Miftahulkulub

1. BÖLÜM

I . BÖLÜM
    
    
Konusu : Nakşibendî tarikatında usul olan dört şart.. Bunlar, dört kısımda anlatılacaktır.
    
    
1. KISIM : Huyları güzelleştirmek..
Huyları güzelleştirmek; merhamet ve şefkat duygularını geliştirme­ye sebeb olacaktır. Bundan dolayıdır ki :



— «Allah'ın güzel huylarına sahib olunuz.»
Emri verilmiştir. Bunun için, tarikat-ı aliyyeye bağlanan kimse; ilâhî emirlerin yerine getirilmesinde ciddî, mahabbetli, ilâhî yasaklardan kaçın­makta ise, tam bir çekingenliğe sahip, nefsini dahi mevcud canların hep­sinden aşağı gören, makamım dahi ayakkabıların konmasına yarayan yer bulan olmalıdır. Bu arada, yaptığı iyi işlerden hiç birini gözünde ve gön­lünde büyütmemelidir. Halkın övmesi ve yermesi, dünyanın varlığı ve yok­luğu eşit tutulmahdır. Hemen her şeyi Cenab-ı Hak'tan bilerek sözde ve kalbde razı ve müteşekkir olmalıdır. Hemen her halde, şeyhine teslim ola­rak, işlerini ona bırakmalıdır.
Kader icabı birinden bir zulüm görür ise., bir iftiracının iftirasına uğ­rar ise., ona karşı saygıya bürünmeli ve beddua etmemelidir. Bu arada,o kimsenin ahlâk çantasına yerleşen ve dolan zulüm ve azgınlıklarının tez zamanda dışa vurmaması için duâ etmelidir. Böylelikle o kimse, o dü­şük huylardan kurtulur; hiç klmse de ondan zulüm görmemiş olur. Ol­mazsa, o kimse kötü işleri sebebi ile dünyadan kısa zamanda gider, izi kalmaz.
İşte anlatılan manada, hemen her şeyi hoş görür; geçmişteki şeyler için gam çekmez, gelecekteki şeyler için de hırsa kapılmaz. Böylelikle de hemen her hale razı olur.
Anlatılan güzel sıfatları kendisine hal edinir ise., kısa zamanda kötü sıfatları iyiye dönüşür. Razıye makamına da ulaşır; Yüce Hakkın davetine lâyık olur.

    
***    
    
2. KISIM: Teveccüh..
Teveccüh hakkında, ulemadan bazıları çeşitli sözler etmişlerdir; ama onların söyledikleri, işin aslına ve hakikatina vâkıf olamamalarından ile­ri gelir. Tarikat pirlerinin de vefatlarında şekil ve şemailleri bir hikmet icabı yazılmamıştır. Bu yüzden de meçhule teveccüh etmek, hatadan salim değildir. Bu yüzden her mürid, intisab ettiği değerli şeyhi görerek intisab etmiş ise., onu dış gözü ile de görmüş ise, onun şekil ve suretini hayaline getirir. Gördüğü şekli ile mütalaa etmeye dikkat eder. Onun bereketlerinin fazileti ile, Allah'ın zatından başka şeyleri kalbinden ve hatırından çıkarır. Hemen her şeyden arınmış, pâk, saf kalmasına da her mürid gayret et­melidir.                                                                                         
Hazret-i Peygamber'in sakal-ı şerifinin özel bir çekmeceye konması, altından veya gümüşten yapılan bir kutuya yerleştirilmesi, bu kutunun içinde dahi, kristal bir şişe içine konması, belli vakitlerde dahi tazimlerle tekrımlerle ziyaret edilmesi; mutlaka Hazret-i Peygamber'e tazim Cenab-ı Resul'e tekrim Yüce Allah'a tazim ve tebcil sayılır ise., ki bu böyledir; hiç şek ve şüphe de yoktur.
Anlatılan durum nasıl böyle ise, safiye makamına varan, hatta onu da geçen mürşid şeyhin zahirî vücudu dahi çekmece, kutu, örtüler onun kal­bidir ki; billur gibi işlemeli bir kristal hükmündedir. Onun ruhu dahi, Hicr suresinin 29. âyetinde buyurulan :



—  «Ona ruhumdan üfledim.»
Manasındaki üflemeden hâsıl olmuş, mücerred bir cevherdır. Bunun için ona tazim etmek, Yüce Allah'ın zatına tazim ve tekrimdir. Bu yüzden de, tüm yabancı hatıraların kalbden çıkması gerekir. Tam teveccüh de böyle olabilir.


***


3. KISIM: Rabıta..
Rabıta olmadan ibadetlerin, virdlerin, zikirlerin tadı bulunamaz. Bu­nun için de, anlatılacak hadis-i şerifler ve âyet-i kerimeler gelmiştir.
Resulüllah efendimiz şöyle buyurdu :



—  «İhsan, Allah'ı görür gibi ibadet etmendir. Sen onu görınesen de o seni görür.»
Allah-ü Taâlâ, Kaf suresinin 16. âyetinde şöyle buyurdu :



—  «Biz ona, şahdamarından daha yakınız.»
Allah-ü Taâlâ, Nisa suresinin 126. âyetinde şöyle buyurdu :



—  «Allah, her şeyi kuşatmıştır.»
-Allah-ü Taâlâ, Bekara suresinin 256. âyetinde şöyle buyurdu :



—  «Allah, tam manası ile işiten, bilendir.»
Bütün bu manaları hatırlayıp mütalaa ettikten sonra :
—  Ben Allah'ı görmüyorum ama, o beni görür ve her hali bilir; ci­hanı sarmıştır.
Diyerek, bir ay kadar bu türlü tefekkürden uzak olmamalı.
Bir kimse, üstteki manayı kendisine hal eder ise, bu edindiği.halin adına :
—  Rabıta..
Adı verilir. îlmel-yakin bu yoldan hâsıl olur; ibadetin zevki de bulu­nur. Nefis ve şeyatanın da, hilesinden, fesadından uzak kalır.
Cenab-ı Hak, bu rabıta sahibinin basiret gözünden beşeriyet perde­sini kaldırıp izale eder; aynel-yakin derecesine de ulaştırır.
İşbu kimse, gide gide, hakkal-yakin rütbesine ulaşır.


***

4. KISIM: Murakabe..
Resulüllah efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur :



—  «Vücudun öyle bir günahtır ki; hiç bir günah onunla kıyaslanamaz.»
Bu manâ uyarınca, bir dervişe, kendi benliğinden büyük bir günah yoktur.
Bu vücudla, Yüce Allah'ın zatından başka şeyleri hatırdan gönül­den çıkarmaya; onun bütün eşyayı kuşattığım görüp düşünmeye :
—  Murakabe..
Denir. Şöyleki :
İnsan, kendi vücudunu bir şişeye benzetecek. Öncelikle bu şişeyi taşa çalıp kıracak. Onu kırıp mahvettikten sonra, bu dünya ve içindekileri, ona delâlet eden şeyleri dahi fena rüzgârına verip tozunu savuracaktır. Bun­dan sonra, ne kendinden ne de bu iş âleminden yana gönlünde bir şey bı­rakacak; hemen baki kalan tek Allah olacaktır.. İşbu gönülden tefekkürü hal etmyee :
—  Murakabe.. Denir.



Başarı ihsan eden Allah'tır; mana yolunda en güzel arkadaştır.
Bir çocuk dünyaya geldiği zaman, o çocuğun gönlünde iki taht bu­lunur. Birinde sultani ruh, diğerinde ise, hayvani ruh bulunur. O çocuk, yükümlülük çağına gelinceye kadar sultanî ruhla hayvani ruh eşit du­rumdadırlar.
Mükellef çağa geldiği zaman, o kimse ilâhî emirleri tutar, ilâhî yasak­lardan kaçar durumda olmaz; nefsanî nazların peşine düşüp cüz'î iradesi­ni kötülükler tarafına sarf eder; nefsanî arzular tarafına istekle eğilir ise., işte o zaman hayvani ruh, sultanî ruhu alt eder. Sultanî ruhu ken­di tahtından indirir; kendi istekleri altında tutar.
Hayvani ruhun hükmü altında yenik düşen bir kimse; hangi hâlde olursa olsun, yirmi dört saatin yirmi dördünde dahi hayvanlık sıfatında, kötü huylarda, çeşitli masiyet işlerinde meşgul olup durur. Yüce Hakka taat ve ibadetten yana tamamen gafil bulunur.
Anlatılan halde bulunan kimsenin nefsinin adı şudur :
— Kötülükle emir ve hareket eden nefis (Emmare-i bissu)..
Nefsin bu sıfatı, celâl tarafından gelir. Bundaki bir hikmet odur kı :
Altın gümüş nasıl ateşle tasfiye edilir ise., cemal dahi, celâl ile tasfiye edılmeye muhtaçtır.
Rivayetlerde şöyle anlatılmıştır :
—  Allah-ü Taâlâ, nefse şöyle sormuştur :
—  Sen kimsin, ben kimim?.
Nefis de şöyle demiştir :
—  Sen sensin, ben de benim.
Bunun üzerine ona açlik cehenneminde işkence etti. Ama, buradaki açlık, bilinen bayağı açlık değildir; onun kötü ihtiyacınıvermemektir. Zi­ra, onun islah edilmesi ancak böyle olur. Yoksa bayağı bilinen açlıkla ne­fis ölmez.                   '
Nefsin hali, dünya sevgisi ve baş olma sevdasıdır. Böyle bir davayı da Firavun ederdi.
Nefsin aczi yemek, içmek, büyük küçük abdestlere çıkmak, çıftleşmek, mesken ve bunların benzeri ihtiyaçlarım yerine getirmemekle olmaz. Bun­ları yapmayan kimse, belki sadece kendini zor durumda bırakır.



—  «Her kim nefsini bilirse, gerçekten Rabbını bilen o olur.»
Hadis-i şerifinde buyurulan marifet nefsin aczini bilme makamında bir aciz hali değildir. Asıl nefsi aciz hale getirip öyle bilmek, Hakkın ina­yeti ve tevhid nuru ile elde edılir.
İşbu nefsin aczi, anlatılan manada bir şeydir; vicdanda duyulan bir zevktir. İki kaburga kemiğinin veya iki kürek arasındaki bir keyfiyettir.
Bir Hak yolcusu salike, yirmi dört saat içinde dört saat pişmanlık gelir, ibadet taatta bulunur ise., işte o zaman sultanî ruh, hayvani ruhu tahtından aşağı atar. Sultanî ruhun aldığı bu halle, nefsin kötülüğü, yani : Emmare sıfatı, levvame ile değişir. Nefsin bu yeni aldığı hale artık :
—  Levvame..
Denir.
Levvame nefis sahipleri nekadar âbid, zahid olurlarsa., levvame, mül-himeye doğru o kadar yükselir; iniş hali, yine levvameyedir. Hayvani ruh, bundan sonra askerini alır, vücud ülkesinden dışarı çıkar. Ama, dışarıda bir saldırıda bulunur; sultanî ruhu, yine tahtından aşağı alır. Bu mana­dan ötürü, levvame ile emmare arasında bulunan kimsede korku çok olur.
Zahirde, üstteki duruma misal olarak kedi ile, farenin durumunu an­latmak yeterlidir.
Sanki fare gibi, kedinin ağzından kurtulmuş, kaçacak bir yer de ol­madığından, deliğe girmiştir. Sanki, kedi kapının ağzında bekliyor; pen­çesini atsa, kendisini yakalayacak; delikten çıkaracak. İşte böylece de­likte sıkışıp kalan kimse :
—  Eğer bir daha kedinin ağzına girersem, beni helak eder.
Diyerek nasıl korku duyarsa., emmare hali ile levvame hali arasında bulunan kimse dahi, öyle korkar.
Kısacası; emmare ile levvame hali arasında bulunan kimsenin hali, aynen kedinin önünde ve pençesinin altında bulunan, ağzında yere ve yer­den ağzına dahi girip çıkmaya takati olmayan sersem fare gibidir.
Anlatılan levvame halinde olan klmse, azıcık gaflette bulunup ve or­ganlarından birini şeriat dalresinden çıkardığı anda, hayvani ruhun üs­tünlük pençesine geçer. O yoldan bir fırsatını bulup sultani ruhu, tah­tından aşağı alır; aldığı anda da, nefis, levvameden emmareye iner. O za­man da, kalb, eski safiyetini bulamaz. Salikte, bu yüzden bir iç bunalımı baş gösterir. Kalbde bir yanma başlar ki, tarifi mümkün değildir.
Ne var ki, anlatılan durum, Hak yolcusu salik için, Yüce Hak'tan bir inayettir.
Zira, anlatılan halle durum bilinir; o hale düşen kimsede bunu anlar ve tevbe istiğfar ederek, aman dileme kapısına düşer. Çalışır çabalar, ağ­lar inler. Hâsılı, her ne yapar yapar Allah'ın yardımı ile yükselme yolunu bulur. Böyle olunca da, yine sultanî ruh, hayvani ruha üstün gelir. Nefis de, önceki halini bulur, açılır.
Eğer Hak yolcusu salikte, anlatılan ateşle iç bunalımı zuhur etmemiş olsaydı; salik hayvani ruhun üstün geldiğini, nefsin tamamen emmareye düştüğünü, sutalni ruhun alt olduğunu, inişe geçtiğini bilemezdi. Kusuru­nun affı ile, terakkisinin sebebine teşebbüs edemezdi. Güven duygusuna kapılır; Yüce Hakkın mekrinden emin olurdu. A'raf suresinin 99. âyetinde Duyurulan :



—  «Allah'ın mekrinden, ancak varını yitirenler emin olurlar..»
Manadaki zümreye katılırdı. Böyle bir şey ise., ezeli şekavet alâmetidir. O durumda, akla hayale gelmeyen habis işlerde bulunur; içte ve dışta hiç bir ilâhî terbiye zuhur etmezdi. Ne bir dert gelirdi; ne de belâ, gam.. Hiç bir kedere de uğramaz; nefsinin hazzında, zevkinde olup giderdi.
Eğer bir kimse, kendisinde anlatılan yersiz halierden bir belirti bulur ise, başını taşlara vurup çaresine baksın; zira, son nefesin kötü verilme­sine alâmettir.
Emmare sahibi bir kimse, aradan geçen yirmi dört saat içinde, dört saati aydınlık, bütün organları, şeriatın emirleri ile örtülü, masiyete dön­meyen bir halde ise., o zaman bilmeli ki : Hayvani ruh açıkta kaldı. Artık kendisine barınak olacak şeriat dışı bir yer yoktur; bulamaz. Bunun üre­rine hayvani ruh, askerlerini de toplar, bulunduğu yerden çıkar; Çamlı­ca gibi bir yere konar. İşbu hali bulan kimseye :
—  Mülhime sahibi.. Denir.
Bu duruma gelen kul, şöyle yalvarıp yakarmalıdır :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım. Beni ibadet taattan geri bırakma. Hayvani ruhu bana sataştırma.
Onun böyle yalvarıp yakarması üzerine, Çamlıcadaki hayvani ruhu yakalar, hapseder, bir tomruğa koyarlar .
O zaman, onun sahibi ferahlar; çünkü düşmana üstün geldi; yol ke­sici yakalandı.

Bundan sonra, hayvan ruha, bir forma- giydirilir.1 Bu formanın adına :
—  Mutmainne..
Denilir. Ne var ki, bu mutmainne sahibi, yine durumdan emin değil­dir. Bunun için, kendi kendine şöyle der :
—  Ya o hapse giren hapisten kurtulur ise., ya da Çamlıca'daki asker­leri gelip onu kurtarır ise, halim nasıl olur?.
Hiç bir halinden emin olamaz; devamlı yalvarır yakarır; Allah'ın rı­zasına uygun işlerde bulunur. İşte o zaman, hayvani ruh, sultani ruha yalvarmaya başlar :
—  Aman beni şu hapisten kurtar. Sana, diğer yardımcıların gibi hiz­mette bulunayım.
İşte o zaman, hayvani ruha, Allah tarafından bir forma daha giydi­rilir. Bunun adına :
— Raziye..
Denir.
Ne var ki, bu razıye sahibi, yine halinden emin olamaz.
Bu nefs-i razıyeden ötürü, o razıye sahibinin Cenab-ı Kibriyayâ yal­varıp yakarması, ibadet taatı daha ziyade olur. İşte o zaman, razıye nefi, sultani ruhun ayağına kapanır. Sultanî ruh sorar :
—  Ne istiyorsun, dileğin nedir?. Razıye nefis, sultanî ruha şöyle der :
—  Ben sana karşı dıştan razı idim. Ama, her yönü sana hizmet et­meye içim razı değildi. Şimdi, dışım sana karşı nasıl razı ise, içim dahi sana karşı o şekilde razıdır. Bundan sonra, her bakımdan sana karşı kul kurbanım.
Bundan sonra, razıye nefse dahi, Allah tarafından bir forma giydiri­lir. Bu formanın adına :
—  Marziye Denllir.
(1) Bu mutmainne formasını giyen sultanî ruh da olabilir. Eserde, hayvani ruh olduğu yazılmıştır. Onu değiştirmedik; bu notu koymayı yerinde bulduk.



Başarı ihsan eden Allah'tır; mana yolunda en güzel arkadaştır.


***


İnsanın içinde bulunan manevî hastalıklar, kötü huylar; insanın dı­şındaki kan bozukluğundan ve ciğerin karakterinden meydana gelen çı­banlar gibidir. Kötü huylar sebebi ile meydana çıkan hayvaniyet sıfatları dahi, deşilen çıbanlardan kan, irin, sarı su gibidir.
Hali anlatıldığı gibi olan kimsenin daima şuna buna kibir, hased edıp saldırıya, öfkelenmeye, buğza düşmanlığa geçip diğer kötü huyları, hay­vanlık sıfatlarını yerine getirdikten sonra eline tesbih alıp tevbe istiğfar etmesi; deşilen çıbanlardan akan kan, irin, sarı suları elindeki mendille silmeye, çıbanların üstüne de yakı yapıştırmaya benzer. Onları bin kere silse, yakı yapıştırsa kandan bozukluk, ciğerden hararet giderilmedikçe dışarıdan hiç bir ilâcın faydası olmaz; öte yandan dört çıban daha çıkar deşilir. Taa, içteki bozukluk giderilip çıbandan ve silmeden kurtuluncaya kadar bu iş böyle gider.
Bu misalde anlatıldığı gibi; kanında bozukluk, ciğerinde hararet olan kimse kanındaki bozukluğu, ciğerindeki harareti içeriden kesmedikçe, kanı düzelip ciğeri iyileşmedikçe yüzünde ve sair organlarında bulunan çıbanlara yakı yapıştırması, çıbanlardan akan kanı, irini, sarı suyu elin­deki mendılle. silip temizlemesi ile giderilemez.
İçten manevî hastalık olan kötü huyların durumu da böyledir. Bir kimsede öyle şeyler varsa, onları kalbden gönülden çıkarmak gerekir. On­lar çıkarıldıktan sonra kalb, nefis, ruh, tabiat tevhid nurları ile yararlı hale getirilmedıkçe o kimsenin eline teşbih alması, dıştan tevbe istiğfar et­mesi aslında günah kirlerinin temizlenmesine sebeb olur; devadır. Ama kalbdeki kötü huylara, sadece dıştan yapılan o gibi tevbe istiğfarın fay­dası yoktur. Bunun için de, hemen her zaman, kendisinde hayvanlık sıfatı zuhur eder. Zaman olur ki: Tek kötü huy, bir .adamın kırk yıllık ibadet taatını bir anda mahveder. Bunun için kötü huy sahibi nekadar âbid, zahid, muttaki olursa olsun; kendisinden emin olamaz.taa, o kötü huylar­dan kurtuluncaya kadar.. Zira, kötü huy sahibinin ibadet taat etmesi, ba­rut ile tünel yapılan bir zemin üzerinde bina kurmak gibidir.
Bir adamı düşünelim. Arsasının zemininde çuval çuval barut dolu mağara ve mahzenler vardır. O kimse de, o mağara ve mahzenleri barut­tan temizlememitşir. Onun üzerine senelerce; malia, bedenle çalışıp emek vermiş, özenerek kale gibi sağlam, süslü bir saray yaptırmıştır.
Bütün bu işlerini ikmal ederek, sarayının içine gireceği, rahat ede­ceği sırada zemindeki barut çuvallarından birine bir yerden bir kıvılcun sıçrar; o saray da toz duman olup gider.
Hal böyle iken o a'dam, yine de arsasında bulunan barutların temiz­lenmesi cihetine gitmez. Yine birkaç sene çalışır çabalar bir saray yaptı­rır. Yine bir taraftan bir kıvılcun sıçrar, sarayı kökünden uçurur.
O kimse, bu şekilde uğraşıp dururken bu adama deseler ki :
—  Kardeş, sen ne acaip adamsın!. Parana ve bunca emeğine acımaz mısın?. Bunları yolda mı buldun? Hiç barut üzerine bina kurulur mu?. Kaç yıldır bu bina ile uğraşıyorsun. Onu bitirip oturacağın zaman ona bir kıvıl­cım dokunuyor, havaya uçup gidiyor. Bu arsada barutlar bulundukça, ne zaman bina kursan, temel tutmaz. Şimdi gel de, bu arsa içinde bulunan mağara, mahzen ve tünelleri açtır; oralarda nekadar barut varsa çıkar. Ondn sonra, sağlam temeli bul, binayı kur. Böyle olunca, kurduğun bina te­mel tutar. Sen de, ondan sonra rahat edersin. Safa bulur, rahat edersin.
Bundan sonra o adam, sözleri tutar, temeli bulur, binasını kurar ise.. rahat edip safa bulur. Bunda da hiç şüphe yoktur. Kurduğu bu bina, bir kulübe bile olsa, tehlikelerden kurtulur; yerinde sakin sakin oturur.
Üstteki misalde belirtilen :
—  Arsa..
Deyimi ile, insanın bedeni murad edilmektedir. Baruttan murad ise şunlardır : Kibir, riya, sum'a, ucüp, çekememezlik, hased, kin, öfke, bu­ğuz, cimrilik..
Anlatılanlara benzeyen daha nice kötü huylar ve hayvanlık sıfat­ları vardır ki; onların her biri bir çuval baruta bedeldir. Bu kötü huyların cümlesinden bir klmse geçse, sadece bir tanesi kalsa; anlatılan arsadaki barutların cümlesini temizleyip bir çuvalını bırakmaya benzer. Hiç bir zaman tehlikeden emin olmak mümkün değildir. Bir yandan bir kıvılcı­mın dokunmasına bakar; dokunduğu anda o binanın altım üstüne getir.
Anlatılan :
—  Kıvılcım..
Tabirinden murad ise., bir kimsenin, bu kötü huyların birine doku­naklı lâf etmesidir.
—  Bina..
Deyiminden murad ise.. Yüce Hakka taat ve ibadet çeşitleridir.
Gelelim, bu kötü huylardan kurtulmanın çarelerine., bu huylardan tamamen kurtulmak için, mücahede külüngü ele alınmalı. Gayret kemeri bele kuşanmalı. Her bir kötü huyun giderilmesi için bir sene onun zıddı ile amel etmeli.
Bunun için şöyle söylenebilir :
—  Her bir kötü huy için, anlatılan şekilde çalışmak, nice seneler mü­cahede edip uğraşmayı gerektirir. Bu, uzun ömür çokça mücahede ister. Benim ise, o kadar vakte ve mücahedeye ömrüm yetmez, vücudum da dayanmaz. Bana şöyle kestirmeden bir yol göster. O yoldan, bütün kötü huylardan kurtulayım. Az zamanda da çok yol alayım.
Bunun için sana şöyle derim :
— Bunun kısa yoldan usulü, dört şeyi kendine huy edinmendir; on­ları sırası ile anlatayım :
BİRİNCİSİ : Kendim herkesten aşağı görmek..
Allah katında yüksek kimdir, aşağı kimdir bilinmez. Bunun için, in­san kendi aşağılığını bilmelidir. Böyle bir durumda, kıyamet günü, orta­ya bir mahcubiyet çıkmaz. Bunun için, insan kendini cümle yaratılmışlar­dan aşağı görüp davranışlarını ona göre ayarlamalidır. Yaratılmışlar arasında, kendisinden aşağı hiç kimseyi görmemeli; her hususta, cümleyi kendisinden üstün tutmalı :
—  Ben daha aşağıyım, buular benden üstündür.
Demeli..
Bu, öyle güzel bir huydur ki, bir kimse kalben bunu niyetine alıp da cümle yaratılmışa bu gözle bakar ise., taklid olsa dahi bu âlemde kibir,hased, buğuz, düşmanlık edecek; beğenmediği için kötüleyip gıybetini ede­cek, kızıp darılacak ne bir şey, ne bir kimse bulabilir. Zira ona göre, ken­disinden daha aşağı kimse yoktur. Kendısine denk, kendi ayarında kimse de bulamaz ki, onlardan söylesin. Cümlesi, kendisinden daha üstün, kime kötü huylarını işletsin. Her insan, onun gözünde yüksektir. Tabiatı ile, insan kendisinden üstün olan kimseye eğilmeye, sevmeye, tazlm etmeye, mahabbet etmeye, övmeye muhtaçtır.
İKİNCİSİ : Günahlarını görmek..
İnsan, bütün kusurunu ve günahlarını önüne koyup affedilip bağış­lanması için ilâhî rahmeti beklemelidir.
Bu, öyle bir güzel huydur ki; bunu düşünen kimse : Başka birinde gü­nah ve kusur görmek için vakit bulamaz.
ÜÇÜNCÜSÜ : Acizliğini görmek..
İnsan, hemen her şeyde, kendi acizlik durumunu ele almalıdır. Bunu, kendisinde isbat etmelidir.
Bu, öyle bir güzel huydur ki : Bu görüşte olan kimsede Cenab-ı Hak­kın kudreti ortaya çıkar.
DÖRDÜNCÜSÜ : Aman dilemektir.
Bir kimse, bu huyu benimsemek için kendisini şöyle görecek : Um­man denizin ortasındadir, gemisi batmış, bir karataş üzerinde kalmış, her yandan yardım kesilmiş, işi Allah'a kalmış.
Bu durumda olan bir kimse, iki eli böğründe :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım..
Diyen kimsenin durumundadır. Her nefeste :
—  Aman..
Demesi gerekir.
İşte bütün pirlerin görmek istediği esas huy bu dördüdür. Temellerin temeli, usullerin usulü bunlardır. Kusur olarak bilmen her ne varsa, bunla-rın kollarıdır. Dolaşa dolaşa, sonunda bu dört huya çıkılır. Bunun için, asıl ezberlenip uygulanacak esas bu dört huydur. Bütün anlatmalar, bu dört huyu bildirmek içindir.

Bunları yapmanın da esas usulü şöyledir ;
Temizce abdest almalı. Tenha bir yerde seccade ürerinde oturmalı. Bundan sonra kendi vücudunda bulunan toprağı toprağa, suyu suya, ate­şi ateşe, havayı havaya verip her emaneti yerine teslim ettikten sonra kendisi orta yerde açıkta kalmıştır. Kendisini böyle farz eden kimse, nef­sine şöyle hitab etmelidir :
—  Bunca zamandır seninle bu kadar kusur ve günah işledik. Hiç utanmadık. Kendi aşağılığımızı ve acizliğimizi bilmedik. Günahlarımızı önü­müze koyup affedilip bağışlanmak için aman dilemek kapısında bulunma­dık. Gel, seninle bugün Yüce Allah'ın huzurunda söz verelim. Bundan sonra kendimizden daha aşağı kimse görmeyelim. Gözümüzü günahları­mıza dikelim. Aczimizi elimize alalım. Aman dileme kapısında duralım. İlâhî rahmetten ümidimizi kesmeyelim Bunları yapmaktan ve arzu et­mekten gayemiz ancak Allah ve Allah'ın rızası olsun.
Böyle dedikten sonra, nefsi ile söz kesmeli; kestiği bu sözde de sebat etmelidir.
Cenab-ı Hak cümlemize nasib eylesin. Resullerin efendisi hürmetine. Âmin!..
Bir kimse, anlatılan işleri kendisine hal edinip gezdiği sırada, ihsan kapıları açılabilir; keşifler kerametler ortaya çıkar. Bunları kesinlikle kendisine mal etmemelidir. Cümlesini malın mülkün sahibine teslim et­mesi gerekir. Kendisim övdükleri zaman :
—  Bu övgü, ressame ve modelciye alttir..
Deyip ondan dahi sıyrılmalıdır. Eğer kendisini kötüleyecek olurlarsa :
—  Bende öyle bir kötü hal olmasaydı, söylemezlerdi.. Allah .onlardan razı olsun bana hatırlattılar.
Diyerek tevbe istiğfar eder; o halden geçmeğe de karar verir. Eğer kendisinde o dedikleri kötülük yoksa, onlara hakkını helâl etmelidir. Cüm­le mahlukatı ileride görüp kendisim onlardan aşağı koymalıdır. Hemen orada oturmalı, ondan sonra da, kendisinden aşağı bir yaratık görme­melidir.



Başarı ihsan eden Allah'tır; mana yolunda en güzel arkadaştır.

***

Hemen herkes, Allah rızasını arar. Ama, Allah rızasının ne olduğunu ve nerede bulunduğunu bilemez.
Bazı zatlar, Allah rızasının ibadette olduğunu anlatmışlardır. İbade­ti dahi ikiye ayırmışlardır. Şöyleki :
a)     Zahirî ibadet
b)     Batınî ibadet..
Zahirî ibadet, bedenle yapılan ibadetlerdir; bunları herkes bilir.
— Batınî ibadet..
Diye anlatılan ibadet ise., bedenin batını ile ilgilidir; kalb ibadeti sa­yılır. Bu türlü ibadet, kalbde hâsıl olan bir edepten ibarettir. O edebin de iki yüzü vardır, şöyleki :
a)     Zahire dönük yüzü..
b)     Batına dönük yüzü..
Kalb edebinin batınî olan yüzü gözdedir. Göz nereye bakar ise, ora­dan Hakkı görür. Çünkü, cümle eşya, onun mülküdür. Hemen hepsini, mü­kemmel kudreti ile yaratmıştır, sanatıdır. Bu manada Niyaz-i Mısrî şöyle demiştir :
Arife eşyada esma görünür;
Cümle eşyada müsemma görünür; Bu niyaziden de Mevlâ görünür.. Âdem isen semme vechulluhi bul; Kande baksan, o güzel Allah'ı bul..
Onun böyle deyişi, anlatılan edebi öğretip manayı açmaktır.
Kalbin, anlatılan edebe sahib olması, başarılı olmaya muhtaçtır. Ba­şarıyı elde etmek ise., ihlâs ile tevhid sahibi olmaya kalmıştır.
Yapılan işte esas olan niyettir. Niyetin şartı da ihlâstır Ihlasın esası ise, gizli şirkten kurtulmaktır. Gizli şirk ise., yoku vara ortak etmektir.
Gerçekte, bütün eşya yok hükmündedir. Gerek kulun kendı varlığı,gerekse başkaları.. Bunun için de, hemen her şeyden yok olup kurtulmak gerek. Bundan sonra da, tek varlığı isbat etmedikçe, ihlâsı elde etmek mümkün değildir.
Bir kimse, ihlâsla tevhide bel bağlar ise., başarı forması kendisine giydirilir. Bir kalbe başarı ihsam geldıği zaman, kalb asıl adını o zaman bulur. Göz dahi Yüce Hakkın gayrını görmez olur.
Başarının kalbe ihsan edilişi de, misalleri ile yukarıda anlatıldı.
    
    
***

    
Şimdi bir hikâye anlatalım. Söyleki :
Amânın biri, mükemmel üstad sanatının ehli bir göz dokturuna gi­der. Gözlerinin açılması için çare diler.
Bunun üzerine göz doktoru, onu alır bir mesire yerine götürür. Ora­da kendisine bir ilâç koklatır ve bayıltır. Gözlerini çıkarıp ilâçlarken, ha­vadan bir çaylak iner, gözün birini kaptığı gibi havalanır.
O yerde otlayan keçiler de varmış. Hemen o göz doktoru çarçabuk keçinin bir gözünü çıkarır sıcağı sıcağına bağlar, âmânın giden gözünün yerine yerleştirir. Gitmeyen gözünü de, aynı yerine koyar. Yakı ile yapış­tırır. Bundan sonra âmâyı yine bir ilâçla ayıltıp yerine gönderir.
Aradan zaman geçince âmâ görür ki : Gözleri güzel olmuş..
Doktor âmâya sorar :
—  Gözlerin nasıl görüyor?.
O âmâ da, hayli dualar edıp över; sonunda şöyle söyler :
—  Bu gözüm öncekinden elbette güzel görüyor; ama şu gözümde bir incelik var. Bu işe şaşıyorum.
Göz doktoru sorar :
— Nedir o incelik?.
Âmâ adam şöyle söyler :
—  Her nerede bir otlak ve sulak yerden geçsem, bu gözüm o tarafa kayıp kayıp gidiyor. Kesinlikle başka şeye meyletmiyor. Daima gözü, ot-lak ve sulak yerlerdedir.
O göz doktoru o zaman anlar ki : Bu, çıkarıp aldığı keçi gözüdür. Zira, keçinin hali ve şanı ancak otlak ve sulak yerleri görmektir. İnsanın gözünün durumu ise, her nereye bakacak olsa, Yüce Hakkı görmektir. Ama, bu Hakkı görmek işinde adam gözü gerekir. Bu adam gözünün el­de edilmesi için de, nefsin kendisini terk etmesine, yersiz arzularını bı­rakmasına, hayvani ruhun elinden kurtulmasına, insanlık sıfatına bürün-mesine bağlıdır. Böyle bir şeyde ise, nefse karşı mücahede etmeye ihtiyaç vardır. Çünkü :



—  Nefsini bırak da gel.. Buyurulmuştur.
—  Üstteki manaya dair bir hikâye daha.. Şöyleki :
Mecnun, bir yerde Leylâ'nın aşkına alt olur. Oradan kalkar, bir deve­ye biner. Uykuyu ve dinlenmeyi bırakarak, uzun mesafe alır. Leylâ'nın bu­lunduğu şeyhe yaklaştığı zaman :
—  Artık, sevgilimin şehrine yaklaştım.
Der, kalbi rahat olduğu halde Mecnun'u uyku bastırır. Devenin üze­rinde uyuyup kalır.
Mecnunun kalktığı ve yola çıktığı yerde, bindiği devenin :
—  Kûşek..
Tabir edilen bir yavrusu varmış. Bir türlü ondan ayrılmak istemezmiş ama, Mecnu'nun zoru ile yola gidermiş.
Mecnun uyur uyumaz, hali ile deveyi sürmekten kalmış. Deve de bu­nu bir fırsat bilip hemen yoldan dönüp Kûşek'ine doğru süratle yollanmış; Kûşek'ine de kavuşmuş.
Zavallı Mecnun uyandığı zaman bakar ki: Deve eski kaldığı yere gelmiş; yavrusunu bulmuş. Mecnun'un çektiği ise, sağdıç emeğine dön­müş.. Başka çare de yok.
Yine deveyi Kûşek'inden ayırmış, yola koyulmuş, önce uyuduğu yere yaklaştığı zaman, yine uyku bastırmış, yine deveyi Kûşek'inin yanın­da bulmuş..
Hâsılı, bu şekilde gide gele âciz kalmış, bir türlü mümkün olup da devenin Kûşek'i varken, onu Leylâ'sına kadar sürmek müyesser olmamış. Zira, devenin hep aklı Kûşek'inde imiş. Mecnun'u az uyur bulduğu anda dönmesi ile Kûşek'inin yanına varması bir oluyormuş.
Mecnun, kendi kendine şöyle demiş :
—  Bu işin çaresi, ya devenin Kûşek'ini öldürüp onunla olan bağını koparmak; yahut deveyi bırakıp gitmektir.
Devenin bağını koparmak için, Kûşek'ini kesmeye de dayanamamış :
—  Başka ne gibi ihtimal var ki?. Deyip deveyi bırakmış..
Bundan sonra, Leylâ'nın şehrine gitmiş.. İşte .



—  Nefsini bırak da gel..
Cümlesinin manası budur. Şayet sen : — Ben deveyi bırakamam.



—  «Nefis, senin bineğindir, ona şefkatli davran..» Hadis-i şerifi uyarınca amel ederim.
Der isen, o zaman Kûşek'ini öldürmek gerekecek; ta ki, geride deve­nin bir bağlantısı kalmaya.. Bu şekilde, arzu edilen yere vara.. Aksi hal­de, onun geride bağlantısı kaldıkça, fırsat bulduğu anda dönüp oraya gider. Böyle bir şey de, büyük bir mücahededir.
—  Batıni,, kalbi ibadet..
Adı verilen edebin dıştaki yüzü ise dıl iledir.



—  «İnsanın selâmeti dili korumaktadır.»
Hadis-i şerifi uyarınca, dili koruyup sükût etmesidir. Demişlerdir ki :
—  Dünyaya gelen adam konuşacaktır. Konuştuğu zaman da, şunlar­dan birini yapacaktır :
a)  G ı y b e t.
b)  Yalan..
c)  Malâyani.. (Yani: Dünyaya ve âhirete yaramayan söz­ler..)
Konuşulan sözlere, mutlaka bu üç şeyden biri karışacak. Bunun için en iyisi, susmaktır. Susup dururken, anlatılacak dokuz şeyi düşünmek ge-
1. Aklı erdiği kadar, Resulüllah Ahmed'in —Allah ona salât ve selâm eylesin— şeriatını..
2. Tarikat-ı Muhammediyeyi.
3. Hakikatı..
4. Marifeti..
5. Resulüllah efendimizin sünnetlerini..
6. Mürşidi..
7. Resulüllah'ın bizzat kendisini; Allah ona salât ve selâm eylesin.
8. Yüce Allah'ı..
9. Pek gerekli olan yeteri kadar yiyecek ve içecek işlerini. Aklı başında, kâmil insanın sıfatı da beştir; şöyleki :
a)  Düşmanı affedip içten ve dıştan onu sevmek..
b)  Allah'ın işine karışmamak; hiç bir işi boşuna olmuş bulma­mak..
c)  Celâl ehli ile, cemal ehlini bir tutmak..
d)  On gün aç kalsan dahi, halktan bir şey istememekten baş­ka; Yüce Hak'tan dahi, kalbden bir şey istemekten utanmak..
e)  Sükût.                                                                    
Bu manada :



— «Susan kurtulur.»
Emri açıktır. Ayrıca, Resulüllah efendimizin buyurduğu :



—  «Edebi, Rabbim bana öğretti; pek güzel terbiye etti.»
Edep dahi, bu edeptir. Bu edep dahi iki türlüdür :
a)  Gözde, Yüce Hakkı görmek..
b)  Dilde sükût durmaktır.
Bunları yapmayı, Cenab-ı Allah, cümlemize kolay eylesin. Âmin!.


***


Bedenle yapılan zahirî ibadetler, mükemmel insan olmayı sağlamaz­lar; Yüce Hakkın dergâhına da doğrudan doğruya ulaştırmazlar. Ama bunlar, müstakil birer sebeb olup Resulüllah efendimizin sünneti ile süs­lendiği takdirde, huyları günelleştirir.
Bu manada, imamamız, İmam-ı Azam hazretlerinin şöyle dediği an­latılmıştır :
—  Bir kimseyi sıtma tuttuğu zaman, o kimsenin yanında dört kişi bulunsa; biri bir elinden, biri diğer elinden tutsa, kalan iki kişi de birer ayağından tutsa o adamın vücudundaki sarsıntıyı durduramazlar. Ancak, işinin ehli bir doktorun verdiği ilâcı kullandıktan sonra bedenin sarsıntısı
durur.                                     
Anlatılan misaldeki gibi, bir adamın : Namaz sağ elini, oruç sol elini,zekât sadaka sağ ayağını, virdıer ve zikirler sol ayağını tutsa; kalbi kötü huylarla hastalıklı olursa., bu tutmaların hiç bir faydası olmaz. Bu da,, işinin ehli doktor olan kâmil bir mürşidin vereceği ilâca muhtaçtır.
Üstteki manaya bakarak :
—  Bunların mademki faydası yokmuş; niçin bunlarla meşgul ola­yım?.
Denirse., haşaki, bu ibadetler boş ola.. Bunlar, esas maldan sayılmaz ama, kesinlikle de bırakılmaz. Bunun için şöyle bir misal verebiliriz :
İnsanın vücudunu bir gemiye benzetirsek, bunlar da vücud gemisi­nin safrası gibidir. Her nekadar safra bir şey etmez ise de, geminin saf­raya ihtiyacı vardır. Geminin her bir âleti mükemmel olsa, fakat safrası olmasa hemen devrilir.
Tıpkı anlatılan misaldeki gibi, beden gemisinde o safra olmadıkça, hakikat denizinde hikmet iskelesine yanaşıp marifet incilerini alamaz.
Bu marifet incilerini almak için de, sermaye gereklidir. Sermayesiz bir gemi, hikmet iskelesine yanaşmış olsa orada ne alabilir?. Zira, serma­ye sandığında bir pulu bile yoktur. Mal satacak olsa ne satacaktır; mal saydığı yükü sadece safradır.
Her kimin beden gemisinde kalb sandığı Muhammedi irfanla, Musta­favî huylarla sermaye dolu olursa., ilâhî hikmet iskelesine yanaştığı za­man, ilâhî marifetlerle gemisini doldurur.
Sonra, şöyle anlatmişlardır :
—  İbadetin yükte ağır pahada hafifi, pahada ağır yükte hafifi var­dır.
Abdest, namaz, oruç, hayırlar ve iyilikler cinsinden dışta yapılan her nekadar ibadet taat çeşidi şeyler varsa, hepsi yükte ağır pahada hafif­tir;, eski bakıra benzer. Allah'ın rızası, Resulüllah'm sünneti, mürşidin sözü ise., yükte hafif, pahada ağır şeylerdir; inciye benzerler. Yarın, kı­yamet günü bunlar ortaya çıktığı zaman görürsünüz, beni doğrularsınız.
Hazret-i Mürşidi, Musa aleyhisselâmın ağacına benzetmişlerdir; bu manayı anlamaya çalış.
Hazret-i Mevlâna şöyle demiştir :
—  Ben, aşıkların gözüne görünen sadece bu cisimden ibaret değilim.
Ben, öyle bir tad ve öyle bir hoşluğum ki; müridlerin özünde bulunurum. Sözlerimden Allah Allah çıkar. O hali bulup da, o tadı tattığın zaman, onu bir ganimet bil. Allah'a da şükret. İşte ben, oyum.
Bir şiir :
Mürşide er, mürşide sen; Göresin halikı ahsen..
Hakki gören halkı neyler;
Var mı bir Hak sözün dinler.. Nuriya, kefilim söyler; Göresin halikı ahsen..1
Değerli kardeşim, Allah'ınn rızasını herkes ister. Ama, Allah rızası­nın ne olduğunu ve nerede bulunduğunu da bilemez. Bu durum yukarıda anlatıldı.
Kısaca, Allah rızası şu iki şeyden ibarettir :
a) Allah'ın yaptığını beğenmek.. Şöyleki :
Bütün âlimleriini, dünyasını, âhiretini, ölülerini, dirilerini, mahşerini, sorgusunu, hesabını, affını, azabını, cezasını, sevabını, cennetini, cehen­nemini, tüm mahlukat ve mevcudatmı, bunların davranışlarını ve duruş­larını, bütün dert ve belâlarını, ihsanlarını, meleklerini, kitaplarını, emirle­rini, yasaklarını, farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstahaplerini, mu­bahlarını, haramlarını, helâllarını, mekruhlarını, müfsitlerini, peygam­berlerini, velîlerini, bütün kullarını, şeriatını, tarikatını, hakikatını, ma­rifetini, âlem yaratılalıdan bu ana kadar her ne olmuş ise cümlesini, hâ­sılı:
— Allah'ın muradı olmaz ise, sinek kanadını oynatamaz..
Deyip, şu anda ve şimdı ne yapıyor ise., onları dahi hoş görüp beğen­mektir.
Kâfir, çıfıt, fasık, şu âlemde her ne varsa, her ne olursa hepsi Yüce Hakkın bilmesi ile, yaratması ile takdiri iledir. Yüce Sübhan Hak, boş ye­re hiç bir şey yapmaz. Alemi islâh etmek ona vacip değildir. Hiç bir ferde zulüm etmez. Olan işlerin hiç birini kulun arzusuna göre yaratmaz; mut­laka kendi arzu ve iradesine göre yaratır.
İşte bütün bu anlatılanları aciz kul, yakinen aulamahdır. Kendisinin dahi, düşük, asi, âciz olduğunu bilecektir. Nefsine ait arzuları dahi, tamamen bırakacaktır. Şu anda, Allah'ın muradı her ne ise., onu yerine getir­meye çalışıp gayret edecektir. Hikmetlerine karışmayıp :
—  Cümlesi yolundadır..
Diyerek, kalb ve kalıpla her bir hale razı ve müteşekkir olmalı lir. Bu halde her ne işlemişse uygun bulmalıdır. Candan gönülden tamamını be-ğenmelidir. Hiç birine de sataşmamalıdır.
Bir şiir :
Deme niçin şu şöyle; Yoluncadır o öyle..
Bak sonunu seyreyle..
Görelini Mevlâ neyler;
Neylerse güzel eyler..
Eğer anlatılanın aksine hareket edip de; bazı şeyler için :
—  Bu neden böyle oluyor?. Şöyle olsa daha hoş olmaz mı?. Diyecek olursan, sana şu cevap gelir :
— Sen, benden iyi mi biliyorsun?. Edepsizlik etme kulum.. Eğer:
—  Bu zamanın insanları azmıştır; nefisleri nasihat kabul etmiyor. Daima nefsaneî arzularına tabi oluyor ve çeşitli fısk u fücur işliyorlar..
Deyip de beğenmeyecek olursan, o zaman seni, Bekara suresinin 44. âyetinde Duyurulan :



—  «İnsanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor muşunuz?. Hal­buki kitabı da okumaktasınız. Hiç mi aklıiz ermiyor?.»
Mana ile edebe getirir. Sonra da şöyle buyurur :
—  O beğenmediğin şeyin, Allah katındaki durunıunu nereden bile­ceksin?. Belki de senden daha yüksektir. Sen işin sonunu bilmiyorsun ki. Onların durumu, senden sorulacak değildir; sen kendı nefsinden sorumlu­sun.
Bir kimse, Yüce Allah'ın yaptığını beğenirse, kötüleyecek ve darıla­cak bir şey kalmaz. Bu arada, bütün kötü huylardan kurtulur. Gönlü dai­ma rahat olur. Zira, insana gelen öfke ve hiddet; bir şeyi nefsin beğen­memesinden, tabiatın hoşlanmamasından ileri gelir.
O beğenilmeyen şey, haşa Allah'ın bilgisi ve haberi dışında bir baş­kası tarafından mı oluyor?. Eğer bu fikirde ve :
— İşte bunun için beğenmiyorum..
Diyecek isen, durum değişir; sana bir dıyeceğim yok. Böyle demeyip de :         
— Allah istemez ise, hayır ve şerden bir şey vücuda gelmez; ancak Allah'ın bilgisi, muradı, takdıri ile vücuda gelir.
Dediğin halde, Allah'ın isteyip yarattığı bir şeyi beğenmemen, darıl­man, Allah'ın yaptığı şeyi beğenmemek olur. kaşa şöyle demek gibi. bir mana çıkar :
—  Niçin böyle uygunsuz işler yapıyorsun?.
Böyle bir şey de Hakka karşı durmaktır; onun işine karışmaktır.
Bu gibi şeylerden de çok çok sakınmak gerek.
Bir kimsenin beğenmediği şeyler; Yüce Allah'a elli seneden beri iba­det taat diye yaptığı kabahatlar olmalıdır. Hakka lâyık ibadetinin olma­dığını bilip gece gündüz af dileyerek kabulünü ricat etmektir. Böyle bir beğenmemenin zararı yoktur.
Allah-ü Taâlâ, cümlemize yaptıklarını beğenmek nasib eylesin. Âmin!.
Yukarıda demiştik ki:                                                                     ,
—  Allah rızası şu iki şeyden ibarettir. Onun birincisi için de şöyle demiştik :
—  Allah'ın yaptığım beğenmek..
Bunu da oldukça açıkladık.. Gelelim ikincisine; o da şudur : b) Kalb kırmamak, gönül yapmak..
Bilinmesi gerekir ki : Kalb kırmak, insanın dışını harab eder. Gönül yıkmak ise, insanın içini helak eder.
Kalb kırma durumu, yakarıda anlatıldı; açıklandı, unun için onu tek­rar yazmaya gerek yoktur.

GÖNÜL
Burada gönül yıkmanın, gönül yapmanın ne şekilde olduğunu, gönülün ne olduğunu açıklayalım inşallah..
Kalb başkadır, gönül başkadır. İkisi bir şey değildir. Kalb nasıl in­sanda ise, gönül de kalbdedir. Amma, şerefte, büyüklükte; gönülden daha şerefli, ondan daha büyük, ondan daha değerli bir yaratılmış yoktur.
Resulüllah efendlmiz bir hadıs-i şerifinde şöyle buyurdu :



—  «Allah ilk önce Muhammed'in nurunu yarattı; Allah, ilk önce Mu­hammed'in ruhunu yarattı.»
İşte yaratılma sırası, bundan sonra gönüle gelmiştir.
—  Gönül..
Dedikleri; şekli belli, rengi belli, yeri belli bir şekilde tasavvur edile­mez. Anlatmakla, misal getirmekle de olur şey değildir. O, kalbin köşe­lerinden bir köşededir. Kalb ilâhî tecelli geldiği zaman, o gönül titremeye başlar. Titrerken de, Yüce Allah'ın o gönüle ikramı ve ihsanı olarak tecelli halinde özel bir hediye ihsan eder. O titrediği sırada, ilahî hediye, o gönülde kendisi için ayrılan bir an içinde olur biter. Gelen hediye; yu­murta şeklinde bir cevher şişe gibi olup içi nur doludur. Gönül onu elin­de tutar gibi, tutar durur. O gönül sahibine bir kimse, bu halde iken rasla-sa ve nasıl olacaksa gönlünün hoşlanacağı bir şeyle gönlünü hoş etse, o anda o kimse veya gönül :
—  Sana ikram olarak vereceğim bundan başka bir şeyim yok.
Der ve o ilâhî ihsan olan. cevheri o kimseye verir ve onun mülkü olur. Sonuna kadar onunla kalır; ne biter, ne de tükenir. İşte :
—  Falan kimse gönül yaptı; gönül aldı..
Dedikleri budur. Her iki kimseden de, Allah razı olur; hem gönül yapandan, hem gönül alandan..
Gönül yapandan, gönül yaptığı için razı olur, Gönülden ikram edip ilâhi hediyeyi verenden dahi, o kimsenin içten ve dıştan hayat bulmasına sebeb olduğu için razı olur.
O rasgelen kimse, ahlaksızlık, Allah korusun başarısızlık sebebi ile o gönüle dokunsa da, o gönül kırılsa., o gönül, elinde tuttuğu ve koruduğu ilâhî hediyeyi bırakacak olsa., o cevher şişe, üst kattan mermer taşa yu­murta düşer gibi düşer. Düştüğü anda dahi bin parça olur; içindeki nur­lar da dökülür.
O kırılan parçalardan biri sıçrayıp o gönüle dokunan adamın kalbine saplanır. İşte, batini hastalıklar, bundan hâsıl olur. Allah korusun; öl­dürücü zehir gibidir.. İçten ve dıştan, insanın her türlü helakine sebeb olur. İşte :
—  Falan kimse gönül yıktı ve gönül yıkıntısına uğradı..
Dedikleri bu manayı anlatır. Bu iki kimseden de Allah razı değil­dir. Gönüle dokunandan razı değildir; çünkü, Allah'ın ulu dergâhı olan gönüle dokunmuştur. Kırılan gönülden de razı değildir; çünkü, gönlüne sahip olamamış :



—  «Belânın en şiddetlisi peygamberleredir; sonra da evliyaya, sonra da sırası ile..»
Hadis-i şerifindeki manayı düşünememiş kırılmıştır. Karşı tarafın da; içten, dıştan harap ve helak olmasına sebeb olmuştur.
Bir şiir :
Cihan bağında ey aşık, budur maksud-ü ins ü cin;
Ne senden kimse incinsin, ne sen bir kimseden incin..(1)
(1) Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Ey aşık, bu cihan bahçesinde insanlar için asıl gaye şu cümlenin içine sığdırılmıştır.  
— Hiç kimse senden incinmesin; sen de kimseden incinme..
Şu mana gizli olmamalı ki : Yüce Allah'ın tecellisine yer olan kâ­millerden sayısız kimseler, bu türlü ilâhi ihsanı ve rabbani bahşişi al­maktadırlar. Allah'a yemin olsun; Allah hakkı için bu aldıklarını özel­likle ehline, genellikle de Muhammed ümmetine verirler. Bu yoldan da, içten ve dıştan kâinatın devamına ve canlı durmasına sebeb olmuşlardır.
Cenab-ı Hak ihsanları ile insanları gölgeleri altına alan, manevî fe­yizleri yapanlardan bütün Muhammed ümmetini uzak eylemesin. Âmin!.
Bundan sonra, o hediye edılen ilâhi ihsan, melekler vasıtası ile top-lattırılır. Allah korusun, bir yere yer edeceği zaman, melekler; saklı tu­tulan o ilâhî cevherin içinde bulunan nurdan bir parça alırlar. O kırılan parçanın yerleşeceği yere dalre çevirirler. Allah'ın izni ile, o zatın hür­metine perde olur. O yer, gelecek musibetlerden korunur ve emin olur; ahalisi de selâmet bulur. O nur da hiç tükenmez.
Bir kimse, hiç kalb kırmadan gönül yapmayı başarır ise., o ilâhi hediyenin bir tanesini almaya gönül sahibi birinden almayı başarır; iç­ten ve dıştan ihya olur. Bu dünyada ve âhirette cümle sıkıntılardan ve âfetlerden selâmet bulur. Dalma Allah'ın rızası yolunda olur.
Allah, cümlemizi kalb kırmayıp gönül yapanlardan eylesin. A m i n! . Dersimizin evvelinde şöyle bir cümle geçmişti :                   
— Tarikat, hakikat, marifetten söz etmek şöyle dursun; bizini on­lara aklımız ermez. Bunun sebebi nedir?.
Bunun için şöyle bir açıklama yapabiliriz :
Ya kalbimiz paslanmıştır; amma nasıl paslanmıştır. Kat kat yosun bağlamıştır. Bu pasın giderilmesi için, önce, şeriat-ı mutahharanın icrası için, kalblerimizle söyleşiriz.
Bazı paslanmış demirleri ve dığer şeyleri; önce bir süre zeytinyağı ile, sirke ve limon gibi şeylerle ıslatıp yumuşatırız. Bundan sonra, kil veya toprak gibi şeylerle ondaki pasları alırız. Bundan sonra tebeşirle, çuha ile parlatırız. Beyaz tülbentle temizleyip tozunu almak da kolay olur.
Üstteki manaya göre, bize öncelikle gereken pâk şeriattır. Burada, şeriatın emirlerini bir bir sayıp öğretmeye ve anlatmaya gerek yoktur; cümlenizin bildiği şeydir. Mektepte okuduğumuz ilmihalin içindedir, öncelikle bu emirler yerine getirilmeyince, hiç bir şey olmaz. Bunların cüm­lesi yerine getirilmelidir.
Ancak, onlar arasından üç ilâç anlatacağım. Bu üç şeyi iyice ez­berler, kullanırsanız bu üç ilâç ve şeriat; paslı şeyleri zeytinyağına, sir­keye, limona batırıp yumuşatmak gibidir.
Kablinizin, dilinizin paslarını ve kirlerini yumuşatır, sonra da açıl­masına sebeb olursanız; şeriat emirlerini de yerine getirirseniz inşaal-lah ileride önünüze şekerli zerdeli pilavlar dökeceğim ki ; Yiyebilece­ğiniz kadar yiyiniz.
Üstte işaret edilen üç şey şunlardır :
a)  Yalan söylememek..
b)  Gıybet etmemek..
c)  Helal lokma yemek..
Bu arada, helâl malın, riya yolu ile haram edilmesinden sakınılması dahi emredilmiştir.
Alış verişe dair, Türkçe yazılmış Hamza Efendi Risalesi vardır. On­dan bir tane alınması ve riya meselesinin öğrenilmesi de tenbih edil­miştir.
Bu vakte gelinceye kadar, şeriattan, tarikattan hayli şeyler anla­tıldı. Onlar arasında, güneşin zerresi, denizin damlası kadar kalem da­ğarcığın alabildiği mikdar yazıldı.

MARİFET
Buraya kadar, şeriatla tarikat, tarikatla hakikat gösterildi. Şlmdi hakikatle marifete sıra geldı. Bu da, nefsi bilmektir. Bu manada, bir hadis-i şerif şöyledir :



— «Her kim, nefsini bildiyse, gerçekten rabbını bilen o oldu.»
Allah'ın izni ile, şimdi sıra bunu bilmeğe geldi.
Şu ana kadar şeriattan, tarikattan söz edildi; sağlı sollu iki tarafın halleri açıklandı. Bunların ortasında bulunan tarik-ı müstakim olan doğru yol ise şöyle anlatılmıştır:



—  «Allah'a giden yollar, halkın nefeslerinin sayısı kadardır. Ama, onların hepsi kapalıdır. Bu yollar, sadece Resulüllah'ın izinde gidenlere açıktır. Allah ona salât ve selâm eylesin.»
Bu mana ve tam huzur dahi, daha önce anlatıldı.
Bundan sonra, Hak yolcusu salik, sarı karıncaya kadar bütün halkı bir daire içine alacaktır. Kendisini, bunların en küçüğü görecektir. Bu yüzden kendisini dairenin dışında ve hiç bir şey değilmiş gibi bulma­lıdır. Böylece, yokluk makamına oturmalıdır. Bu hal içinde Cenab-ı Hak'­tan kalacağı yeri istemelidir.
Bu arada, Yüce Hak'tan iki şey daha istemelidir; şöyleki :
a)    Son nefeste iman selâmeti dilemek..
b)    Mahşer günü, enbiya, evliya o kadar halk içinde ayıpları­nın ortaya çıkmamasını, Settar ismi hürmetine istemek..
Bundan sonra, hakikattan söyleyeceğim. Son nefes hakkında, hatı­rıma bir ders geldi. Bana şöyle denildi :
—  İnsanın her nefesi, son nefesidir.
Zira, bir nefes, insana ömrü boyunca bir kere gelir; ikinci kere ge­len nefes, bir başka nefestir. Onlar, teşbih gibi ard arda dizilmişlerdir.
Bu nefeslere tayin edilen melek, her nefes, insandan ne halde çı­karsa., o melek, o nefesi mühürler, ilâhî hazinede korur. Yarın kıyamet günü, onun muhrü açılıp ortaya çıkacak. Ne şekilde mühürlenmiş ise, o şekilde gelir; aynı kıyafette zuhur eder.
Hemen her ferd, bulûğ çağından taa, ölünceye kadar kaç nefes alıp verdiyse, her nefesten tek tek on beş kere sorguya çekilecektir.
Cenab-ı Hak, cümlemize iman selâmeti nasib ve müyesser eylesin.
Bana şöyle denildi :
— Cenab-ı Hak, kuluna ilâhî ihsanını bir anda ihsan eder. Bu yolda bütün marifet, aman dileme kapısında sabredip kalmaktır.


***




Rahman Rahim Allah'ın adı ile..
Burada, bir başka konuyu ele alalım; bir insanı misal getirerek söze başlayalım. Bu misal, bir insanın durumudur; şöyleki :
Anasından doğduğu, kendisini bileliberi içi dışı uyuzdur. Bu illetin­den dolayı, her yanı kızıl yara olmuştur. Herkes, onun uyuzunun geçme­sinden, yaralarının akıntısından dolayı kendisinden tiksinmektedir.
Yaralarının kaşıntısından; gece gündün içi dışı ateş gibi yandığın­dan asla uykusu ve rahatı yoktur.
Anlatılandan başka, fakirlerin de fakiri durumundadır. Akşamdan sabaha yiyeceği bir parça ekmeği yoktur; yatacak yeri yoktur. Sokak ortasında kalmıştır.
Hali anlatıldığı gibi olan bir kimseye, bir başkası gelip de şöyle dese :
— Kardeş, haberin var mı?. Alemin sultanı padişah, gayet güzel bir saray yaptırmış; hem alabildiğine geniş, hem de oldukça yüksek.. Onu dille anlatmak mümkün değil.. Bir yanı deniz sahili, bir yanı gül gülis­tan, bağlık bahçelik. İçinde havuzlar be çağlayanlar var. Bu sarayın için­de, her türlü zeyk mevcut..
Bu saraya her kim gelirse, izzet ikramla karşılanır ve ağırlanır, özellikle onun zatına mahsus olmak üzere bir güzel dalre açar; kendisi o daireye yerleştirilir. Hizmetine dahi, nice cariye ve gılman verilir.
O padişah, o dalrelere yerleşen herkese, akşam sabah on sekiz çe­şit nefis yeinek çıkarıyormuş..
Eğer o kimsenin canı gezmek isterse; deniz tarafında güzel kayık­lar, kara tarafında ise eflatunîler ve kuheylan atlar hazır. Bunlarla is­tediği yere götürüp gezdiriyorlarmış.
Bu üstün saraya bir kere girdikten sonra, bir daha :
—  Çık..
Demek yok. Oraya giren kimsenin ömrü sonsuzlara kadar böyle ge­çip gidıyormuş.
Ancak, oraya girmenin bir şartı varmış : İlletli, hastalıklı hiç bir kimse oraya alınmıyormuş.. Kapı önünde üstad hekimler, işinin ehli ta­bipler tayin edilmiş.. Gelen kimseyi, tepeden tırnağa muayene edip göz­den geçiriyorlarmış.. Eğer o gelen kimsenin bir illeti yoksa :
—  Buyurun efendim..
Deyip içeri alıyorlarmış.. İğne ucu kadar bir tarafında bir sivilce olsa, ona :
—  Sen olmazsın..
Deyip geri çeviriyorlarmış.
Şimdi, bu anlatılanları dinledikten sonra, o kimse şöyle söyler:
—  Ah kardeş, uyuz olmasaydım, o saraya ben de giderdim Ne ça-reki, içim dışım yara içinde. Elli yıldır ne çektiğimi bir ben bilirim. Ne gecem gece, ne de gündüzüm gündüz. Fakirlik de başka şey.. Her­kes benden tiksiniyor, istemiyor; onlara da inciniyorum. Bir taraftan da, içim dışını ateş gibi yanıyor, öyle bir azab içindeyim ki, çaresi bu­lunur gibi değil..
Bunun üzerine, sarayı anlatan şöyle söyler :
—  Bende bir merhem var. Senin bu yaralarına gayet iyi gelir. İçine dışına sürecek olursan, bir şeyin kalmaz; şifa bulursun. Ama ilk başta biraz sürersen, yakar. Eğer o yakmaya dayanabilirsen sana vereyim.
Bunun üzerine o uyuz adam da şöyle der :
—  Aman kardeş, sen Hızır mısın?. Ne kadar yakarsa yaksın daya­nırım. Ben bu acı azaptan kurtulayım da, ne olursa olsun. Çünkü, son­suz safaya kavuşacağım. Aman kerem eyle, yardım eyle de önce o mer­hemi ver. Bir an önce o merhemi içime dışıma süreyim; sağlık bulayım.
Sonra da gidip sarayın hekimlerine nabzımı göstereyim. İnşaallah sağlı­ğıma tanık olurlar. Ben de o yüksek saraya girer, ömür sürdükçe sana hayır dualar ederim.
Başka ne diyecek ki, elbette böyle der.
Bu misalden sonra, gelelim bizim durumumuza.. İçimiz dışımız yara.
Hiç uyuzumuza bakmıyoruz. Onların tiksintilerine, kendi yaralarımı­zın sebeb olduğunu da biliyoruz :
— Bizi istemiyorlar..
Diye de, onlara bir kat daha düşmanlık duygusu besliyoruz.
Burada anlatılan ilâçlara, cami dolusu pırlanta verilse, değerini tu­tamaz; onlar o kadar kıymelidirler ki..
Şimdi..
Bulunduğumuz dertten kurtulmak, hakikat sarayına girmek için dört türlü ilâçtan haber verdiler. Eğer bu merhemi alıp kalb yolu ile kulla­nırsanız, kullanmakta da başarılı olursanız, inşaallah bu yaralardan kur­tulur, hakikat sarayına girersiniz. Şayet diyecek olursanız :
— Biz buna dayanamayız..
O zaman, bunları torbaya atar götürürüm. Almadığınız takdirde, ne­ler olacağını siz düşünün.
Bu soğuklukla cehenneme girecek olsanız dahi, bir nargile tütünü dahi yakacak ateş bulamazsınız.
Akşama kadar teveccüh etmek, sabaha kadar namaz kılmak, tesbih çekmek, bütün günleri oruçlu geçirmek,, hacca gitmek, zekât vermek, ka­şifler, kerametler, müşahedeler tamamen kolay şeylerdir. Bunları, hemen herkes yapabilir. Lâkin anlatacağım dört şey var ki, bunları ancak erkişi yapabilir. Onları sırası ile anlatayım :                                     
BİRİNCİSİ : Katıksız Allah korkusu..
Hak yolcusu salikin Allah'tan korkusu; sırf Allah'ın Allahlığından doğan bir özel korku olmalıdır. Kesinlikle bu korkuya, Allah'ın zatın­dan başka bir maksad katılmamalıdır.



—  «Hikmetin başı, Allah korkusudur.»
Buyurulmuştur. Ancak, bir başka manada bu korku dört nevidir. Şöy-leki :
1.    Nevi : Dünya ehlinin korkusudur.
Bunların korkusu da mala, çocuklara, cana, bedene ve bunların ben­zeri şeylere dair korkudur. Bunlar için Allah'tan korkup :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım.. Demektir ki, bu türlü korkuya :
—  Dünya ehli korkusu..
Denir. Dünyanın değeri nekadar ise, bu türlü korkunun makbul olması da o kadardır.
2.    Nevi : Âhiret ehlinin korkusudur. Bunun için şöyle derler :
—  Bu türlü korku; âhiret mertebelerinin elden çıkması tehlikesin­den korkup:                                                                             
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım.
Demektir. Böyle bir korku dahi pek makbul değildir.
3.    Nevi: Ehlüllahın korkusudur.
Bu türlü korku da, velayet mertebesinden düşme korkusudur. Bu türlü korku da bir şeye yaramaz.
4.    Nevi: Ehliyaüllah korkusudur. Bu türlü korku için şöyle derler :
—  Bunun başlangıç noktası yoktur. Ne dünya, ne âhiret, ne de dünya ve âhiret içindekiler için bir korkudur. Ancak, Allah'ın Allahlı­ğından ötürü bir korkudur. Onun azametinden, büyüklüğünden ileri ge­len korkudur.
İşte katıksız olan Allah korkusu bu son anlatılan korkudur. Hak yolcusu salık, bu korkuyu elde ettiği zaman, artık yaratılmışlardan bir korkusu kalmaz: tamamen ilâhî korku ile. dolar. Neden böyle olmasın ki : Gözünde Yüce Hakkın gayrı yoktur; başka kimden korkacak?.
İKİNCİSİ : Allah sevgisi..
Bu Allah sevgisi ise; göz her nereye bakarsa, kalbin, orada Yüce Hakkı görmesi ile elde edilir.                                              ,
Açıkçası, her şeyde Yüce Hakkın azametini, kudretini mütalaa ve müşahede eylemektir. Zira, insanın vücudu ve bütün eşya, mülkler sa­hibi Yüze Zatın mülküdür. Mülkünde tasarruf eden kendisidir. Mülkün­de, zatından başkasını bırakmayınca, kime sevgi olacak?.
Bir şiir :
Er odur ki, kokuyu alabile; Yoksa âlem nesini ile doludur..
ÜÇÜNCÜSÜ : Allah'ın emrini yerine getirmek..
Hak yolcusu salik; Hud suresinin 112. âyetinde Duyurulan :



—  «Emr'olunduğun gibi dürüst ol.»
Mana. hükmüne göre; mükemmel istikamet sahibi, sevgi dolu olarak ilâhi emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçmak, sünnet-i seniyeye göre hareket etmek, Resulüllah efendimizin gidişatına göre Yüce Allah'a kulluk ederse, bu sevgiyi elde etmiş olur.
DÖRDÜNCÜSÜ : Allah için sabretmek..
Bu durumda, kalbe kesinlikle bir elem gelmemelidir. Her ne zuhur edecek olursa, cümlesini, Yüce Hak'tan kendisine gelen bir ilâhi ihsan, ilâhî işve, ilâhî cilve bilmelidir :
—  Falan kimse sebeb oldu..
Diyerek, halkı Yüce Hakka ortak etmemelidir. Kalbi gizli şirk hastalıklarından kurtarmalı ki : Zat tevhidinin hakikatına zuhur yeri oluna..



—  Tevhid, bütün saplantıları atmaktır.
Tabiri, anlatılan manayadır. Ancak, bir kimsenin, günahları kendi nefsine bağlaması, tevhide engel değildir. Çünkü, Cenab-ı Hak, Nisa su­resinin 79. âyetinde şöyle buyurdu :



—  «Sana bir iyilik gelirse Allah'tandır; sana bir kötülük gelirse, nefsindendir.»                 
Bu mana ile, kullarına edep yolunu göstermiştir.
İşbu anlatılan dört şeyi almak marifettir. Ama bunlar için ağızla :
—  Aldım..
Demek kolaydır. Asıl marifet, onları kalbin kabul edip kaldırması-dır. Kürsüde, Hoca efendi de cerri kitabından okur; ama kendisine :
—  Gör.. Diyecek olsan :
—  Ben görmeyeyim.. Diye dama çıkar.
Şöyle bir hikâye anlatılır :
Adamın biri şeker satarmış. Dışarıdan bir adam gelmiş, şeker satan adamın gözüne parmağını dürter gibi yapmış. Şekerci o adama sormuş :
—  Gözümü mü çıkaracaksın?. O kimse, şöyle demiş :
—  Vay vay, senin gözün gördüğü halde, bu şekerleri neden yemi­yorsun?.
Bunun üzerine şekerci şöyle demiş :
—  Ben, bunları yemek için yapmıyorum ki, halka satmak için ya­pıyorum. Onun parası ile de evimin masrafını çıkarıyorum.
Bunun ürerine öbürü şöyle söyler :
—  Behey adam, sen bu şekerleri satıp da, evine harcar, masrafını çıkarırken bundan daha tatlısını mı alıyorsun?. Halka satacağına ken­din ye..
Anlatılan bu hikâyede, ilmi ile amel etmeyenlere, güzel ilmini dünya işlerine âlet edenlere azar var..

VAİZİN SÖZÜ
—  Vaizin sözünü tut; gittiği yoldan gitme.. Demenin hikmeti de şuymuş :
Gerek vaizler, gerekse cümle müminler bedesten dellâli gibi imiş.. Onların dilinden meydana gelen vaaz ve nasihat sözleri paha biçilmez şeylermiş; ne var ki, dellâl ağzında gezermiş..
İşte mâldan anlayan, cevherin kıymetini bilen işinin erbabı, akıllı kimseler; dellâl elinde öyle bir mal ve cevher bulduğu zaman biçilen pa­haya bakmaz, dellâlin durumuna da bakmaz :
—  Ne münasebeti var ki, böyle bir fakirin elinde bu cevher bu­lunsun; öyle ise, halka satacağına kendisi alsın..
Demez; hemen :
—  Bir tane daha..
Deyip candan ve gönülden onu almaya talih olur. O cevheri ucuza kapatır; ona sahih olur. Onunla Hak yola gider, iki cihanda felah bu­lur, Rahman'ın rızasına da ulaşır.
İşte bundan ötürü; bir kimse bir meseleyi dokuz yüz doksan dokuz kere dinlemiş olsa, binincisi de söylenecek olsa, onu da dinlemelidir:
— Ben meseleyi dokuz yüz doksan dokuz kere dinledim; bununla bin olacak..
Diyerek, onu tekrar dinlemekten çekinmemelidir. Onu hiç duymamış gibi oturup yeniden anlatan kimseden dinlemelidir. Hem de can ku­lağı ile.. Herkesin yorumu başkadır; bu bir.. İkincisine gelince., onu da anlatalım..
Acaba, onun dinleyen kimse, o emri yerine getirmiş veya getirmekte mi?. Eğer böyle ise, aşk olsun; ona bir diyecek yok.. Eğer o emri ye­rine getirmemiş ise., halâ o meseleyi hiç duymamış gibidir. Eğer işitmiş olsaydı; o meseleyi yerine getirirdi. İşte bundan ötürü, o meseleyi otu­rup güzel güzel dinlemelidir; sanki : Hiç işitmemiş gibi..
Bilinmez, belki de, o söylenen mesele, bu bininci kerede kendisini tesiri altına alır ve onun gereğini yerine getirir; başarılı olur.

KISSADAN HİSSE
Çocuktum, macuncu dükkânında oturuyordum. Dükkânın önüne, koca kalpaklı reayadan bir divane geldi. Bana şöyle dedi :
— Efendi, eğer hizmet edeyim, dersen; tek efendiye hizmet et. Hem hizmet edersin, hem de rahat edersin. Hem rahat edersin; hem de efendin senden hoşnut olur.
Sakın ha :
—  İki efendiye hizmet edeyim..                                   . '
Demeyesin. Zira, biri Eyyub'a kaymağa yollar; diğeri de Yediku-le'ye paçaya..
Paçaya gitsen, kaymak kalır; kaymağa gitsen paça kalır.
O vakit, gençlik hali idi; o sözler için :
—  Boş laf..
Dedim, geçtim. Sonradan ne olduğunu anladık. Yerinde bir söz-müş.. Bak, nereden nereye zuhur ettiriyor..
İşte kıssadan hisse budur.



—  Halkın dili, Hakkın kalemleridir.
Manasına göre; söylenenleri, herkes Yüce Hak'tan kendisine gelen
ihsan bilmeli; söyleyen ne millete mensub olursa olsun. Söyleyene bak­mayıp söyletene bakmalıdır. Her sözden bir nasihat almalıdır; ona göre de amel etmeye çalışmalıdır. Zira, Yüce Hak kemalâtını hemen her derecede göstermiştir. Büyük arşına tecellisi nasılsa, bir zerreye dahi öyledir. Ama, bu tecelli kiminde bilfiil, kiminde de bilkuvvedir. Bunu arifler bilirler. Bunun için onlar, hiç bir şeyi küçük görmezler.
Cenab-ı Hak, cümlemize o âriflerdeki görüşü nasib eylesin. Âmin!.
    

***

RUHLAR
Ruhlar aleminde canların bu berzah âlemine gelmesi ve bu berzah âleminden o ruhlar âlemine gitmesi, ilâhî bir emirden ibarettir. O ilâhi emre göre gelinip gidilmektedir. Her nekadar durum bu ise de; ruhlar âleminden canların gelmesini ve âlemde fena bulup yine o âleme git­mesini şu şekilde tarif etmişlerdir :
—  Bir büyük sahra düşünün; ucu bucağı yoktur. Bu sahrayı; bir­takım minberler, kürsüler, sandalyeler, minderler, şilteler, ihramlar, ha­sırlarla donat.. Sonra da, herkesin mertebesine göre bir makam ver. O minberler ve kürsüler üzerine de, mertebelerine göre herkesin ruhunu yerleştir. O sahranın önüne doğru ortasından bir kapı olduğunu gör. O orta kapıdan, sonu gelmeyecek şekilde ruhlar dışarı çıkmaktadır. Ki onlar, bu şekilde, bu berzah âlemine gelmekteler.
O umman sahranın iki kapısı daha vardır; biri sağında, biri so­lunda.. Bu kapılardan dahi ruhlar, sonu gelmeyecek şekilde içeri girmek­tedirler.
Çıkarken, bütün ruhlar o tek kapıdan çıkıyorlar. Girerken de, said olanlar sağ kapıdan, şaki olanlar da, sol kapıdan giriyorlar.
O içeri girenler, saidi olsun, şakisi olsun; hamamın sıcak halvetin­den çıkar gibi kızarmış, morarmış, ter içinde :
—  Aman bayıldım, öf.. Diyerek, terini silerek girermiş.
—  Kardeş, gel bakalım, gittiğin alemde ne var ne yok?. Diye soranlara da şöyle derlermiş :
—  Söyleyecek halim yok. Aman, durun azıcık nefes alayım.
Bazısının da, gittiği ile geldiği bir olurmuş. Bunlar da, doğduğu gibi ölen çocukların ruhları ve diğer ruhlarmış.. Bunlara sorarlarmış :
— Nasıl oldu da, siz böyle çabucak geldiniz?. Onlar da şöyle derlermiş :
—  Orta kapıdan çıktığımızda baktık ki : İlerisi gayet sıkıntılı, dar bir yer; hemen geri dönmek istedik. Sağımıza döndüğümün gibi, bu ka­pıdan içeri girdik. Allah'a hamd olsun, hiç bir zahmet ve meşakkat gör­medik.
Diğer ruhlar ise., kimi beş, kimi altı saat dururmuş; en çok du­ranı da :
—  On iki saat durduk; ama neler çektiğimizi biz biliriz.
Ona şöyle derler :                                                                             
—  Sen ucuz kurtulmuşsun. O :
—  On iki saat durdum..
Diyen ruh, bu dünyada yüz yirmi yıl yaşayan adam imiş.; Diğerle­rini de buna kıyas et..
Ey kardeş, bu kıssadan dahi hisse almak gerekir. Şöyleki:
Bu dünyanın fena bulacağını bile bile, üç beş saatlik dünya için mübarek gönüller, dünyaya harcamak düşüncesi ile değerli ömürler boş içinde boşa verilmemelidir. Gerçi sağ olana dirlik ve maaş gerekli; ama :
—  Bütün ömrü dünyaya bağla..
Diye kim emretmiştir; kim müsaade vermiştir?.
Cenab-ı Hak, cümlemize gafletten uyanmak nasib eylesin. Âmin!..


***


İbret alınması için bir kimsenin halini getirelim. Şöyleki : Bir kimse çıkıp :
—  Bu dünya bize kalacak değil; âhiret azığım da olsun..
Der; bir hayrat yapmaya niyetlenir. Gider, kırkçeşme veya Ayasof-ya'daki Sakalar Çeşmesinin karşısında bir sebil yaptırır. Yaptırdığı bu sebilin suyunu da, karşısındaki Sakalar Çeşmesinin suyundan çalıp ken­di sebilinden akıtır. Yaptırdığı sebilin taşına da :



—  Hayırların ve iyiliklerin sahibi.. Diyerek adım yazdırır.
Sonradan bu adamın durumu görülür ki :
Adamın biri, gece gündüz adam beli gibi akan sakalar çeşmesinin karşısında bir sebil yaptırmış. Suyunu da, o çeşmenin hazinesinden çal­mış. Üzerine de :



—  Hayırların ve iyiliklerin sahibi, cennete ve derecelere hevesli.. Dedikten sonra, şunları eklemiştir :
—  Falan efendinin hayratıdır.
Şimdi bu adamın haline ne derler..

Sebil yaptırdığına, suyunu da çaldığına göre bari susuz, çeşmesiz, ahalisi suya muhtaç köy gibi bir yere yaptırmış olsa neyse.. Gelmiş İs­tanbul'un ortasına, Ayasofya'da Sakalar Çeşmesinin karşısına izinsiz ge-reksiz kendi kendıne sebil yaptırmış. Suyunu da devlet tarafından akıtı­lan çeşmenin suyundan çalmış. Üzerine de kendı adını yazdırmış..
İşte hali anlatılan kimsenin yapmak istedıği hayırlar, hayret ve­rici şeylerdendir.           
Üstteki benzetmeden yola çıkıp pirler hazretlerine sözü getirebili­riz. Onların her biri bir çeşme gibidir. Bunların suyu da, büyük bendden (barajdan) gelir. Ki o büyük baraj on sekiz bin alemin fahri Resu­lüllah efendimizdır. Kıyamete kadar o büyüklerin feyizleri, kalıcıdır. Cümle âlem halkına zahirde ve batında akmaktadır. Hal böyle iken, bir ihtiyaç duyulmadan, bir kimse kendi kendine onların tasavvufî sözle­rini kendi sözüne karıştırıp şurada burada söylemesi, onların sözlerin­den bir kitap yazıp üzerine de kendi adını yazması : Sakalar Çeşmesin­den su çalıp karşısına o sudan sebil yapmaya benzer; anladınız mı?.
Burada bir gerçeği dile getiriyorum, başka bir gaye anlaşılmasın.

***

Hazret-i Mevlâna, bir gün, oğlu Sultan Veled'e şöyle demiş :
—  Halk, o âlemden gelirken ne ile geldiyse., bu âlemden giderken onunla gider; fazla şey götüremezler. Ancak, kendi getirdiklerini gö­türürler.
Oğul, biz o âlemden sağlam itikadla geldık; bu âlemden o âleme gö­türeceğimiz de yine sağlam itikaddır. Başka şey götüremeyiz.
Bundan sonra, şöyle bir hikâye anlatmış :
—  Gençliğimde Şam'da tahsilde idim Talebeden ders arkadaşımın biri, sırası gelince Malatya'ya gitti. Haylice şey kazanıp gelirken, mem­leketin dışında haramilere rastlıyor. Harami başı emrediyor :
—  Bu kadının nekadar malı varsa, elinden alın. Zira Malatya aha­lisinin ve fukaranın malını toplamış götürüyor.
Bunun üzerine haramiler kadı efendiyi anadan doğma soymuşlar. Harami başı yine emretmiş :
—  Onun yumurtalarını da çıkarın, hadım olsun. Bunun üzerine kadı efendı şöyle demiş :
—  Ben, bu yumurtalarımı babamın memleketinden getirdim; sizin vilâyetinizden kazanmadım, vermem.
Onun bu sözü, harami başının hoşuna gitmiş; bütün mallarını da geri vermiş.
Ey oğul, sen de düşük kimselerle arkadaşlık ettiğin zaman, gafil bulunup da itikadım yağma ettirme. Zira, biz onu bu âlemden kazan­madık.

**    

KALB HUZURU
Şlmdı vereceğimiz ders de, kalb huzurunu, kalb huzuru ile insanlık sıfatının kolay yoldan elde edileceğim açıklar.
Bu berzah âleminde bir cennet vardır; ona :       
— Ruhanî cennet..
Derler. Bu cennet, insana mahsustur. Hayvanlık sıfatında olanlar,
oraya giremezler; taa bu sıfattan kurtulup insanlık sıfatına girinceye
kadar.. İnsan olanlar, bu âlemde iken, Allah'ın fazlı keremi ile o ruhani
cennete girerler, ruhanî vuslat ederler. Tıpkı, âhiret âleminde Allah'ın
fazlı keremi ile cismanî cennete girip cismanî vuslat olacağı gibi..

CENNET
İster ruhanî cennet olsun, ister cismanî cennet olsun; oralara gir­mek, mutlaka Allah'ın fazlı keremi ile olacaktır. Oralara girmek, çalı­şıp çabalamakla olmaz. Çünkü :
—  Çalışıp çabalamak..
Denilen şey, bütün emirleri yerine getirmek, yasaklardan da kaç­maktır. Fazla olaraktan da bir karşılık beklemeden, ard niyet besleme­den Allah için Allah uğruna yapılan yararlı amellerden ibarettir. Bun­lar da, cismanî cennette yüksek derece elde etmeye, ruhani cennette ise ziyade yakınlık kazanmaya ve Hakkın makbulü olmaya sebeptir; yoksa, cismanî ve ruhanî cennete girmenin bir mucibi değildir.
Cismanî cennet, bu baş gözü ile görülür; ruhani cennet ise, kalb gözü ile müşahede edilir.

KALB HUZURU
—  Kalb huzuru..
Dedikleri, kalbin rahatı ve dinlenmesidir.
Her an geçmişi, gelecek, hali düşünüp Hindistan'ı, Yemen'i, Bağ­dad'ı, Basra'yı vara yoğa gezip dolaşmayı terk etmekle kalb huzuru olur. İnsan, olduğu yerde tek Allah ile huzurlu olmalıdır. Kesinlikle başka yerde dolaşıp durmamalıdır. Ancak, ilâhî başarı yetişip kalbi emmare nefsin elinden kurtarmadıkça; gerçek manası ile kalb bu ünsiyeti ve huzuru, rahatı bulamaz.

NEFSİN ELİNDEN KURTULMAK
Emmare nefsin elinden kurtuluşa şöyle bir misal verelim : On beş yaşında bir genç köle düşünelim ki; on beş sene gözü gör­meyen, kulağı duymayan, kalbinde dahi asla merhameti bulunmayan bir efendiye hizmet etmiştir. Sonunda merhametli bir zat çıkıp gelmiş; o köleyi, o merhametsiz efendinin elinden kurtarmış ve azad etmiş. Sonra hamamda yıkamış. Temiz elbiseler giydırmiş. Çok güzel bir bahçe içinde bir köşke getirmiş. Pembe şilteli bir döşek üstüne yatırmış. Güzelin de güzeli yemeklerle beslemiş. Güzel suretli huriler ve gılmanlar dahi onun hizmetine verilmiş..
İşte otuz beş sene bir dakika dahi durmadan, oturmadan, aç, susuz, gözsüz, kulaksız efendiye gece gündüz hizmet eden o köle bu nimeti gö­rünce nasıl rahat edıp teşekkür üstüne teşekkür ederse.. Allah'ın ihsan eylediği başarı ile emmare nefsin elinden kurtulan kalb dahi Yüce Hak ile ünsiyeti ve huzuru buldukta o köleden daha çok rahat eder ve te­şekkür üstüne teşekkür eder.

İHSAN OLMAK
Bu kalb huzurunu tahsil eylemek, bu kalb huzuru ile insanlık sıfa­tını bulmanın ve insan olmanın şartları yedi olup şunlardır :
1. Sabır..
2. Teslim..
3. Hilim..
4. Edep..
5. Utanmak..
6. Arzu..
7. Teşebbüs..
Hemen her şeyde sebebine teşebbüs şarttır. Bu yolda sebebine te­şebbüsten murad; şeriatla ilgili, tarikata lâyık, hakikata muvafık, ma­rifete uygun olan sebeplere teşebbüs etmektir.
İşin başında, bu yolun şeriatla ilgili olan sebebine teşebbüs; sahih itikad ile yararlı ameldir..
İtikadı, Ehl-i Sünnet itikadı düzeyine getirmek gerekir. Şeriat emir­lerini de bilip gereği ile amel etmelidir.
Bundan sonra da, tarikata lâyık olan sebebe teşebbüs etmelidir. Bu da, insanın kendisini, kâmil bir mürşide teslim etmektir. Bundan sonra, o zattan ne gibi emir gelirse., ona göre davranmaktır; bunun için çalışıp gayret etmelidir.
Eğer bir kimseye, kâmil mürşide ulaşmak nasib olmamış ise, tarikatı inkâr edici olmamalıdır. Allah'ın velî kullarını sever olmalıdır. Allah'ın veli kullarını dinlemeli, kitaplarını okumalıdır; her dınleyip okudukça, Allah rızası için bir Fatiha okuyup sevabını sözünü dinlediği ve kitabını t okuduğu zatın ruhuna hediye etmelidir. Onların gereği ile amel etmeyi de, Cenab-ı Hak'tan dilemelidir.
Hakikatin ve marifetin yeri kalb olduğundan, onun tercümanı da haldir. Bunun için de :



— Hal, kal ile (sözle) bilinmez.
Denilmiştir.                                                                           
Şeriatın ve tarikatın yeri de lisandır. Bunun tercümanı da kaldir. Bu bakımdan, şeriatı ve tarikatı sözle anlatmak daha kolaydır.
Şeriata teşebbüs etmek için, ilmihal ve fıkıh kitaplarına başvurmak gerekir. Bu teşebbüsün esası da, şeriatın emirlerini yürütmeye çalış­maktır.
Tarikata lâyık bir şekilde teşebbüse gelince., onu da üç şekilde tarif edeceğim. Tarif ettiğim şekilde o sebeplere teşebbün edilirse., inşaallah kolay yoldan, hakikata ve marifete dahi yol açılır. Diğer şartların da yerine getirilmesi ile, insaniyet mertebesine ulaşılır.
Tarikata lâyık sebebine teşebbüsün birincisini şöyle anlatabiliriz :
İnsanlık arayan bir kimse, cümle halk ile hoş geçinir. Bütün insan­lara karşı güleç yünlü, tatlı dilli olur. Elinden ve dilinden hiç kimse in­cinmez. Elinden geldiği, gücü yettiği kadar bütün yaratılmışlara karşılık beklemeden ve ard niyet beslemeden iyilik etmeyi kendısi için alışkanlık haline getirir. Himmeti gayreti yüksektir. İçte ve dışta feyzini, refah ve rahatını yeteri kadar ister. Kendisine lâyık görmediği şeyi, başkalarına da lâyık görmez. Kendisine ve halka çok faydalı olan hayırlı şeylerde çalışıp gayret eder. Daima iyi arkadaş edinir. Halkın tiksinip eziyet duy­duğu şeylerden ziyade sakınır. Kalb inciten, hatıra dokunan sözler, asık surat, çirkin muamele, latife yollu olsa dahi hiç kimseye eziyet etmez Hemen herkesin yanında beğenilen, makbul olan, güzel duaya, övülmeye sebeb olacak fiil, söz, hal ve huya davranışlarını ve duruşlarını uydurur.
Sıkılan, yardıma muhtaç olan kimselere dahi, gücü yettiği kadar eli ile, dili ile, parası ile yerine ve duruma göre yardım etmeli.
Küçük büyük, hemen herkese saygıda ve gözetmede kusurlu olma­malıdır. Kalbler yapıp gönüller almalıdır.
Eski arkadaşlık, dostluk haklarını da gözetmek gerekir. Beşeriyet icabı bazı şeylerden dolayı bir incinme vaki olursa, eski hakları bir yana atmamak; affederek gücenmekten geçmelidir.
özellikle vaktiyle büyük küçük iyilik gördüğün zatı ve hizmetinde bulunanları unutma; gücün yettiği kadar güzel karşılık ver. Bilmez misin :
—  Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var..
Derler. Bunun için bir fincan kahvesini içtiğin kimseyi öv, güzelce karşılık ver, kırk yıl hayır duadan unutma. Gece gündüz onu yad et. Böyle edersen, o bir fincan kahvenin hakkını ödemiş olursun. Ama, bundan sonra da, o kimseyi bırakmak, eski hakları gözetmemek sayılır. Diğer hak­ları, Cenab-ı Hak'kın hakkını da buna kıyas et. Zira :
—  İyiliğe iyilik, her kişinin kârıdır; kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır. Denilmiştir. Nitekim, bir başka yerde şöyle anlatılmıştır :
—  Bir kimseden zarar gelirse, ona karşılık affetmek, ona iyilik et­mek, kırılmak, aleyhine bir söz işitildıği zaman hemen lehine duâ et­mek; haddini bilmeye ve derviş olmaya alâmettir.
Allah'ın kullarına gizli aşikâr hayır duâ okumakla memuruz. Ras-geldikleri zaman, onlara selâm vermeliyiz. Şefkatli bir dille :
—  Merhaba..
Demekle hal hatır sormakla sevindir. Doğudan batıya kadar, kadın ve erkek ölmüşleri dahi hayırla an. Her gün, üç İhlas bir Fatiha okuyup onların ruhlarına sevabını bağışla. Böylece, onların ruhlarını sevindirmiş olursun Zira :



—  «İşlerde -şaşırırsanız, kabirdekilerden yardım isteyiniz.»
Hadis-i şerifi açıktır. Diğer iyilikleri bununla kıyas edebilirsin. Sözün özü olarak, şöyle anlattık :
—  Bu yolda ilk teşebbüs, bütün mahlukata, mevcudata iyilik et­mektir.
Bunun ne olduğu ayrıntıları ile bilindiyse, sebebine teşebüsün ikin­cisine geçebiliriz. Şöyleki :
Bir kimse, anlatıldığı şekilde iyilik ederse., ettiği iyilik, yine kendi­sine aittir. Dar vakitte, gelip kendisini bulur. Bunu, güzel bir misalle açalım. Şöyleki :
Yüz elli haneli bir mahalle düşünelim. Burada, zenginlerden imkân­ları yerinde bir kimse vardır. Ondan başka, orada oturan vezirler, bil­ginler, vekiller, ileri gelenler, yazıcılar, tüccarlar, esnaflar vardır. Zengin zat, bunların birini diğerinden ayırd etmez. Aynı ölçüde ramazanda ra­mazanlık, bayramda bayramlık, kurbanda kurbanlık, muharremde dahi aşureler gönderir. Ayrıca kiraz vakti kiraz, ünüm vakti ünüm, bostan zamanı bostan gönderir. Yazda yazlık verir; kışta kışlık verir.
Hâsılı : Her çeşit hediye yollar; her hediyeyi de vaktinde ulaştırır. O mahallede bulunan evlerin hepsine hizmetçileri ile gönderir.
Şimdi, böyle bir durumda, o evlerin sahipleri, zengin'olsun, fakir olsun; hepsi de o zengin zattan hoşnut olur. İsterse, adı geçen zengin zat, onların her biri ile tanışmamış, görüşmemiş, konuşmamış kim ol­duğu da bilinmemiş olsun.
Ama, o komşuları bu durumu bilirler ve daima överler. Böyle bir komşunun da mahalleden gitmesini istemezler. Bu zatın başına bir kaza gelecek olsa, onu ortada tek, başına bırakmazlar. Onun evi yansa, malı telef olsa, fakir düşse bir yere toplanır mahallece bu zata yardım eder­ler, yine ilk haline getirirler. Elbirliği ile, bu zatı birden kalkındırırlar. O kadar ki : Bu zatın başına hiç bir kaza gelmemiş gibi olur.
                                                                                                                                                                                                                                                                       -Sözü edilen mahalle halkı, biraraya geldikleri zaman ne yapmazlar ki?. Onların içinde veziri var, ileri gelen adamları var, tüccarı var, zen­gini var. Hepsi birden bir yere gelince, adamı birden ortaya çıkarırlar.
Sebebine gelince, vaktiyle elinde imkân varken, mahallede bulunan evleri gözetiyordu. Garazsız, karşılıksız ikramda bulunuyordu. Ettiği iyi­lik, sonunda karşısına çıktı, kendisine döndü. Dar zamanda gelip yetişti. Bu yapılan işe :
—  Allah katında, Resulüllah katında, bütün kulların yanında mak­bul, merğub, memduh şey ile sebebine teşebbüs etmek..
Derler ki, dünyada ve âhirette faydası yine yapana alt ve yapana dönüktür.
Bir şair :
Altın kalem ile yazsın bunu yazan; Kendi düşer eller için kuyu kazan..
—  İnsan her ne ederse, yine kendisine eder.. Dedikleri de bu manayadır.
İnsanlığı elde etmek için, bu cihanda iyilik etmek gibi bir sermaye bulunmaz. Bir kimse de, iyiliğin aksine kötülüğe teşebbüs eder ise., artık o kimsenin de hali bilinmelidir. Nerede olursa olsun; onu hiç kimse is­temez. Belki de, o mahallenin hemen her yerinde bildiri dağıtıp sürer çıka­rırlar.
Kötülük eden gittiği hiç bir yerde rahat ve huzur bulamaz. Bunun için de şöyle denilmiştir :
—  Bir kimseye faydan olmasa da, bari zararın olmasın.
Bazı kimse için şöyle derler :
—  Şu adam ne hayra yarar, ne de şerre..
Ama bu da, bir inayettir. Cenab-ı Hak, cümlemizi şerre alet olmak­tan korusun. Âmin!.
Gelelim sebebine teşebbüsün üçüncüsüne.. Burada şu hususlar kı­saca anlatılacaktır:
Yüz elli haneli mahalleden murad nedır?.
O mahallede bulunan evlerden murad nedir?.
Mahalledeki zengin kudretli zatın hanesinden murad nedir?.
O hanede bulunan zenginlerden olan zat kimdir?.
O zatın hizmetinde bulunanlardan murad nedir?.
O zatın hizmetçileri ile eşit şekilde evlere yolladığı ikramdan, ih­sandan murad nedir?.
İkram olunan hanelerin içinde bulunan vezirlerden, bilginlerden, ve-killerden, ileri gelen adamlardan, yazıcılardan, tüccardan ve o kimselerin evlerinden murad nedir?.
O evlerin sahiplerinden murad nedir?.                               
O ev sahiplerinin hoşnud edilmesinden murad nedir?.
O güçlü kimsenin evinin yanmasından, bütün varının elinden gidip fakir düşmesiden murad nedir?.
O kudretli kimsenin böyle fakir, kudretsiz kaldığı zaman, dar vak­tinde yetişip birden kaldırıp hiç düşmemiş gibi zengin eden evlerin sa­hipleri kimlerdir?.
Gelelim bunların açıklamasına.. Şöyleki :
Yüz elli haneli mahalle; bu bulunduğun âlemden kinayedır. Yani : Dış görünüşü ile bu âlem, bir mahalle gibidir. Bu âlem dahi, hakikatta, bir adamın vücudundan ibarettir. Bu adamın vücudu dahi, hakikatta bir âlemdir ki : Bütün âlemleri içine almıştır. Zira, hekimler, insanın vü­cuduna :
—  Küçük âlem..
Demiştir. Tasavvuf ehli zatlar ise, buna :
—  Büyük âlem.., Demişlerdir. Hekimlerin, bu âlem için :
—  Küçük âlem..
Demelerinin sebebi var. İnsan vücudunda, şu âlemde olduğu gibi ır­maklar, dağlar, bitkiler, madenler, bunlardan başka diğer varlıklara ben- . zeyen şeyler var. Ancak, bu âlem, sayısız insan vücuduna da şamildir. Bunun için de, onlara göre; bu âlem için :
—  Büyük alem..
Demek gerekir; insan için de, şöyle demek gerekir :
—  Küçük âlem.. Burada, tasavvuf ehlinin :
—  Büyük âlem..
Demelerinin manasını da sana açıklayayım..
Ancak, burada açıklayacaklarımız; hakikat ilmi ile ilgilidir; akla ters düşebilir. Bunun için de, Hak yolcusu salike uygun düşen, işittiği sözü aklı ile ölçmesin; onu anlamayı yükseleceği zamana bıraksın. Bunu bil­sin ve ötelerden gelecek gizli tecelliyi gözetsin; o tecelli ile gelecek sır­ları beklesin. Halini değiştirdikçe, anlayışı da artar; bunun böyle oldu­ğunu da görecektir.
İnsan, bir şeyi bir vakit anlamamıştır; ama aradan geçen bir süre sonra anladığı görülmüştür. Bu durum, tecrübe ile sabittir.
Üstteki manaya göre; anlamamak kusurunu senden bil ve itiraf et. Bunun için de, söylenen derviş sözlerine sataşıp dil uzatmaktan kendini koru; senden beklenen de budur. Bu manada, Aşık Paşa, her ilme bir delil getirmiştir; hakikat ilmi için de şöyle demiştir :
—  Hakikat ilminin delili de ancak tasdiktir. Kendisi, değerli varidatın sahibidir.
Bir keresinde, şöyle bir hal olmuştu; onu anlattı :
—  Sülük esnasında, bir gün, bu vücud âlemini geziyordum. Orada bir zata rasladım : Kendisinde, Allah sırrının belirtileri görülüyordu.
Hatırıma şöyle geldi: Zahir bu canın vücudu bu âlemdir.
Üstteki düşünce, henüz tamam olmamıştı : Onun vücud âlemine girdim. Orada, nice bin şehir ve beldeler gördüm.
Birden bir zat daha gördüm; ünsiyet sırasında, onun da vücud âle­mine girdim. O dahi, nice şehirleri ve köyleri içine almıştı, orada nice nüfus vardı.
Ondan sonra da, bir zatla arkadaş oldum; onun da vücud âlemine girdim.
Hülâsa : Anlatıldığı şekilde, on bir vücudun alemine girdim. Her dediğim zat, diğerinin vücud âleminde bulunan sayısız insanların biri idi Anlatılan sıra ile, herbirınden çıkarak, kendi vücud alemime girdim; on­dan da bu görünen âlem topluluğuna geldim
Anlatılan rüyadan uyandığını zaman, bana şöyle dediler :
—  Ey çaresiz, uyandın mı sanıyorsun?. Bu gördüğün âlem, halâ dünyadır; kendisine bu ad konmuştur. Bu dahi bir adamın vücududur. O adama da :
—  Zamanın sahibi..
Derler. O da, bu âlemde bir adamdır. Bu alemde, daha onun gibi nice bin adam vardır. O âlem dahi yine bir zatın vücududur; o zat dahi, yine bir âlem adamlarından biridir. Bu durum için ne bir evvel, ne de bir son vardır.
Sordum :
— Bu bulunduğumuz âlemin zaman sahibinin ömür süresi nekadar-dır?.
Şöyle dediler :
—  Aradan yüz bin yıl geçse, henüz üzerinden bir an geçmemiş olur..



Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki; zatından başkası, onun za­tına hayran olmuştur.
Muhammediye sahibi, Yazıcızade Muhammed efendi şöyle demiştir :
Sureta Âdem doğup çıkmış idi âlemden; Lâkin âlem Âdem'den doğuptur manide zira..
Onun böyle demesi, anlatmak istediğimiz sırrı açıklar.
Bu takdıre göre, bu âlem, dış görünüşte bir mahalle gibidir; içinde bulunan halk dahi evler gibidır. Kalbler, dahi o evlerde bulunan odalar gibidır. Birbiri içinde ise, hakikatta ev mahalleyi, oda evi, ayna dahi odayı almıştır. Nitekim, bir hadis-i şerifte şöyle Duyurulmuştur :



—  «Müminin kalbi Allah'ın evidir; müminin kalbi Allah'ın arşıdır; müminin kalbi, Allah'ın hazinesidir.»
Bir kudsî hadis-i şerifte ise, şöyle gelmiştir :



—  «Beni ne yerim aldı, ne de semam; beni bir mümin kulun kalbi aldı.»
Burada, anlatılan :
—  «Mumin..»
Tabirinden murad, kâmil insandır.
—  «Kalbe sığmak..»
Tabirinden murad ise, şudur : Gönülün, Hakkın cemaline ayna ol­ması..
Nitekim bir başka hadıs-i şerifte ise, şöyle buyurulmuştur :



—  «Mümin, müminin aynasıdır.»
Bu cümledeki ilk müminden murad, kâmil insandır; ikinci müminden murad ise, Yüce Hak'tır. Buna göre :                   
—  Kamil insanın gönlü, Hakkın aynasıdır.
Demek olur.
Bir dörtlük :

Hakka lü'lü-i laladır gönül;
Mazhar-ı ism-i müsemmadır gönül..
Sipehr-i simurğ-ı ânkadır gönül;
Tende Zat-ı Hak Taâlâ'dır gönül..1

Yüce Hak, her kuluna bu istidadı vermiştir. Ama kusur, kendısinin-dir. İstidadmı boşa giderir. Kendisini bir kâmil mürşide teslim eylemez ki : Kendisi de kâmil bir insan ola..
Gelelim, o evlerin sahiplerine.. O evlerin sahiplerinden murad ise.. her vücudun sahibi olan mülkün sahibi Yüce Zat'tır. İçten ve dıştan her vücudda mevcud olan odur. Ondan başka mevcud yoktur. Açıkçası : Her vücudun hakikati odur.
Her nekadar isimleri itibarı ile ayrı vehm' olunsa dahi, irfan sahi­bine gereken odur ki : Gönlünden Hakkın gayrı bulunduğu vehmini ata; her vücudun, hakkın olduğunu da isbat ede.. Böylelikle de, tevhid tamam ola.. Aksi halde, delil ile tevhide gitmek, avam işidır; onun makbul oluşu da, avam arasındadır.
Asıl atılması gereken senin kendi vücudundur; isbatı gereken de, Hakkın vücududur ki : Sende, bende söyleyen odur. Bu surette her bir vücudda mevcud olan Vacib'ül - Vücud olmaktadır.
Vücud, Allah'ın olduğuna göre; hangi haneye, yani: Hangi vücu­da, ister kendi vücudun olsun, isterse başkasının vücudu olsun; Allah için her ne türlü saygı gösterip gözetir, hizmet, ikram, iyilik edersen Hakka kulluk etmiş olursun.
Zahirde görünen vücuda ettiğin iyilik, mahabbet, güzel zan, üstün nazar; gerçekte Hakla ünsiyet, ona mahabbet, rıza ve ona yakınlık bul­maya sebeb olur. O vücudun gönlü vasıtası ile de maksad hâsıl olur.
— Yol, bu gönülden geçer..
Demenin manası budur. Her bir şeyde dahi gönül vardır. Nitekim, Isra suresinin 44. âyetinde şöyle buyurulmuştur :

(1) Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Gönül, Yüce Hakkın-en güzel incisidir; isim verilen zatın zuhur yeridir.
Gönül, yükseklerden uçan, erişilmez, bir anka kuşudur; tende Yüce Hakkın zatıdır.



—  «Onu hamdle tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz, on­ların tesbihini anlayamazsınız.»
Eğer o bir şeyde gönul olmasaydı; Yüce Hakkı ne ile bilip zikir ve teşbih ederdi.
—  «Şey..»
Diye anlatılan, cümleden daha küçük olan yaratılmış bir zerredir. Onun dışı zerredir; ama içi büyük arştır. Cümle mahluk, onun içinde ve evdir. Yüce Hakkın, bildığin arşa teveccühü neyse, o zerreye de öyledir. İnsanın yüreğinde bulunan siyah noktayı görmez misin?. Her köşesinde, arşın, güneşin, ayın, yıldızların vücudu vardır, ama dışta belirmez. Hal­buki varlığın içi onlarla doludur. Bu mana, bazısında bilfiil gelmiştir; bazısında dahi bilkuvve kalmıştır.
İnsanın cümle şeyden makbul olması, o tecelliyi bilfiil yansıttığı için­dir; yoksa, ilâhî azamet, başkalarında olmadığı için değildir.
Her mevcudun, Allah'ı bilip tesbih etmesi, tehlil etmesi arş misali gönül iledir; yoksa zerrenin ne haddine ki: Allah'ı bilmek onun için mümkün ola.. Allah'ın azametini bilen, yine Allah'tır. Bu manayı anla ki : İşin ne olduğunu bilesin.
Ehlüllah olan zatlar, halka kesinlikle varlık vermez, onlar için vü­cut tanımazlar. Vücud varlığını Yüce Hak için isbat ederler. Sen sa­nırsın ki; onlar, halka :
—  Hak..
Derler. Haşa ki böyle bir şey ola.. Sonsuzlara kadar böyle bir şey olmaz. Kesinlikle halk Hak olmaz. Ne o bu, olur; ne de bu, o olur. Gerçek olan da budur. Vahdetteki yol, şu hakikat vücudundan ibarettir ki : Hiç bir şekilde ona zeval olmaz; sabit durur.
Şimdi iyi dinle..
Varlıklardan her birinin bir beka yüzü vardır; onun gölge varlığı, o beka ile durur. Beka yüzüne :
—  Hak.. Denir.. Fena bulup yok olan yüzüne de :
—  Halk..
Denir.. Kasas suresinin 88. âyetinde buyurulan :



—  «Onun yüzünden başka, her şey helak olacaktır.»
Manası, buna işarettir. Bu vücudun fena bulan yüzüne :
—  Halk..
Denir ki, su gibi akıp fena bulmaktadır. Beka yüzü ise., ark gibidir; içinde su akar ama, kendisi akmaz.                                                   
— Çaya girdiğinde, gözünü arka baktırırsan, kurtulursun; akan suya baktırırsan, gözün kararır suya yıkılırsın.
Dedikleri de bu manayı anlatır. Buna göre :
—  Bir kimse, bu berzah âleminde su gibi akıp giden dış yaratılışın imarı ile meşgul olup da daim ve baki olan batın hakikatından gafil olursa., yıkılır..
Demektir. İrfan sahiplerinden birinin :
—  Ey zahid, sureti gözetme; içeri gel, cana bak.
Demeleri dahi bu manayadır.
Gerek yaratılışı yününden zahir olup fani olan olsun; gerek haki­kati cihetinde sabit olup baki kalan olsun şu :
—  Vücud..
Denilen şey, mutlaka Allah'ındır. Ama sen, onu halkın sanırsın; veh­me düşersin. Halbuki halk, vücudun kokusunu dahi duymamıştır. Niha­yet, Hakkın vücudu, halk suretinde göründü.
Halk vücut bulmak istedi; ama kendisine uygun bir vücut bulamadı ki :
Onunla bu âlemde zuhur ede.. Yüce Hak, gayret edip kendi vücu­dunu emaneten giydirip izhar eyledi. Bu emaneti sahibine teslim eden, borcundan kurtulur.
Bir şiir :
Ölmeyince bulamadım yol ol Hakka; Hep olursun, hiç edicek kendini..

MANSUR - FİRAVUN
Şeyh Rükneddin Alaüddevle şöyle anlattı :
— Ateşli hallerinden birinde idi. Hüseyin Mansur Hallac'ın ziyareti­ne gittim. Çokça murakabe ettim; onun ruhunu yüksek makamda bul­dum, illiyyinde idi. Gizlice şöyle sordum :
—  Efendim, bu ne haldir ki; Firavun; Naziat suresinin 24. âyetinde anlatıldığı gibi:



— «Ben, sizin en Yüce Rabbinizim.» Dedi; Mansur dahi:



—  Ben Hakkım.
Dedi.. İblis şeytan dahi, Allahlık iddia etti.
Duruma gelince, Hüseyîn Mansur'un nuru, yücelerde, yükseklerde;
Firavun'un canı dahi cehennemde.. Bu ne hikmettir?.
İçimden bana şöyle bir ses geldi :
—  Firavun, kendini görmeye düştü; söylediği sözde, kendisini gör­dü. Biri de bir şeye saymadı.
Hüseyin Mansur'a gelince., tamamen bizi gördü. Kendısini boşa çı­kardı. İşte, aradaki farkı bundan gör. Bir şiir :

Âyinedir bu âlem, her şey Hakla
kaini; Mir'at-ı Muhamnıed'den
görünür Allah daim..

Şeyh Iraki şöyle dedı :
— Yüce Hak, kendisini bütün eşyanın aynı eyledi. Ta ki : Zatından başkasına ibadet edilmeye, sevilmeye.. Allah'ın arzusu bunu gerektir­miştir.
Bir şiir :
Gayreti gayrı komadı
anın; Lâcerem aynı
oldu eşyanın..1

Bir şiir daha :
Hak diledi ki, eşyayı
yarata; özünden gayrı
komadı arada..
Ki âlemde tapanlar ana
tapa;
Ki her yüzden gözünü
halka kapa.. Ki hüsn-ü
hulk ile ihsan kapılur;
Sınık gönüller aninle
yapılur.. Hakikatin.
Hakimidir lutf ü ihsan; Ki
her kanda kapıla ana
insan..1

Üstteki beytler, İsra suresinin 23. âyetinde Duyurulan :
(1)   Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Bu âlem, bir aynaya benzer; her şey Hak ile durur; Muhammed'in aynasından dai­ma Allah görünür.
(2)   Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir :
Onun kıskançlığı, araya yabancı sokmadı; şüphesiz, eşyanın hepsi kendisi oldu.
(3)   Bu şiirin daha açık Türkçesi şöyledir ;
Yüce Hak, eşyayı yaratmayı dilediği zaman, araya yabancıyı sokmadı.
Ta ki, bu âlemde ibadet edenler, ona ibâdet ederler; her yüzden gözünü halka kapa.
İyilik, iyi huylarla kapışılır; kırık gönüller de onunla yapılır
Gerçekte lütuf ihsan Hakkın; insan onu nerede bulursa bulsun..



—  «Rabbın hükmü odur ki : Sadece zatına ibadet edesiniz.»
Mananın tefsiridir.
Bu âyet-i kerimede, daha açık tefsiri ile şöyle buyurulmuştur :
—  Ya Muhammed, Rabbın şöyle hükıneyledi, takdir etti ki : Ken­disinden başkasına ibadet etmeyesiniz. Edilen ibadet, muhabbet, medih, sena; hiç bir şekilde mümkün değildir ki : Başkasına oluna.. Hatta, sa­nem puta tapmak, hakikatta Samed Allah'a ibadettir. Zira, sanemin var­lığı, sameddir. Böylelikle de, cümle varlık, Hakkın olduğu biline..
İşte halka tazim etmenin iç yünü böyle olunca; onları tahkir et­menin içyüzünü var kıyas eyle.. Buna göre halkı tahkir et, onları kö­tüle, gıybetlerini et, akıllarını ve yaptıklarını beğenme de; hele bir bak, iş ve söz nereye varıyor!
—  Ama, ben Allah için buğuz ederim; bunda nefsimin yeri yoktur..
Der isen, aşk olsun; bunu şer'an yerine getir. Bu türlüsü caizdir. Ama, azdan az nefis araya girerse, alış verişe çıkarken evdeki bulgur­dan olursun.                                                                         



Gözlerini aç ki; Allah da sana gereken kapıları açsın.
Gelelim, mahalledeki kudretli zengin zatın evine.. Bundan murad, ey mümin kardeş, senin kalb evindir. O evde bulunan zengin zat ise, senin kalbinde bulunan gönüldür ki : Kalb evinde zuhur eden tecelli, hâsı? olan ilâhî ihsan, rabbani hediye hep gönülün elindedir. Gönül, kendisine gelen bu iyilikleri, kalb keib evine, diğer maddi ve manevî organlara, tüm eşyaya gönülden yapılın.
O zatın hizmetçilerinden murad; mümin kardeş, senin vücudunda bu­lunan zahir ve batın duyguların ile bütün organlarındır.
O zatın, hizmetçileri ile, eşit şekilde evlere gönderdiği ikram ve ih­sandan murad ise., bütün varlığınla, içten ve dıştan Alluh için Allah uğ­runa halka ettiğin iyiliktir. Meselâ, kendi nefsin için ne istersen, bütün yaratılmışlara da aynı şeyi istemek ve yetmiş iki millete aynı gözle bak­mak ve üstün himmetli oimak, gece gündüz Muhammed ümmetine hayır duâ etmek gibi..
Mahallede ikram olunan evlerin içindeki vezirlere, vekillere, bilgin­lere, ileri gelen adamlara ve daha başkalarına gelince., onların evlerinden murad : Nefsinden alt bir yaratık görmeden içte ve dışta saygı gösterip gözettiğin, hizmet ve muhabbet ettiğin, tavazuda ve ihramda bulunduğun, gücün yettiği kadar iyilik ederek dostluk gösterdiğin ve :
—  Merhaba..
Dedığin, halkın içinde mevcud olan ârif-i billah olan irfan sahipleri­nin kalbleridir. Bunlar arasında gayb erleleri, zamanın gavsi, vaktin kut­bu, zamanın kutbu, devreler kutbu, iki imam, amud evtad, büdela, ruka­ba, nüceba, efrad, ümena, ahyar, ebdal, Hızır, İlyas vardır. O kadar ev-liyaüllah, ricalüllah, Allah katında sevilmiş meczuplar vardır ki; onların sayılarını ancak Yüce Allah bilir. Çünkü, bu manada, Allah-ü Taâlâ, bir kudsî hadiste şöyle buyurmuştur :



—  «Velîlerini kubbelerini altındadır; onları benden başkası bilmez.»
Bunların her biri, kendi nefislerini bilmişler, Rablarını bulmuşlar, Hak ile Hak olmuşlardır. Ayrıca onlar, kudsî kuvvet sahibi, cemal kudreti ile tasarruf eden değerli zatlardır.
—  Cemal kudreti..
Tabirinin manası şudur : Kâmil insan; cüz'î iradesini, Hakkın külli iradesinde yok eder, akıl, nefis, duygular yanar; Allah'ta yok olur; Ce-nab-ı Hakkın kudret gücüne dayanır.
İşte anlatılan manada bir kudret gücü ile tasarruf eden zattan anlatı­lamaz ki; iyiyi kötü etmek, kötüyü iyi etmek onun elindedir. Zira, onun ira­desi, Yüce Hakkın arzusu dışında değildır. Bu zatların mübarek nefisleri, Cenab-ı Hakkın zatı sıfatlarına, sübutî sıfatlarına kapı olmuştur. Buna gö­re, Cenab-ı Hak, dilediği kimseyi bunların bir nazar cazibesi ile Yüce Zat'ına çekip ulaştırır. Bunlar, yazıcının elindeki kalem, okçunun elindeki ok ve yay gibidir. Nitekim, bu mana bir kudsî hadis-i şerifte şöyle anlatıldı:



—  «Bir kulu sevdiğim zaman, onun eli ve dili olurum.»
Enf al suresinin 17. âyetinde ise, bu manaya şöyle işaret edilmiştir :



— «Attığın zaman, sen atmadın; Allah attı.»
Allah'ın velî kulları Hakkın kudreti, eli ve dilidir. Hazret-i Hüdai şöyle anlattı ;
—  Sülük esnasında, değerli şeyhim Üftade Efendi Hazretleri şöyle dedi :
—  Mevlana Alâaddin, Bursa'da bir gün bir köpeğe hilâfet verdi. O köpek dağa gitti; yanında elliden fazla köpek toplandı. Halk, onlar için çeşit çeşit yemek hazırlar ve şöyle derlerdi :
—  Bunlar, Mevlâna Alâaddin'in köpekleridir.
Hele bir bak ki : Hak sevgisi, köpeklere tesir etti. O tesirle halktan ayrıldılar, çokça nimetlere ulaştılar.
Bir başka yerde de şöyle anlatmıştır :
— Meşayihte gazap gücü gayet kuvvetlidir. Onlara gazab hali gele­cek olsa, bütün âlemi yıkmak isterler. Ama, bu gibi şeylerde, âlemin ya­rarına duâ etmek, onlara daha uygun düşer. Nitekim bu manada gelen bir kudsî hadis-i şerifte Hak Taâlâ şöyle buyurdu :



—  «Rahmetini, gazabımı geçti.»
Bakara suresinin 237. âyetinde şöyle buyuruldu :



—  «Affederseniz, takvaya daha yakın olur.»
Bu manalara göre; Allah'ın huyuna bürünüp hemen herkesin yara­rına duâ etmek daha yerindedir.
Şöyle hikâye edildi :
—  Nuh aleyhisselâm, kavminin helak olması için, aleyhlerinde duâ etti. Onlar helak olduktan sonra, lânetli İblis Şeytan geldi ve şöyle dedi:
—  Ey nuh, bana ne emrin varsa buyur. Zira, senin, üzerimde büyük nimetin vardır.
Nuh aleyhisselâm sordu :
—  O ne nimetidir?.
Lânetli İblis şeytan şöyle anlattı:               
—  Sen kavmini gazaba uğrattın. Ben, ömrüm boyunca, onları helak etmeye çalışsaydim, senin gibi yapamazdım.
Bunun üzerine, Nuh aleyhisselâm hatasını anladı; ettiğine pişman oldu. Zira, bir topluluğun helak olmasına güç yetiren, onların yararlı hale gelmesine de güç yetirir. Nitekim, Resulüllah efendimiz, —Allah ona sa-lât ve selâm eylesin— ümmeti için şöyle duâ buyurdu :



—  «Allahım, kavmime hidayet eyle; onlar bilemiyorlar.»
Halilüllah ibrahim aleyhisselâma melekût âlemi açıldı. O da mülk âlemine baktı. Asilerin isyanını görünce, onların aleyhine duâ etti; helak oldular.
Bu arada, kendisine şöyle denildi :
—  İbrahim, kullarımızı incitme.
Sonradan hakikata ulaştı; masiva getti, fenaya vardı.
Her hakikat işine dalmaktansa, şeriatın her emrine göre hareket et­mek daha gereklidir; bazılarına göre, hakikati anlamak zordur.
Niyazi-i Mısrî bir mektubunda şöyle dedi :
— Ârif-i billah olan bir kimse, sıra dostuna gelince nasıl kayırır ise, düşmanına sıra gelince de öyle kayırması gerekir. Zira, aradan düşman çıkınca, işinde duraklama olur; yükselemezsin.
Demişler ki :
—  Dostla düşman, iki ayak gibidir. Düşman gidince, tek ayakla ka­lınır. Tek ayakla da bir yere varılmaz.
İşte anlatılan sebepten ötürü :
—  Cümle ile dost olayım, her gönülden Cenab-ı Hakkın ihsanına nail olayım.
Diyen kimse; bu âlem mahallesinde kendi nefsinden daha düşük bir yaratık görmeyecek. Bu âlemdeki bütün halk sayılan bütün hanelere eşit şekilde güzel zan beslemeli ve üstün gârmelidir. İçten ve dıştan saygı gös­terip gözetmelidir. Hizmet, sevgi, tavazu yolu ile her gönülden Allah'ın rı­zasını istemelidir. Böyle olunca da, o evlerin sahiplerı kendisinden razı olurlar.
Hüdaî Hazretleri şöyle anlattı:
—  İnsanların ayıplarını görmekten şeyhime şikâyet ettim. Şöyle dedi :
—  Bu durumu, ben de şeyhime şikâyet etmiştim; şöyle demişti :
—  Her şeyin bir mükemmel tarafı vardır; onu bilemezsin. Ama, onun
kemalini görmek istersen, hakir gördüğün kimsenin elini öp, Allah'ın" yardımı ile o halden kurtulursun.
Evlerin sahiplerinden murad, Yüce Hak'tır.
Ev sahiplerinin hoşnud olmasından murad ise, her gönülden, Cenab-ı Hakkın, senden hoşnut ve razı olmasıdır.
O güçlü kimsenin evinin yanmasından, bütün varlığının elinden gitmesinden ve fakir kalmasından murad ise., senin ölüm halindir. O za­man, rahmete ve mağfirete muhtaç olursun.
O güçlü kimsenin, fakir, muhtaç, kimsesin olup darda kaldığı zaman yetişip kaldıran, hiç düşmemiş gibi zengin eden ev sahiplerinden murad ise.. Yüce Ailah'tır. Zira,, vefat ettiğin zaman, her gönül senin hakkında iyi tanıklık eder; hayır duâ, rahmet ile seni anar. Oniarın cümlesi senden hoşnuttur. Senin hakkında, Allah'tan rahmet, mağfiret ve. ihsan dilerler. Bu sebeple Şanı Büyün Allah; fazlı, keremi, lutfu, ihsanı ile muamele eder ve ebedi saadete, sonsuz hayata kavuşturur. Her isteğini, gayeni hâsıl eyler.
Buraya kadar anlatılanlar, sebebine teşebbüs edilecek şeylerin bazı­sını misal yolu ile bildirip açıklamaktır. Cenab-ı Hak cümlemize anlatı­lanları hal eyleyip işin gerçeği ile amel etmekte başarılı kılsın; hayra ulaş­tırsın.
Anlatılan yedi şartı yerine getirmekle adam insan olmaz. Taa, ilk ön­ce elde edilmesi gerekenleri elde etmedikçe.. Zira, bu yedi şartın yerine gelmesine, kalb huzuru ile varılacaktır. Kalb huzuru ise, temiz kalble bu­lunur. Temiz kalb ise, tarikatla elde edilir. Tarikata dahi, şeriat yolundan girilir. Şeriata girmek ise, Kur'an-ı Kerimdeki emirleri yerine getirmekte olur.
Bu manaya göre; Hak yolcusu salık, öncelikle şeriat emirlerini nok­tası noktasına yerine getirmelidir. Hak yolcusu salikin, hemen her hali, Kür'an emrine uygun düşmelidir. Tıpkı :



—  Ayakkabının teki tekine uygun..
Dendiği gibi..
İşte tarikatın kapısına bu uygun adımlarla girilir.
—  Tarikat..
Diye anlattığımız, sırat-ı müstakim olan doğru yoldan ibarettir. Hazret-i Hüdaî şöyle anlattı :
—  Mevlâna'nın evlâdından Divane Çelebî'nin keşif ve kerameti, o diyarda açığa çıkmıştı, ölüm haline geldiği zaman, ah edip inleyerek, piş­man olup ve şöyle demiştir :
—  Meğer biz, sırat-ı müstekim olan doğru yoldan gafilmişiz..
Sırat-ı müstakim olan doğru yolun ne olduğu da, inşallah aşağıda an­latılacaktır.
Sağlam bir itikadla şeriatın emirlerimi yerine getirerek zühd, takva, vera hali ile bu tarikat-ı aliyyeye Allah için, Allah uğruna girmek için bir mürşide hiç bir ard niyet beslemeden teslini olup şeyhi tarafından verilen virdleri, zikirleri zamanında eda edip ehlüllahın şartları arasında tevec­cüh, rabıta işini koruyan zata :
—  Salik..
Denir. Asıl söylenecek söz de bunlaradır. Yoksa şeriat emirlerini henüz yerine getiremeyen, zühd ve takva işinde tamam olmayan,. teslim olma hali bulunmayan kimselere söz yoktur; bunlar, kendi başlarına buy­ruktur. Asıl sözümüz salikler içindir.
Bu dersi okuyan, dinleyen kimse :
—  Kusurum çoktur; artık benim halim berbattır.
Diyerek, levvame nefis, hiç kimseye ümit kestirmesin; zira, Yüce Hakkın rahmetinden ümit kesilmez. Allâh-ü Tâalâ, Zümer suresinin 53. âyetinde şöyle buyurdu :



—  «Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz; çünkü Allah, bütün gü­nahları bağışlar.»
Kul, kusursuz olmaz; kusurlarımızı Yüce Hakkın kapısında ikrar ve itiraf edıp tevbe istiğfar edelim..
—  Ne yaptım ki?.
Deyip inkâr yoluna sapmaktan, Yüce Mevlâ cümlemizi korusun ve güven altına alsın.
Bu arada, kendi nefislerimizi de ayıplayıp bütün kusuru kendi üze­rimizde bilelim. Kendi ayıbımızı kesin olarak bildikten sonra, başkasının ayıbını görmeyi de bırakıp :
—  Benim kusurumdur..
Demek, bu yoldaki edepler arasında sayılır.

Bu âlemde hemen herkes halini görür. Hal ehli kimselerden nice görül­memiş haller zuhur eder ki : Onu da, yine hal sahipleri görür, halden haberi olmayan göremez.
Cahillerden dahi nice ayıplar zuhur eder ki : Onu da, emsali cahil­ler görür; irfan sahipleri göremez. Zira, halkta ayıp görmemek, irfandır.
Resulüllah efendimiz hiç bir şeye eksiklik görerek bakmamıştır. Ya­saklardan alması dahi, mükemmel olmak, onda olduğundan ötürüdür; taliplerin o taraftan yükselecekleri içindir.
Üftade Hazretleri şöyle demiştir :
— Nefsin ayıplarını keşfetmek, yeri ve semaları keşfetmekten hayır­lıdır. Zira, nefsin ayıplarını görmek, keşfetmek sureti ile talib olan kimse tehlikeden ve gittiği yola set çekilmesinden kurtulmuştur. Yerin ve sema­ların keşfi ise, sırf bir gizli sırrı açığa çıkarmaktır; onda pek yarar yok­tur.
Nefis islâh olmadan, ona güvenmek de sürekli olamaz; hemen bir ya­na kayar gider.
Nefis İslah olduktan sonra da :
—  Artık nefsim islâh oldu; bana kötülük yoktur.
Deyip emin olmaya da gelmez; çünkü, A'raf suresinin 99. âyetinde şöyle buyurulmuştur:



—  Allah'ın mekrinden emin mi oluyorlar? Halbuki, Allah'ın mekrin-den ancak varım yitirip ziyan edenler emin olurlar.»
Üstte işaret edilen manada olduğu gibi, korku ile ümid arası bir hale sahib olmak gerekir. Eğer korku yanı ağır basarsa, daha iyi olur.
İtikadını düzelten; şeriatını ikmal eden; perhiz, rizayet, zühd, takva işini tamamlayan; ayrıca bir şeyhe inabe edip tarikat-ı aliyyeye giren; ba­sireti açılan; keşfi, kerameti, müşahedesi, zat tecellisi bulunan gözünü kapadığı zaman görmediği bilmedıği bulunmayan; sağ tarafına ibadetlerini, sol tarafına keşif kerametlerini sıralayıp da ikisinin ortasına oturan ve her iki yanını seyreden kimseye, sol taraftan bakanlar :
—  İşte âbid, işte zahid, işte muttaki..                  
Derler.. Sağ tarafından bakıp görenler dahi:
—  İşte velî, işte kerametlerin sahibi.. Derler.. Ne var ki, bu kimse için :
—  İşte insan..
Demezler..
Yukarıda hali anlatılan kimse, henüz salıktır; henüz insan olamamış­tır. Bu halde olanların hepsine de :
— Salik..
Denir..
Söz de salikleredir ki, sağına ve soluna bakıp da berzahta saplanıp kalmasınlar; sırât-ı müstakim olan doğru yolu arasınlar. Bu yol için, ayrıca :
—  Allah rızası, Allah sevgisi, Allah aşkı..
Dahi denilmiştir.
Söz salikleredir ki: Kalblerinde tam bir mahviyet olduğu halde, kalb huzuru bulsunlar. Yukarıda .anlatılan yedi şartı da yerine getirmek suretl ile insanlığı bulup insan olsunlar; bu berzah âleminde dahi, ruhanî cennete girsinler. Ruhanî vuslata da kavuşsunlar, insanlıklarını mükemmel eylesinler.
İnsan olmanın alâmeti vardır; şöyleki : Bu âlemde hiç bir düşman kalmaz, cümle ile dost olur; asla bir şeye de canı sıkılmaz, darılacağı bir şey arasa bulamaz.
Allah'ım, bu insanlığı bize nasib eyle ki; insan olalım..

Günün Sözü

"Yâ Rabbi, Receb ve Şâbân’ı bize mübârek (bereketli) kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” (Hadîs-i Şerif—Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.