun iki gözünün arasını öpmüştü.

            Erkeklerin kadınlarla musâfaha etmeleri, el sıkışmaları haramdır. Peygamberimiz bîat alırken bile onlardan hiçbirinin eline elini değdirmemiştir. Hz.Âişe (R.Anha) vâlidemiz bu hususta "Vallâhi Rasülullah'ın eli, avucu hiçbir kadının eline, avucuna değmemiştir." buyurur.

 

[1] [Her ne kadar o zaman hac farz kılınmamış idiyse de Adem (AS) dan beri hac yapılmağa devam ediliyordu.]

[2] [Melce' : Sığınılacak yer]

[3] [Mi'rac seyahatine çıkarılacağı anda Peygamber Efendimiz, amcasının kızı Ümmühânî vâlidemizin evinde (diğer rivâyette Kâbe'nin Hatiym kısmında) bulunuyordu.]

[4] [Sıddık: çok samimi, dâimâ doğruluk üzere, Allaha ve peygamberine çok sadık olan, sözü ile işi bir olan kişi]

[5] [Okunan âyetlerin meâli:  "O zamanı an ki; İbrahim «Rabbim bu şehri emniyet içinde yaşat! Beni  de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut! Ey Rabbim! Çünkü onlar insanlardan birçoğunu idlâl ettiler, sapıttılar. Bundan sonra kim bana uyarsa işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse.. gerçekten sen çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicisin...İlh.» demişti...ilh." (Sûre-i İbrahim, âyet 35-52).]

[6] [Bîat: İslam esaslarına uyacaklarına dâir Allah Rasûlü'ne bağlılık beyanı; bir ahd-i pîman olup, elleriyle  Peygamber Efendimiz'in ellerine sarılıp and içmektir.]

[7] [Okunan Âyetlerin meâli; "Hidâyet yolunu apaçık gösteren şu Kitaba andolsun ki, gerçekten biz O'nu anlayasınız diye Arapça bir Kur'an yaptık. Şüphe yok ki O, katımızdaki ana kitaptadır. Çok yüce ve çok hikmetlidir. Siz, haddi aşan bir kavimsinizdir diye artık, O Kur'ân-ı sizden uzaklaştırıp vazgeçip bırakı mı verelim? Halbuki biz önceki ümmetler içinde nice Peygamberler gönderdik. Onlar da, kendilerine Peygamber geldikçe onunla alay eder dururlardı. Onun için, biz kuvvetçe bunlardan daha çetinlerini yok ettik. O, önceki ümmetlerin misalleri geçmiştir. Andolsun ki, onlara «gökleri, yeri kim yarattı?» diye sorsan, elbette «onları, O kudretiyle herşeye üstün gelen, ilmiyle herşeyi bilen Allah yarattı!» derler." (Sûre-i Zuhrüf, âyet 1-9)]    

[8] [Buradaki el uzatma ve bîatlaşma gösteriyor ki İslam'da el tutma vardır. Yâni bir konu hakkında eğer anlaşma olursa el uzatılabilir.]