Miftahulkulub

2. BÖLÜM

2. BÖLÜM
    
Konusu:
a) Hazret-i Ali b. Ebu Talib'in tavsiyesi.. Allah ondan razı olsun.
b) Doğru yol sırat-ı müstakim.
c) insanlık.
d) Dervişlik.



Şunları bilmelisin..
Âşıkın alâmeti üçtür; şöyleki :
a) Dünyayı düşük değerde görmek.
b)    Eza cefaya dayanıklı olmak..
c)    Gelen belâya sabırla karşı koymak..

Halini selini, yumuşak başlı olmanın alâmeti de üçtür; şöyleki :
a)    Kendisine gelip gitmekten ayağını kesene gider gelir..
b)    Kendisini, maddî yönden yoksun bırakan kimseye verir..
c)    Kendisine zulmedeni affeder.. Değerli dost sıddıkın alâmeti de üçtür; şöyleki :
a)    Malını, senin malından daha değersiz görür..
b)    Senin şerefini, namusunu korumayı, kendi şerefinden ve na­musundan üstün tutar..
c)    Senin canını, kendi canından daha kıymetli sayar..

***

Abdullah Mukna'a şöyle sormuşlara
— Sana dostun mu daha sevimli gelir; yoksa düşmanın mı?..
Şu cevabı vermiş :
Hasımlarımı, dostlarım olduğu için severim, zira dostun ilgisi ruha­nidir.

**

Rivayet edildiğine göre, Resulüllah efendimiz, —Allah ona salât ve selâm eylesin— bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:
—  «Kardeşlerinizi çoğaltınız. Rabbımz, haya muamelesi eder. Kıya­met günü, kardeşleri arasında bir kuluna azab etmekten utanır.»

**

Hazret-i Ali'nin şöyle dediği anlatılmıştır; Allah ondan razı olsun :
—  Dostluk üç yerde belli olur; şöyleki :

b)    Gıyabta.
Yani : Dostun olmadığı yerde; onun hakkım koruyacak, gıybetini et­tirmeyecek, ona toz kondurmayacak.
c)    Vefatından sonra..
Dost odur ki, dostunun vefatından sonra da, dostluğa lâyık olan neyse onu yapa.. Meselâ : Hayır duâ okumak, hayırla anmak gibi işleri yerine getire..



Başarı ihsan eden Allah'tır; en güzel arkadaştır.
    
***

DOĞRU YOL - DERVİŞLİK
Gelelim doğru yol olan sırat-ı müstakime ve insanlık sıfatını bul­maya..
Burada, sırat-ı müstakim ile, insanlık sıfatını bulmakla, en kolay yoldan dervişliğin elde edileceği tarif edilip açıklanacaktır.
 

   
— «Allah'a giden yollar, yaratılmışların nefesleri (veya nefisleri— canları-ruhları) sayısı kadardır.»
Buyurulmuştur. Buna göre, her şahsın vücud mülkünde özel bir yol vardır; bunu da ancak irşad ehli bilir.
- İrşad ehli..
Diye anlattığımız, Hazret-i Peygamber tarafından ümmetini Hak yoluna davete memur edilen zata söylenir. Bunun bir manası da şudur : Mürşid..
Ne var ki, Hakka ulaşmak, Hazret-i Peygamber'in eli ile olur; Allah ona salât ve selâm eylesin.
Mürşidin kemalı odur ki : Müridi, Hazret-i Peygamber'e ulaştıra. Hazret-i Peygamber dahi, bir anda onun ilâcını verip; şefaatına kavuştu­rur. Allah ona salât ve selâm eylesin.
Anlatılan şerefe nail olmak; pâk şeriatın emirlerini yerine getirmek, sünnet-i seniyyeyr canlandırmak, onun Muhammedi izini izlemek sureti ile olacaktır.
Anlatılan manadan ötürü ilk iş olarak, bize doğru yol olan sırat-ı müstakimi bulup insan olmaktır.
Bunun için de, bu ders sırat-ı müstakimi, insaniyet yolunu bildirir. Bunlar elde edildikten sonra; bir kimse derviş olmaya çalışırsa, kısa yol­dan derviş olunur. Ama, Allah dilemiş ise..
—  Sırat-ı Müstakim.
Diye anlattığımız doğru yoldan murad, Kur'an'dır.
—  İnsanlık.
Dememizden murad ise., noktası noktasına Kur'an emirleri ile amel­dir. Nitekim Resulüllah efendimiz, bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuş­tur :



—  «Kur'an ve insan, ikiz kardeştir.»
Her kim, Kur'an ile ikiz kardeş ise., o kimse insandır.
Bir kimse ki, şeriatta eksiklidir; başka şeyle nasıl mükemmel insan olabilir?. Zira, şeriat hemen herkese kapı olmuştur. Bu kapıdan girme- . dikten sonra, hiç kimse Hak yolunu, sırat-ı müstakim olan doğru yolu bu­lamaz. Bulan, şeriat kapısından girmiş, öyle bulmuştur.
Bu manaya göre; şeriat kapısından girmeyen, girip de, noktası nokta­sına emirleri yerine getirmeyen, içte ve dışta eksikli olan kimselerin henüz şeriat yanları tamam değildir. Uygun biçimde, kapıdan içeri gire­memiş, kusuru kadar uzakta kalmıştır. Onlara göre bu yol aşk yoludur; zühd yolu değildir.
Bu heval yollara uyup da :
—  Oldum, sırat-ı müstakimi buldum..
Diyerek, kendilerini bir şey sananların gördüklerinin ve bildiklerinin ne olduğu ehline göre bilinen bir şeydir.
Biz gelelim, noktası noktasına şeriatın emirlerini yerine getirmeyi başarıp şeriattan içeri giren Hak yolcusu saliklerin halini açıklamaya..
Saliklerden bazısı vardır ki; şeriat kapısından içeri girer girmez, ba­siret gözü açılır. Bazıları da, kapalı gider. Her iki sınıf da birdir. Şu ka­dar var ki :
Basireti açılan kimse, bu açılmayı asla kendisine mal etmemeli; sırat-ı müstakimi ve insanlık sıfatını bulmaya çalışmalıdır.
Gerek basiretin açılmasını .kendine mal edip böbürlenmek; gerekse ba­siretin açılmayışını mesele haline getirip :
—  Niçin açılmadı?.
Diye karamsar olmak iyi değildir. Her ikisi de, Yüce Hakkın yolunu bulmaya engeldir.
Üstte anlatılan bozuk düşünceleri gönülden atmalı; basiret açılır ise sevinmeli; açılmadığı için de, karamsar olmadan hemen her halde Yüce Hakka tam manası ile teslim olmalıdır. Böyle olmadıkça da feyiz alın­maz.
Asıl marifet, gayret ve doğrulukta kusur etmemektir.
Cenab-ı Hak, bizi, anlatılan manevî bağlardan kurtarsın.
Hud suresinin 112. âyetinde buyurular :


—  «Emr'olunduğun gibi dürüst ol.»
Sırrın zuhurunu, hal olarak, meleke olarak ihsan buyursun. Âmin!. Şeriat kapısından içeri giren, girer girmez de basireti açılan Hak yolcusu, salık bakar ki: Padişah divanında, cuma ve bayram alayların­da, merasim zamanlarında askerler nasıl iki taraflı selâm durursa onun gibi, kendısine ihi taraflı askerler selâm durmuşlar.. Ama bunlar başka asker.. Sağ tarafında kulluğun şanı, sol tarafındaysa sülûkün hali var. Bunlar iki taraflı sıralanmışlar; ucu bucağı yok..
—  Kulluğun şanı..
Dediğim şunlardır : Namaz, oruç, zekât, kalan bütün taat ve ibadet­ler.. Bütün bunlar, kulluk şanıdır. Kul olanda, bunların cümlesi bulu­nacak..
O basireti açılan zat, bu kulluk şanı olan ilâhî saltanata eğilir, yalnız bu yoldan gider, bu saltanatın zevkine gönlünü bağlar ise, bu zata :
—  Âbid, zahid, muttaki.. Denir.. Ama, onun için :
—  İnsan..
Denmez. Ama, cenneti bulur, cemali de bulur.
—  Sülûkün hali..
Denilen şeylere gelince., bunlar : Keşif, keramet, müşahede çeşidin­den şeyler olup vuslat dahi, sülûkün hali sayılır. Daha başka, sayıya hesa­ba gelmeyen şeyler dahi, sülük usulü sayılır.
Hak yolcusu salikin bu halleri görmesi, ilâhî saltanatı ve sülük şa­nını görmektir ki : Kendisinin mülkü değildir.
O Hak yolcusu salik, sülük şanı ile ilâhî saltanatı biraraya getirip birleştirir ise; bu tarafın zevki ile de gönülünü bağlar ise, onun için :
—  Keşif ehli, kerametlerin sahibi.. Denir, ama onun için :
—  İnsan..
Denmez..
Her iki tarafın şartlarını yerine getirmeyi başarmış, onların zevkle­rine gönlünü kaptırmamış, ikisi arasında sırat-ı müstakimi bulup o sırat-ı müstakime göre insanlık şartlarını da yerine getirerek insanlık sıfatını gi­yer ise, o zaman ona :
— İnsan ..
Denir.
DERVİŞLİK
Cenab-ı Hak, ezelî ilminde bu yolu, bu şekilde iki taraflı kurmuştur; sonradan olma değildir. Peygamberlerine, velîlerine hidayet buyurduğu sırat-ı müstakimi de, bu iki yolun ortasında kılmış.. Dervişliği dahi, in­sanlığın ortasında kılmış.. Bütün kullarını da, bu sırat-ı müstakime hida­yet, buyurmuş.. Onların her biri, çalışıp gayret etmeleri, çalışmaları kadar nasib almışlar. Onların bazıları, umumî manada kapsamlı bir hidayete nail olmuşlar; bazıları da, özel hidayete ulaşmışlardır.
Gerçekte cümlemiz salikiz; bu yolun yolcusuyuz.
Allah cümlemize başarı, selâmet, yardım ihsan buyursun. Âmin!.
Anamızdan doğduk, kendimizi sülük ünere bulduk. Oturuyoruz, ama gitmekteyiz. Bu dünyadaki sülûkümüzün tamam olması» teneşir tahta­sına kadardır. Ondan ileri sülûkümüz ise., âhiret yoluncadır; hiç dura­ğımız yoktur.
Anlatılan manaya göre, insan ister sülûke girsin, ister girmesin; ha­kikatta yine salıktır.
Her yolun bir nihayeti vardır, ama Allah yolunun nihayeti yoktur. Hak yoluna giren salik, mutlak ilahî yüne talib şu kimseye denir ki : Anlatıldığı şekilde şeriat kapısından içeri girer, iki tarafta sıralanan kul­luk şanı ile, sülük haline gönlünü kaptırmaz, himmetini yüksek tutar.. Ni­tekim, bir hadis-i şerifinde, Resulüllah efendimiz şöyle buyurmuştur :



— «Erkeğin himmeti, kıymetidir.»
Bir başka hadıs-i şerifinde ise, şöyle buyurmuştur :



—  «Himmetin yüksekliği, imandandır.»
Bundan sonra, o Hak yolcusu salık bilir ki: Hemen her şey, tamamen mülkün sahibi Allah'ındır. Bunun için de, her şeyi sahibine teslim eder; hiç bir şeyi emel haline getirip ünerine mal etmez. Sağına soluna bakmaz. Zühd, takva bir tarafında, keşif kerametler diğer tarafındadır; bu ikisinin arasında yokluk yolunda durmada ngider. Allah için, Allah uğruna kulluk eder.



— Evin içindekileri, ev sahibi daha iyi bilir.
Manasındaki ifadeye göre; daima, kendisine insaf nazarı ile bakar. İnsanlığa yakışmayanları dışarı çıkarır. Kendisini, bütün yaratılmışlar­dan alt görür. Acizliğini bilir. Günahlarını önüne koyar. Bir eline aman kılıcını, bir eline de rıza kalkanını alır. Göz koyduğu yer, Allah'ın rahmeti olur. Hemen her saat:
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım..
Diye münacaat eder. Kendisi için çizilen sırat-ı müstakimi bilmeye, bu yolda Allah rızasını, Allah sevgisini, Allah aşkını, umumî manada mahviyeti temiz kalbi ister. Kalb huzuru ile insanlık sıfatına ulaşmayı, der­viş olmayı ister; bu yolda Cenab-ı Hak'tan başarı diler.
Allah'ın inayeti, ilâhî ihsan, rabbani nimet olarak bütün peygam­berlere, evliyaya verilen sırat-ı müstakim içinde o zata mahsus olan bir sırat-ı müstakim vardır; bu da, onun insanlık yoludur. Bu yol da, kendisi­ne açılıp gösterilir. Bu yolda, kalb huzuru ile, yedi şartı yerine getirerek insanlık formasını giyer; insanlık sıfatına bürünür. Sarı karıncaya ka­dar, bütün yaratılmışları hemen her cinsi ile bir daire içine alır. Kendi­sini de, o dairenin dışında bir daire de oturur bulur, Kendısinden geride hiç bir şey yoktur. Kendisinin de hiç bir şeyi yoktur. Orada yapacağı hiz­meti, bir dilenciliktir. Dilencinin bir çanağı olur; bunun çanağı da yok. Yiyecek verirlerse :
—  Giyecek ver..
Diyemez. Onun dilenciliği şu iki şey içindir ;
a)     Son nefesini imanla kapamak..
b)     Âhirette utandırılmamak..
ister ki : Enbiya, evliya huzurunda, o büyük topluluk içinde, ayıpla­rı ve günahları meydana çıkmaya..
ister ki : O yüce divanda, rezil rüsvay olmaya, mahcub olacak bir hal ortaya çıkmaya..
işte insan budur. Bu âlemde iken, ruhanî cennete girmiştir. Hemen her nefeste ruhanî vuslat eder, bu insandır.
Dervişliği bulana, bir hırka, bir lokma yetmez mi?. Bu dervişlik için söyledikleri :
—  Bir hırka..
Tabirinden murad, insanlık hırkasıdır.
—  Lokma..
Tabirinden murad ise.. Allah'ın cemalidir, işte dervişlik, bunun adıdır.
Cenab-ı Hak, cümlemize bunu nasib eylesin. Âmin!. Resullerin Efendisi hürmetine..
Derviş olan bir kimse, şöyle bir dönüp arkasına bakmış olaydı; dünya ile âhireti, hamam halveti gibi küçük küçük iki ev olarak göreydi : Onların içinde kalan ahaliyi hamamda sıcaktan bayılmak derecesine gelen. kimseler gibi gayet bunalmış, zor durumda, ve zahmet içinde bulurdu, ves­selam..

***

MÜNAFIKLIK

Münafıklığın alâmeti anlatılırken, bir hadis-i şerifte şöyle duyurul­muştur :



— «Münafıkin alâmeti üçtür; şöyleki :
a) Bir şey anlattığı zaman yalan söyler.,
b) Bir şey için söz verdiği zaman, sözünden döner..
c) Kendisine bir emanet bırakıldığı zaman, ona hıyanet eder..»
Bu manaya göre; tarikatta bulunan kimsenin istikamet alâmetleri arasındadır ki :
Şeriatle amel edenlerin dıştan halka yaptıkları işlerde bu sıfatlardan hiç birinin bulunmaması nasıl gerekli ise; tarikat ehlinin dahi içte Yüce Hak ile yaptıkları işte o sıfatlardan hiç birinin bulunmaması gerekir.
Doğrulukta, ihlâsta, istikamette kalbi ve kalıbı; toplum içinde ve top­lumdan uzak halinde bir olmalıdır. Gönül hazinesinin kapısında durmalı ki : Hakkın hazine dairesine Hak'tan başkası yol bulamaya.. Çünkü, kulun kalbi, Hakkın hazinesidir; insan da o hazinenin bekçisidir. Hakkı dü­şünmekten başka bir düşünce oraya girerse, eşkıya girmiş olur.
Üstteki manaya göre; bir kimse, Hakkın hazinesini yol kesen eşkıya­lara soydurursa, hali müşkil olur. Zira, bu durumda, emanete hiyanet etmiştir. Kaldı ki, Allah-ü Taâlâ, Enfal suresinin 58. âyetinde şöyle bu­yurdu :



—  «Allah hainleri sevmez.»
Tarikat ehli katında hatırdan geçen şeyler, dışta meydana gelen işler ve sözler gibidir. Bunun içindır ki; murakabe ehli, Hakkın rızasına ters düşen akla gelen şeylerden sorumludurlar.
Demişlerdir ki :
—  îlk gelen yersiz hatıradan, Yüce Hak kulunu sorumlu tutmaç. Ama, kul o hatırayı def etmeye çalışmaz ve onu Hak düşüncesine dönüştürmez ise.. ısrarla o hatırayı sürdrürür ise., sorguya çekilir.,
özellikle, namazda ilk tekbiri alıp Fatiha suresinin 4. âyeti olan :



—  «Ancak sana ibadet ederiz; ancak senden yardım dileriz.»
Cümleyi okurken, nefiy ve isbat (lâ ilahe illallah kelime-i tevhidini) söylerken : Tam huzurlu, tevbesinde sebatlı Yüce Hakka verdiği sözün­den dönmeyen olmalıdır.
Manevî duygular dahi, insanın Allah'a emanetidir, aynı zamanda in­sanın gözcünüdür; hem zahirde, hem de batında..
Bu vücud, bütün organ ve duyguları ile; her an ve her zaman insanı gözeticidir, insanın emrine ve hizmetine de aykırı hareket etmez. Hep hizmetinde bulunur; insan, her ne iş işler ise., kıyamet günü sorguya çekildiği zaman da, doğru haber verecektir. İnsana gelince :
—  Elim, ayağım, gözüm, kulağım, burnum, yanağım, dilim, dudağım, budum, bacağım; cümlesi benim vücudum..
Deyip hiç birini gizlemez. Hemen her şeyi de onlarla işler. Halbuki onlar, insanın casuslarıdır. Gece gündüz, onlar seni gözlemektedirler; se­nin bundan haberin yoktur.
Anlatılan organlar, hayır olsun, şer olsun; kıyamet günü, insanın işlediklerini teker teker söyleyeceklerdir. İnsanın iyiliğini ve kötülüğünü yazan kiramen kâtibin meleklerini dahi tasdik edeceklerdir.
Hemen hepsi, Yüce Hak tarafından bilinmekte iken, insanın kendi vücudunu, kendisine gözcü koydu. Ta ki : Bu âlemde insan her ne işler ise., kıyamet günü vücud onları haber vere.. Ayrıca, insanın üzerine iki tane yazıcı melek koydu ki : İşlerini ve sözlerini yazalar. Kıyamet günü; kiramın kâtibin meleklerin yazdıklarını, vücud organlarının tanıklık ettikleri durumla karışlaştırdığı zaman, birbirine uygun gelir.
Hâsılı : insana yakışan ilâhî emanetleri iyi gözetmek, Allah rızası için onların gıdasını helâlinden vermektir. Yatağına yattığı zaman dahi, Allah rızası için uyumalıdır. Kirlendikçe yıkanmalı; tırnaklarını dahi uzadıkça kesmelidir.
İnsan, tüm organlarını yaratıldikları hususa harcamalı; zamanı geldiği zaman da temiz bir şekilde sahibine teslim etmelidir; hiç bir şekilde hain olmamalıdır, vesselam..
    
***

TASAVVUF KİTAPLARI
Tasavvufta ve diğer hususlarda yazılan nekadar kitap varsa, hemen hepsi de kelimelerden ve nakışlardan ibarettir. Bunları yazan zatlar, Al­lah'a ve Allah'ın Resulüne hizmet niyeti ile yazmışlar; meydana çıkarmış­lardır. Onların her yanda yüzleri vardır.
Bu yazılanları, zahirde çıplak bir köleye benzetebiliriz; kimin eline geçerse, ona kendi elbisesini giydirir. Asker eline geçerse, asker elbisesi, kâtib eline geçerse kâtıb elbisesi, esnaf eline geçerse esnaf elbisesi, hoca eline geçerse hoca elbisesi giydirilir. Yapılacak işlerin hiç birine köle mu­halefet etmez; kendisine renk renk elbise giydirilir.
Kitabın durumu da aynıdır. Muttaki eline geçerse takva elbisesi, âbid eline geçerse âbid elbisesi giyer.
Asıl marifet : Bugünkü günde, şu saatte hangi elbiseden Allah razı ise, o elbiseyi bilip giydirmektir. Elbisenin mevsimini dahi bilmek gere­kir. Zira temmuz ayında kürk almanın, zemheride, şal cübbe giymenin mevsimi değildir. Allah, cümlemize bu irfanı nasib eylesin. Âmin!.
Hakikatta bu kitaplar, sağılan, süt veren koyun ve inek gibidir. İçin­deki cümleler de meme gibidir; on sekiz bir âlemin şereflisi Resulüllah efendimizden gelir.
Kitap sahiplerinin ruhaniyeti de onun başı ucundadır. Kitabı açan, kendi kuzusu, yavrusu ve kendi cinsi ise., hemen memeyi ağzına sokar; o da istediği gibi sütünü emer, karnını doyurur, çekilir, bir tarafta yatar zevkine bakar. Artık ne sesi çıkar, ne de sadası.. öyle ya, sütünü emdi: karnı doydu, artık nesine gerek ki, sesini çıkara.
Eğer kitabı açan, kendi kuzusu ve cinsi değil ise, ona süt vermez. İs­terse, gece gündün tasavvuf kitabı okusun; yine de karnı açtır.
Karnı aç olan bir kimse, bütün gün kebab, baklava, börek okumuş olsa ve bunlara alt çeşitlerin ismini bilecek olsa onlardan yemedikçe kesin ola­rak açlığına fayda vermez.
Üstte anlatılan misaldeki gibi, ehli olmayan kimseye, kitapların mü­talaasından bir fayda gelmez. Ancak, gereği ile amel etmeyi başarır ise.. o zaman faydalı olur.
Kâmil mürşide kavuşan ve onun sözleri ile amel eden kimseye de, oku­duğu kitapların faydası olur.
Kâmil mürşide ulaşmayan, onun kitaplarını okuyup gereği ile amel etmeyen, yalnız ağız kalabalığı ile kendısini tasavvuf ehline benzetenin dışta misali şu kadına benzer : Kendisini erkeklere benzetmiştir; ona ba­kan kimse, kendisini erkekten ayırd edemese de, o kadın, kendisi işin özünde kadın olduğunu bilir. Durum kendisine sorulduğu zaman, doğrusunu söyler:                                                                                                ,
— Ben, kadınım..
Der. Eğer saklayacak olursa., yarın kıyamet günü, onun kadınlığı meydana çıkar; herkes durumu bilmiş olur.
Kadın olan bir kimse, taklid ederek erkek olmaz. Bunun gibi, erkeklik haline dair söylediği ve yazdığı sözü de gerçek olarak anlayamaz ve an­latamaz. Erkeklik üzerine söylenen sözleri gerçek olarak yine erkekler bilirler. Bilirler ve derler ki :
— O zaman, bu zat dahi bizim gibi bir erkekmiş. Bayram namazına gece kalkar, bir an önce gidermiş.. Şu şekilde de hazırlanılmış..
Cenab-ı Hak, taklidimizi tahkik eylesin. Âmin!.

***

VÜCUD GÜNAHI

Bir hadis-i şerifte, şöyle Duyurulmuştur :



—  «Vücudun öyle bir günahtır ki; hiç bir günah, onunla ölçülemez.»
Burada anlatılan :
—  «Vücud günahı.»
Tabirinden murad olan mana bir benzetme ile şöyle anlatılmıştır :
—  Salihlerden bir zat için :
—. Mahallemizde böyle bir zat bulunsun..
Diyerek, güzel bir yerde, parasız, geniş bir ev yeri verirler. Binasının kurulması için de, masraflarına yardım ederler.
Bundan sonra o zat, düz bir çimenlik üzerinde gayet yüksek, sanatkârane, süslü, yedi sekiz odalı bir ev kurar. İçini, dışını da, yeşil zümrüt bir boya ile boyatır. Kur'an-ı Kerim'i, tefsiri, hadıs-i şerifi, muteber ki­tapları güzel bir yazı ile, o evin içine ve dışına altın hatla yazdırır. Bü­tün kitaplar için de bir kütüphane yaptırır; içini doldurur. Şöyleki : Gö­renler, onun tarifini yapmaktan âciz kalırlar, işitenler de hayran olurlar.
Bu evin içini ve dışını ziyaret için, uzaktan ve yakından sınıf sınıf halk gelir. Orada toplanır içine girer beğenirler ve şöyle derler :
—  Bundan daha güzel eğlenecek yer olmaz.
Bunun üzerine, o zata, çeşit çeşit kâr teklif edıp oranın kiracısı ol­maya talib olurlar. Bu zât da, onlara kanıp her odasını ayrı ayrı kiraya verir. Bundan sonra da evin her yanı çeşitli cinsten kimselerle dolar. Her biri bir tarafa yerleşir.
Bundan sonra o zat bakar ki : Bunların zarardan başka on paralık kârı yoktur.
Artık onları evden çıkarması da mümkün değildir.
Kendısi, durup dinlenmeden içinde istirahat etmek için nice zahmet­ten sonra bir bina yapıp süslemiştir. Ama, şimdi bir paralık dahi kendi­sine yararı yoktur. İçindekileri çıkaramadığı gibi, kendisi dahi başını sokacak bir yataklık yer bulamaz; dışarıda kalır.
Artık her odada türlü milletten insanlar vardır; her türlü kötülüğü işlerler. Hır gürden komşular da ralıatsız olurlar; huzurları kalmaz. So­nunda gelirler, o adama şöyle derler :
—  Yahu, gerçekte senin mahallemizde bir ev sahibi olmanı biz is­tedik. Mahallece de sana arsayı verdik. Alınacak eşyayı da aldık. Günlük masrafını da verdik. Gerçekten sen de bilgili bir adammışsın. Kendi tabia­tına, arzuna uygun olarak resimli günel bir bina yaptırdın. İçine ve dışına çeşitli ilimleri yazdırdın. Türlü türlü sanatkârane nakışlarla süsledin. Bu kadar zahmet çekip binam tamamladın. İçinde oturup rahat, huzur içinde ilimler neşredeceğin zaman bir alay ipten kazıktan kurtulmuş, pıranga kaçkını değişik cinsten adamları getirip evin içine doldurdun; sen açıkta kaldın. Şimdi ne oldu : Bir paralık menfaatın olmadığı gibi, mahallece bizim de uykumuzu ve rahatınızı kaçırmaya sebeb oldun. Halbuki bizim arzumuz ancak senin kendi huzur ve rahatın, içinde oturup halka vaaz ve nasihatin, Hakka taat ve ibadetin idı.
Bunun üzerine bu zat şöyle der :
—  Benim arzum da buydu. Ama, bunlar da bana böyle deyip girdiler. Yani:
—  Taat ve ibadetine, her türlü huzur ve rahatına yardımcı oluruz.
Sana hizmet ederiz. Yeter ki, senin şu evine bizi kiracı olarak al; senin evinin kiracısı olalım.
Böyle demesi üzerine, o zata şöyle derler :
—  Onlar sana öyle dedikleri zaman, sen de onlara şöyle diyemez miydin :
—  Aslında bu ev, benim tasarrufum altındadır. Ama, başbaşına benim mülküm değildir. Mahalleli benim için sevabına yapmışlardır. Ben, bir kulum; kula hizmetçi gerekmez. Kullukta, taat ve ibadette yardımcı olan ancak Allah'tır. Her hususta Allah'a sığınırını..
Böylece, mülkü sahibine teslim etmiş olsaydın, bu belâya da çarpılmazdın. Şimdi, bunun da çaresi bulunur inşallah. Ama, bize teslim ol­malısın. Zira, bu ev burada oldukça, bunların buradan kalkıp gideceği de yoktur. Eğer bizi dinler de :
—  Bunlar, buradan def olup gitsin..
Dersen; kardeş gel, sen bu evden ve bu eve harcadığın emekten geç. Eğer sen dediğimiz gibi yaparsan, bunlardan kurtulur ve evin mülküne de yönetici olursun. Bunun da iki yolu Vardır. Şöyleki :
a) Evin dört yanını ateşleyip yakmalı..
b) Hepimiz bir olalım, ellerimize birer balta birer kazma ala­lım; akşam sabah hücum edip birer ikişer tahtasını koparalım. Bundan sonra, evi başlarına çökertip yıkalım.
Böyle dedikleri zaman, eğer o kimse akıllı biri ise, insaf eder ve tes­lim olur. Bundan sonra da o ev ya yakılır; ya yıkılır. Haliyle, onun içinde bulunan kötü kimseler de, tabiatı ile sürülür; çıkarılırlar. Arsanın mülkü de, o adama temiz olarak teslim edilir.
Eğer o kimse :
—  Ben, bu eve şu kadar emek verdim, zahmet çektim. Bu kadar da mal harcadım. Bunun için ne yaktırabilirim; ne yıktırabilirim, kıyamam.
Diyecek olursa, ona şöyle ceyap verilir :
Kıyamazsan baş ü cana, ırak dur girme meydana; Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz.
Şiirindeki hükme göre, ne o evin içindekiler dışarı çıkabilir; ne de o kimse, evine sahip olup içeri girebilir. Ne de o evde fısk ü fücur eksik olur. Sanki içinde olan kötü sözlü için bir darünnedve yaptırmış olur.
İşini içyüzünden haberi olmayan ve dışarıdan görenler de :
— Falan zatın ne güzel evi var..
Diye överler.
Halbuki, çaresiz adamın evi kendisini dev oldu.
Salepçi güğümünde ateş yanıyor; ama dışarıdan kimsenin haberi yok­tur. Yalnız, ağzından akan bala bakarlar.
Şimdi üstteki misali sana getirelim.
Bu alem mahallesinde ihsan olunan beden arsasında Allah'ın yardı­mı ve rabbani başarı ile başlayıp küçük yaşında beri kırk, elli, altmış yılda, çalışıp çabalayıp kazanarak elde ettiğin ilimler, ameller, hünerler, marifetler, kemaller, zühdler, takvalar, keşifler, kerametler, şeyhlikler, hocalıklar; bunlardan başka şu alemde tahsil edip kurduğun ne gibi şey­ler varsa tamamı, tekmil ve tahsinden sonra meydana gelen bu vücud sekiz odalı bir ev gibidir.
Eğer bu vücudu, aşk ateşi ile yakıp mücahede külüngü ile yıkıp Hak­ta yok etmez isen; Allah'ın zatından başka sevgilerle doldurur, dünyaya ve ukbaya vesile edersen, ondan hâsıl olan günah öyle bir günah olur kl : Hiç bir günah onunla ölçülemez.
Halbuki dışarıdan görenler, senin ilmine, ameline, kemaline hayran olurlar; bilmezler ki : Senin vücud evinin içi, günahla doludur. Tahsil ettiğin şeylerin de sana hiç bir faydası yoktur. Sen yine açıktasın. Bu vücud evi de, ilimle, amelle ortadan kalkar gibi bir şey de değil.. Mutlaka bir kâmil mürşide teslim olmak gerek. Onun terbiyesi altında, onun neşe­sine göre ya aşk ateşi ile bir anda yanar mahv'olur; yahut tecellisinin gereğine göre günde bir tahta koparır, o ev de yıkılır gider. Bu da, bütün gün nefsi ile, şeytanı ile en büyük cihad ederek; kötü huylarının tamamı­nı yok etmektir. Böylece ilini, amel, kemal ve marifetini denize atıp var­lığından geçer. Buna göre, her yandan yıkılmak sureti ile kurtulur. İşte :



— «Vücudun öyle bir günahtır ki; hiç bir günah, onunla ölçülemez.»
Hadis-i şerifin manası, üstte misalleri ile açıklandığı gibidir. Başarı ihsan eden Allah'tır; en güzel arkadaştır.
    
***
    
HÜZÜN - DERT - MİHNET - AŞK
Cenab-ı Hakkın dört tokmağı vardır. Bir insan, nekadar kâmil olur­sa olsun; bu âlemde sırrını bu tokmaklardan kurtarması mümkün değildir. Bu tokmakların biri kalkar, peşinden diğeri iner. O tokmaklar, sırası ile şunlardır :
a) Hüzün tokmağı.. Bunun peşinden gelen şudur :
b) Mihnet tokmağı»
Bunun peşinden gelen tokmak şudur .
c) Dert tokmağı..
Bunun peşinden gelen tokmak ise, şudur :
d) Aşk tokmağı..
Bunların biri kalkar, diğeri iner. Hiç bir kâmil yoktur ki : Bu âlem­de kendisini bu tokmaklardan kurtarmış olsun.
Bir şiir :                             
Derd ile geldi enbiya; Mihnetle göçtü evliya.. Ağlama gönül ağlama; İnleme gönül inleme..
    
***
    
Bu tarikat-ı aliyyede, yani : Sırat-i müstakimde insana gereken odur ki : Havas yoluna sapmaya.. Ancak, nefse ve şeytana üstün gelip emirleri tutmalı, yasaklardan dahi kaçmalıdır.
Kötü arzuları ve Yüce Hakkın zatından başka şeyleri bırakmalıdır. Tamamen, Kur'an yoluna girmelidir. Hangi mürşidden olursa olsun; aldığı virdlerin ve zikirlerin kılıcı ile düşmana karşı durmalıdır. Yani : Nefisle şeytana karşı virdlerin ve zikirlerin kılıcı ile durmalıdır. Yersiz arzu ile, Yüce Hakkın zatından başka şeyleri kalbinden, hemen herkes silip çıkar­malıdır.
VİRDLER - ZİKİRLER
Virdler ve zikirler dört şeyden ibarettir; şöyleki :
a) îstiğfar-ı şerif..
b) Salâvat-ı şerife..
c) Kelime-i tevhid..
d) İsm-i celâl..
Bunların sonunda, Fethiye-i şerife, Kur'an-ı Azimüşşan, Delâil-i Hayrat okuyup tamamlamalıdır.
Bu okunacakların hepsini de, Allah için, Allah uğruna okumalıdır.
Bütün bunlardan murad ve gaye : Sadece Tek Allah'ı bulmaktır. Ara­nan ve istenen dahi, mücerred Allah rızası olmalıdır.
Bundan sonra, gelen zuhuradı, bir rüya saymalı.. Gelmeyen zuhurat için de:
— Niçin olmuyor ki?.
Dememeli, geleceğini dahi, ümid etmemelidir.
Rüya zuhuratı olduğu zaman; âyetten ve hadisten yana bir mana ise., manasını düşünerek : İhtar mıdır, tenbih midir anlamalıdır?. Buna göre de amel etmeli ve buna göre davranmalıdır.
Şayet gördüğüne bir mana vermeye gücü yetmiyorsa., rüyada gör­düğü, işittiği ve okuyup öğrendıği âyet ve hadisin manasını bir hocaya sormalıdır. Kendi halini onun dilinden anlamalıdır..
Ayet-i kerimeye ve hadis-i şerife uygun düşmeyen rüya ve zuhurat ile amel caiz değildir; en iyisi, o gibi şeyleri terk etmektir.
Yapılan amellerde, ileri gitmekten ve geri kalmaktan sakınmak ge­rekir.
İnsan, gücü yettiği kadar, nafile ibadetleri dahi yerine getirmelidir.
Şu vakitte ve bugünkü günde Hak yolcusu salikin nefsi, hangi amele razı olur ve kaldırabilirse., onunla amel etmelidir; daha fazlasını yük­lenmemelidir.
Beş vakit namazları vaktinde eda eylemek gerekir.
Ramazan-ı şerif ayı orucunu tutup şeriattan ayrılmamak gereklidir.
Ummet-i Muhammed'in tamamına hayır duâ etmek yerinde olur. On­ların hürmetine, kendisinin de affedilip bağışlanmasına, ömrünün sonuna kadar Allah'ın rızası altında bulunmaya, son nefesinde iman selâmeti, ömrünün güzel bitmesine, Âlemlerin Rabbının huzurunda ayıplarının ortaya çıkıp da mahşer meydanında utanmamasına duâ etmelidir.
Anlatılanlardan başka; kendisinin kalıbını gözü önüne getirmelidir. Nazarında, Hazret-i Âdem aleyhisselâmın kara balçıktan cansız kalıbı gibi durmalıdır. Onun ürerinde bulunan gülmeyi, işitmeyi, söylemeyi, tut­mayı, yürümeyi, organlardaki canlılığı, barsaklardaki hareketi, aklı, il­mi, güzelliği ve başka her ne varsa, hepsini birer ilahî tecelliden ibaret bilmelidir. Bütün bu emanetleri de yerine teslim etmelidir. Bu arada Ahmedlik, Mehmetlik dahi kaybolup gitmelidır. Yüce Hak'tan başka bir şe­yin var olmadığını mütalaa etmelidir.
Anlatılan halde, bir elinde aman dileme kılıcı olmalıdır; bu, öyle bir kılıçtır ki : Bunun ürerine kılıç olmaz. O, kılıcı dahi kesen bir kılıçtır. Aman dileme durumunda olan bir kimse; içten ve dıştan bütün belâlardan yana selâmette ve güven içinde olur.
Sol ele dahi rıza kalkanı alınmalıdır.
— Allah'ın muradı olmadıkça, sinek dahi kanadını oynatamaz..
Deyip Yüce Hakka tam teslim, tüm işlerini ona bırakma; tam te­vekkül haline girmelidir. Yüce Hakkın yaptığını beğenmeli ve hoşnut olmalıdır.
Bu yola giren salık, Allah katındaki mertebesini, cümle mertebeler­den daha alt görmeli; ayakkabılıkta bilmelidir.

***

NEFSİ BİLMEK
Denilmiştir ki :



—  «Her kim, nefsini bilirse, gerçekten Rabbını da bilir..»
Manasına gelen hadis-i şerifin manası: insanın iki küreğinin ara­sındaki bir keyfiyettir.
Nefsi bilme durumu; Yüce Hakkın yardımı, tevhid nuru ile elde edi­lir. Bunun zevki de vicdandadır.
Bayezid-i Bistami :
— Kırk yılda bu yolda aradığımı buldum..
Dediği zaman şöyle demişler :
—  Peh peh ne tez bulmuşsun..
Allah versin, sen kırk dakikada bul. Ama bu, abdestsiz, namazsız, oruçsûz, taharetsiz, şeriatsız bulunmaz.
***
Cenab-ı Hak, bu âlemde kullarının istediğini verendır; her ne ister­sen verir. Ama, kendı rızasından başka şeye talib olursan, aldanırsın. Bu­nun için, maksadımız ve talebimiz Allah rızası olsun. Lokmamız Allah'ın cemali, hırkamız insaniyet olmalıdır. Son nefesimiz dahi, iman ile Kur'an olsun. Bir de, Cenab-ı Hak bizi mahşerde rezil rüsvay olmaktan korusun. Âmin!.
Resullerin efendisi, Âlemlerin Rabbının Resulü hürmetine..

ŞERİAT-I MUTAHHARA
Şeriat-ı Mutahhara, üç şeyden ibarettir; biri eksik olsa olmaz..
a) İlim..
b) Amel..
c) İhlâs.
Burada :
—  İlim..
Tabirinden murad, ilmihaldır. Anlatılan üç şeyi özüne sindiren kim­seye şu tabir kullanılır :
—  Şeriat ehli.. Böyle bir hükmü almaya da lâyık olur.
Şöyle anlatılmıştır :
—  Tarikata, hakikata, marifete tabi olanlar, şeriata tabi olmuş sa­yılırlar.
Eğer bir kimsede, şeriata tabi olma durumu varsa., tabiatı ile tarikat ve hakikat onunla beraberdir.

**

TARÎKAT-I MUHAMMEDÎYE
Denilmiştir ki :
—  Tarikat-ı Muhammediye üç şeyden ibarettir; şöyleki :
a) Teslim..
b) İstikamet...
c) Rızayı istemek:..
Anlatılan duruma göre, tam manası ile teslim olup Hud suresinin 112. âyetinde Duyurulan:



—  «Emr'olunduğun gibi dürüst ol.»
Emre göre, kullukta istikamet sahibi olmalı, bütün talep ve maksad, Allah rızası olmalıdır.

***

BİD'AT
Denilmiştir ki :
—  Tarikat-ı aliyyenin esasının da esası, takva ile ameldir. Bazılarımız, ehl-i sünnet itikadını bilmediği için, bid'at-ı seyyiede
(kötü bid'at işinde) bulunuyor. Bid'at-ı seyyiede bulununca da adı değişi­yor; Allah korusun. Geçmişteki, büyüklerin birine bid'at-ı seyyieden sor­muşlar; şöyle cevap vermiş :
—  Hasenesinden (iyisinden) bir fayda görmedik; seyyiesini bilme­yiz.                                                                                                             

İTİKAD
Hâsılı..
Bir insan, ilk iş olarak, Ehl-i Sünnet itikadını güzelce inceleyip işin gerçek yanını öğrenmelidir. İnancını da, ona uygun hale getirmelidir. Bu yolda, ayrıntılara dalı bilgileri, fıkha.,dair meseleleri, güzelce tahsil et­melidir; gereği ile de amel etmeyi ihmal etmemelidir, o yolda güzel işler yapmalıdır. Alış verişini dahi, bu manada korumalıdır; böylece yediği iç­tiği de helâl olur. Esastan ve aydınlardan elde ettiği ilimden sonra bilgisi ve ameli ile iki kanatlı uçmaya hazır hale geldikten sonra, kendisi için bir mürşid aramalıdır. Eğer bu mürşidi bulmayı başarır ve onun koy­duğu şartlara Uygun hareket eder ise., bu Allah'ın fazlı ve keremi ile olmuş olur ki: Böylelikle de, bu Muhammedi tarikatın tadını tadar. Anlatılanların aksi olur ise., bu tarikattan hiç bir tad alamaz.
***
Büyüklerden biri demiştir ki :
— Çok sakının; hatırınızda olsun, insana hizmet etmeyin. Ben, otuz yıldır insana hizmet ederim. Ama, Kasas suresinin 56. âyetinde buyurular :



—  «Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin.»
Manadan gafilmişim. Size tavsiyem olsun; siz benim gibi etmeyin. Bir insana, her nekadar :
—  Gücendirmeyeyim.
Diyerek ağzına kırk yıl şeker vermiş olsan; sonra da kazaen bir kere ağzına kaşık eğri konmuş olsa:
—  Bu adam benim ağzıma gönlünce incitmeyerek şeker verdi; bu defa da kazaen kaşığı ağzınla kasıtlı eğri koydu..
Deyip de, affetmez. Aynı anda :
—  Yahu, sen ne yapıyorsun?. Kaşığı ağzıma eğri koydun; öyle dürtülür mü, dudağimı acıttın?.

Sevecek misin, tek Allah'ı sev..
Korkacak mısın, tek Allah'tan kork..
Utanacak mısın, tek Allah'tan utan..
isteyecek misin, tek Allah'tan iste..
Dost sadece Allah'tır; bir de Allah'ın Resulüdür.
Bir de, Allah ve Resulü yolunda giden içi dışı bir olan bir insanı ken­dine arkadaş edinebilirsen, bu dahi Allah yolunda bir dosttur. Kendi nef­sine yararlı değil, zararlı zalimden sana nasıl bir dostluk gelebilir?.

***

Dediler ki :
Duâ ettiğiniz zaman, doğudan batıya kadar, bütün Muhammed üm­metine tamamen duâ ediniz. Duayı, yalnız kendi nefsinize yapmayınız.
Muhammed ümmeti iki türlüdür :
a)    Ummet-i davet..
Bu zümreye, kâfiri, müşriki, putperesti tamamen dahildir..
b)    Ümmet-i icabet..
Bu zümreye de, Resulüllah efendimizin davetini kabul edip imana gelenler dahildır..                                                           
Bunların tamamına :
—  Muhammed ümmeti..
Denir ki : Tamamına duâ edilse iyidir.
Duâ üzerine, Nasreddin Hoca'dan bir hikâye..
Allah rahmet eylesin, Nasreddin Hoca'ya bir gün şöyle demişler :
—  Buyurun, yağmur duasına çıkalım..
Ve., çıkmışlar.. Yolda giderken, Nasreddin Hoca'nın tarlasının ya­nından geçmişler. Nasreddin Hoca, kendi tarlasını parmağı ile gösterip şöyle demiş :
—  Ya Rabbi, burası benim tarlamdır.
Ve., duâ etmişler, yağmur yağmış.
Nasreddin Hoca'nın tarlası da, dağ eteğinde çukur bir yerdeymiş.. Çok yağmurdan ötürü gelen sel, yükseklerde bulunan taşları ve kumları Hoca'nın tarlasına doldurmuş. Ve., tarlayı dümdüz etmiş. Tarla da kay­bolmuş..
Yağmur dindikten sonra Nasreddin Hoca gelmiş, aramış, tarlasını bulamamış..
Bunun üzerine şöyle demiş :
—  Kabahat sende değil; kabahat bendeki sana tarlamı gösterdim.
Bu mana bize anlatıyor ki: Duanın umumî yapılması gerekir; özel bir durum ortaya çıkarılmamalıdır. Zira, bir beldeye yağmur yağdığı za­man; oradaki bağlar, bahçeler, tarlalar tamamen sulanır.
— Şunun bağı, şunun tarlası..
Diye ayırd edilmez.. Duâ da böyledır; eğer makbul olursa, o duâ se­bebi ile, Cenab-ı Hak, cümle hakkı ilâhî ihsanına mazhar eyler .
İşbu anlatılan sebepten ötürü; Duanı şümullü eyle; herkese duâ et. Bu duâ sebebi ile, Cenab-ı Hak, cümle halkı ilâhî ihsanına mazhar eyler.
Bunun için, daima duâlarını şümullü ve umumî yap, herkesi kat. Eğer duan, Allah katında makbul olursa., bütün halkın rahat yaşamasına sebeb olursun. Senin için bundan büyük devlet mi olur?.
Cenab-ı Hak, cümlemizi, duası makbul olan, zatının razı olduğu kul­larından eylesin. Âmin'!.

***

DİLEK KAPISININ ANAHTARI
Dediler ki :
—  Yüce Allah'a mana yolundan ulaşan kimselerin gönülleri, dilek kapılarının anahtarıdır. O gönülleri, Allah rızası için boş edenlere dilek kapıları açılır.
Dediler ki :
—  Bir kimse, Allah'a ancak, iki kanatla ulaşır ki; şunlardır :
a) Allah sevgisi.
Bu kanadı almak için, sadece Allah sevilecek; onun zatından başka bir şey sevilmeyecek.
b) Allah'tan korkmak..
Bu kanadı almak için de, sadece Allah'tan korkulacak; Allah'tan başka bir şeyden korkulmayacak..
Bu iki kanadı elde etmek için bugünden niyet eyle; en yıla kadar elde edebilirsen sana aferin..

***

Dediler ki:
—  Mükemmel olanlar, her geceyi kadir gecesi eylerler..
— Kalabalıkta işimiz yok..
Diyerek kadir gecesini uyku ile geçirirler.. Asıl marifet her geceyi kadir eylemektir. Bu da şöyle olur :
Her gece kalkmalı iki rikât namaz kıldıktan sonra :
—  Ya Rabbi, seni isterim, rızanı isterim, son nefeste iman selâ­meti isterim, mahşerde beni rüsvay etme, yüzümün karasını yüzüme vur­ma, ayıplarımı kapa, başarını bana yar eyle..
Demektir. Sonra da şöyle duâ etmeli ve ağlamalıdır :
—  Batıdan doğuya kadar, bütün Muhammed ümmetinin üzerine ihsan kapılarını aç. Cümlemize mükemmel ihsanlar eyle. Sana güveniyoruz ya Rabbi..

***

RAMAZAN AYI
Dediler ki:
—  insana lâzım olan, ramazan ayını sıkmamaktır. Ramazan ayının sıkılması da şöyle olur :
İnsan, diğer ayları tam manası ile bir gaflet içinde geçirir; ramazan ayına girdıği zaman da :
—  Aman ramazan ayıdır..
Diyerek çokça sarılır. Böyle bir şey, ramazan ayını çokça sıkıştırıp rahatsız etmektir. Bunun için bir misal şöyledir :
Bir padişah, kendi huzurunda iyiliklerini dağıtmak üzere, bir vezirini memur eder. Padişah divanında dahi, bütün vezirler hazırdır. O iyilik dağıtan vezirin altına da bir sandalya koyarlar. Padışahın iyiliklerini dağıtırken, insanlar ona hücum edip eline eteğine sarılarak :
—  Bizim iyilikleri sen dağıtıyorsun..
Derler. Böyle bir şey, o veziri padişahın huzurunda sıkar; rahatsız eder.
İşte, anlatıldığı gibi, ramazan dahi aynı şekilde sıkılır. Ramazan ayı­na saygı göstermeli, ama onu sıkmamalıdır. Diğer aylarda dahi, aynı şe­kilde ibdet etmeli.. Dalma akılla hareket etmeli; diğer ayları da unutmamalıdır.
Akılsız adam, seyir yerine gider; ayaklar altında kalır. Akıllı adam ise, önce kendısine rahat bir yer bulur; bundan sonra da rahatça oturduğu yerden seyredeceğini görüp seyreder.
Bazı kimse de, düğün yerine gider :
—  Oyun seyredeceğim.. Diye aç kalır,    
    
***
    
MÜNAFIKLIK
Allah, kendisine salât ve selâm eylesin; Fahr-i Âlem Resulüllah efen­dimiz âhirete teşrif buyuracaklarına yakın bir hadıs-i şerifini mumlamış­tır. O hadis-i şerif de, herkes tarafından bilinmektedir. Mana olarak şöy­ledir :
—  «Benden sonra, ümmetim yetmiş üç partiye ayrılacaktır; yetmiş ikisi cehennemliktir, biri kurtulur.»
Ashap sordu :
—  O tek parti hangisidır?. Onu bize bildırin ki, ona tabi olalım.. Şöyle buyurdu :
—  «O tek parti, beni ve ashabımı izleyenlerdir.»
Resulüllah efendimiz, bir başka hadıs-i şerifinde şöyle buyurmuştur :



—«Ashabım, kendileri ile yön tayin edilen yıldızlar gibidirler; hangi­sine uysanız, hidayeti bulursunuz.»
Her kim, Hazret-i Peygamber'in sünnetine ve gidişatına göre hareket eder ise, kurtulmuş olur.
Bir kimse :
—  Ben, Hazret-i Peygamber'in sünnetini ve gidışatını nasıl bileyim?. Resulüllah'ın ashabının nasıl izleyeyim?.
Diyecek olursa, ona şu cevabı veririz :
—  Resulüllah'ın sünnetini ve gidişatını, ashabın davranışını Kur'an-ı Kerim ve hadıs-i şerifler haber vermektedir. Bunlardan öğrenebilirsin.
Eğer :
—  Benim onlardan mana çıkarmaya gücüm yetmez.. Diyecek olursan, bu kere sana şöyle deriz :
—  Gücü yetenlerden ve bilenlerden sorup öğrenmeye çalış. Onlar­dan öğrenip bak gör : Hazret-i Peygamber'in yaptığı işler, buyurduğu sözler, geçirdiği haller, taşıdığı huylar, beslediği itikad, İslâm dini için sarf ettiği gayret nasılmış.. Onları, kendi özüne de uygulamaya çalış. Ken­dini ayrıca araştır : Eğer kendınde, Resulüllah'ın gidişatına ve sünnetine uygun bir durum var ise.. Yüce Hakka şükür et.. Bu durumda :



— «Bir millete benzeyen kimse, onlardandır.»
Manasındaki hadis-i şerif uyarınca, kurtulmuşlardan sayılırsın. Eğer kendini, Resulüllah efendimizin sünneti üzerinde bulamazsan; âhirete de inanıyorsan, hemen insafa gel. Geçmişteki gaflet hallerine pişmanlık duy.
iyi işleri yapma sebebine yapış. Temiz, bir itikadia işlerini, sözlerini, hallerini, huylarını şeriata uygun hale getirmek için çalışıp gayret et. Böyle edersen, şeriat sana :
—  Bu kimse, kurtulmuşlardandır..
Diye ferman verir. Böyle olmayınca, sadece dılle :
—  Ben Müslümanın, ben kurtulanlardanım..
Demekle bir şey olmaz. Nitekim, Resulüllah efendimiz, sadece sözde kalanları bir manada münafık sayıp şöyle anlatmıştır :



— «Münafıkın alâmeti üçtür; şöyleki :
a) Bir şeyi vaad ettiği zaman, bu vaadini yerine getirmez.
b) Bir şey anlattığı zaman, bu sözüne yalan katar.
c) Kendisine bir emanet bırakıldığı zaman, o emanete hainlik eder.»
Bir kimsede, bu alâmetlerin biri olsa, münafıklığın üç bölüğünden bir bölüğü o kimsede var sayılır. Eğer üçü var ise., o kimsenin tam mü­nafık olduğuna alâmettir.
Bir kimse :
—  Ben Müslümanım, ben Ehl-i Sünnettenim, kurtulan zümredenim..
Diye, nekadar iddıa ederse etsin; oruç tutsun, namaz kılsın, hacca gitsin, kelime-i şehadet getirsin.. Anlatılan alâmetler, kendisinde mevcud, bu sıfatlarla mevsuf olduğu süre; dışta ettiği taat ve ibadetten kesinlikle bir fayda ele gelmez. Taa, kendısinde bulunan bu sıfatlardan tevbe ile dönüp istiğfar ederek, lhlâsla yararlı ameller işleyinceye kadar..
Diğer kötü halleri, yararlı hale getirmeyi de bununla kıyas ede­bilirsin.
    

ALLAH'TAN DİLEMEK
Şunun da bilinmesi gerekir ki : Yüce Allah, verir; bunun için, dün­yalık isteyen, ayakkabısına kadar ondan istesin. Bunun için de, asla sıkıl­maya gerek yoktur. Zira, Yüce Allah, kim ne isterse verir; ama sebep­lerine tam manası ile yapışmak şartı ile.. Sebeplerine yapışılıp çalışılır ise.. dünya için, hiç kimseye boyun eğmeğe gerek kalmaz.
Ahireti isteyen de, şeriata yapışsın; bunun için de başka şey gerekli değildir. Zira şeriat, isteyeni tertemiz selâmete çıkarır.



—  «Dünya, âhiret adamlarına haramdır; ahiret dahi dünya adamla­rına haramdır. Dünya ve âhiret dahi, Allah adamlarına haramdır.»
Şeklinde Duyurulan hadis-i şerife bakarak :
—  Ben, dünyayı istemem; âhireti de istemem.. Taattan ve ibadetten maksadım ve arzum ancak Allah'tır; ben, Allah'ın rızasını istiyorum.
Diyecek olursan, o zaman sana yolu bilen bir arkadaş gereklidir. Ama, bu yol arkadaşı edeceğin zatın inancı sağlam, dış hali noktası noktasına şeriata uygun düşmesi şarttır. Amma, içte, kendisine irşad etme görevi verilmiş midir, verilmemiş midir?. Bu, sana gerekli değildir. Eğer böyle bir arkadaş bulabilirsen pekâla.. Eğer kendine uygun böyle bir arkadaş bulamazsan; hemen kalb çanağını eline al. Resulüllah efendimizin müba­rek kabri bulunan Ravza-ı Mutahhara'yı bilenler, Resulüllah efendimizin mihrabının içine doğru teveccüh etsin. Bilmeyenler ise, Ayasofya, Süleymaniye camii gibi bildiği bir cami mihrabına teveccüh etsin.
Şöyle tahayyül etsin :
Fahr-i Âlem Resulüllah efendimiz, o mihrabın içinde oturmuş. Başın­da sarığı var. Gözleri sürmeli. Yeşil ferace sırtında. Ashabı dahi yanında..
Bunu böyle tahayyül ettikten sonra, kendi kendine şöyle demeli ve dediği gibi de hayal etmelidir :
—  Bana doğru bakıyor. Ben de onun mutlu huzurunda kalb çanağını eline alan ve sadakaya muhtaç bir dilenciyim.
Böyle dedikten sonra, tam bir edeple :
—  Aman ya Resulellah, ümmetinden bir dilenciyim.
Bu şekilde yalvara yalvara, yavaş yavaş yakına gidip b mutlu huzur­da boynunu bükmeli; kalbini dilencinin çanağını tuttuğu gibi tutup dur­malısın.
Böyle edersen, boş çıkmazsın. Hiç olmazsa çanağına bir top nur alır­sın. Böyle ede ede, kalbin nurla dolar; hayat bulur. O nurla nefse, şeytana üstün gelirsin. Maksadın ve talebin hâsıl olur. Bu işin sermayesi sadece şudur : Üşenmeden, usanmadan, acele etmeden Resulüllah efendimizin ruhaniyetinden feyiz talebinde bulunmaya gayret etmektır.
Ancak, bu yolda iyi arkadaş bulanlar için, o huzura yalnız gitmek iyi olmaz; edep dışı bir harekettir. Arkadaşı olanlar, arkadaşları ile bir­likte giderler. Resulüllah efendimizin mihrabının önünde arkadaşları ile diz dize otururlar. Resulüllah efendimizin pek nurlu kalbinden ilâhi feyiz, önce arkadaşının kalbine, oradan da kendisinin kalbine çağlayanlar gibi akar gelir. Bunlar da böyle ede ede içlerini temizleyerek rıza yolunda giderler. Bunlar, bu bulduklarını ancak kırk yılda bulan kimselerdir.
ömür yetmez de, bu yolda gayeye varmadan ecel gelirse., hüküm hac, gaza niyeti ile yola çıkan ve aradığını bulamadan, gayesine ulaşamadan vefat eden kimselerin durumu gibidir. Bunların mükâfatı, bu durumda Allah'a kalır.



Allahım, bizi Hazret-i Peygamberin şefaatına nail eyle, Allah ona salât ve selâm eylesin; keza tüm ashabının da.. Allan onlardan razı olsun.

***

SONUN HAYIR OLMASI
Bu âlemde, sonun hayır olmasını istemeyen tek kimse yoktur; kime soracak olsan :
—  Sonum hayır olsun..
Der.. Ne var ki, sonun hayır olması, cüz'î iradenin hayra harcanması ile ihsan olunur.
    
KALB
Bu âleme nekadar çocuk gelirse gelsin, sol memesinin altında fındık kadar veya fındıktan dana ufak bir et parçası vardır; onun adına şu isim verilir : K a 1 b..
O kalbin genişliğini bu kâinat kadar, Ayasofya camii kadar, rasgele bir cami kadar düşünebilirsin. Hangi ölçüde tutarsan tut. Çünkü, bir ha-dıs-i şerifte şöyle buyurulmuştur :



—  «Müminin kalbi, Allah'ın evidir.» .

ALLAHA ULAŞTIRAN YOL
Bu arada, kalb hakkında çok söz etmişlerdir; herkesin sözü, kendi ilmî mertebesi kadardır. Bu manada bir kudsî hadis-i şerif şöyledir :



—  «Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefisleri (veya nefesle­ri) sayısı kadardır.»
Durum, esas olarak budur; Ama, o yolun tarifinde, cümlesi mecazi (maddî) yoldan birer misal getirmişlerdir.
Mana öyle olunca, bizim burada yapacağımız tarif dahi, mecazî (mad­dî) bir tariftir; gerçek değildir.
Zira, kalbin gerçek yüzünü Yüce Hak'tan başkası bilemez. Yüce Zatini hakikatim esas bilmek, hiç kimseye nasib olmadığı gibi..
Bu kalb, insan vücudunun tohumu ve çekirdeği gibidır. Bu organlar da onun dalları ve budakları, dil de onun çiçeği olduğu gibi.. Yapılan işler dahi onun meyvesidir.
Dili tatlı olup işleri hoş olmayan kimseyi; çiçeği güzel olup da meyvesi olmayan bir ağaca benzetmişlerdir. Tıpkı : îdris ağacı gibi.. Bu ağaç, kiraz ağacının çiçeği gibi çiçek açar, ama, meyve vermez. Çünkü, çekirdeğine meyve yerleştirilmemiştir. Bu gibi ağaçlara, aşı yapılır. Sanatının ehli, işini bilir aşıcılar vardır. Onun gibi, çekirdeğinde meyveye istidadı ol­mayan, meyvesi olup da feyiz alıp lâyıkı ile mükemmel olmayan ağaca güzel meyveli ağaçlardan kalem veya yaprak aşısı yaparlar. Bundan sonra, .o ağaçtan şahane meyve meydana gelir. Ama :
—  İlk aşı..
Denilen kalem aşısı ince ve zayıftır. Kırılabilir. Hayvandan ve sark­maktan korumak gerekir. Balmumu gevşeyip hava almasından dahi korumak icab eder ki : Aşı tuta, kuvvet bula.. Eğer korunmaz da aşı tutmaz ise, yine ağaç kökünden sürgün verir, esas gaye hâsıl olmaz.
Aşı yapan da, işinin ehli bir üstad olmalıdır. Zira, bazıları var ki; ayva yerine meşe ağacını aşılar. Bu gibi işler de olur. Durum böyle olunca mükemmel üstad bir aşıcı bildiğin varsa, kendi elinden gelir ise., ya ona yaptır; yahut kendin yap.
Meyveden yoksun bir zata raslarsan, ona şöyle söyle :
—  Kardeş, aslında senin güzel bir çiçeğin var. Ama, çekirdeğinin is­tidadında meyve yok. Bunun için de meyveden mahrum kalmışsın. Benim bildiğim mükemmel aşıcı ustası var; gel seninle ona gidelim. Çok güzel meyve aşılıyor. Benim de, elimden aşı yapmak gelir. Sana güzel bir aşı yapayını, inşallah meyvesinden yersin; sonra da bana duâ edersin. Bir­birimize hayır yolunu gösterelim.
Kalb iki çeşittir.
BİRİNCİSİNİ şöyle anlatabiliriz :
Durumu anlatılan çocuk iki yaşına geldiği zaman, ilâhî hikmet ve rabbani ihsan ile, insanlık ruhu o çocuğun kalbine dokunur. Çarptıkça, kalb yaralanır. O yaralardan delikler ve pencereler açılır. O çocuk on yaşına geldiği zaman da kalbine ilham gelir.
İKİNCİSİNE gelince., ilâhî hikmet açılmaz; yusyuvarlak kalır.
—  Kalb..
Diye anlattığımız şey, meydanda olduğundan, onu herkes kullanır. Bir tarafını kiraya vermişler; bir tarafını da çöplük etmişler. Bu çöplüğe her gelen bir şey atmış; mesela : Karı leşi, oğlan leşi, konak leşi, altun leşi.. Sözün özü : Orası, leşlerle dolmuş.. O kadar ki : Bir kimsenin, ken­di kalbini temize çıkarması mümkün değil; Allah'ın yardımına muhtaç­tır. Zira kul, iken leş olan yere bakmaz; başını çevirip geçer yahut oranın semtine uğramaz. Hele bir düşün : Cenab-ı Hak, leş bulunan bir kalbe ba­kar mı?. Bir kalbe ki, ilâhî nazar dokunmaz; oraya ilâhî rahmet inmez. Feyiz dahi olmaz; feyiz olmayınca da, zevk hâsıl olmaz, lezzet olmaz. O kalb sakininin daima içi sıkılır. Hiç bir yerde eğlenemez. Her kiminle gö­rüşüp dertleşecek olsa, görür ki : O da kendisi gibi, aynı halde :
—  Canını kardeşim, bunun çaresi nedir?. Dediği zaman, o da şöyle söyler :

KÖTÜ HUYLAR
—  Ben de bilmiyorum; hiç bir çaresi yoktur.
Ancak, Cenab-ı Hakkın yardımı üe o kimse, kendisini toplayıp o ana kadar ettiklerine bir daha dönmemek üzere nasuh tevbesi ile tevbe etme­lidir. Bu tevbeden sonra üzerinde bulunan kul haklarını dahi ödemeye başlamalıdır. Kötü huyların iyiye dönüşmesi için de, şu dört usulü uygula­malıdır :
a) insanın, kendisini bütün yaratılmışlardan daha düşük gör­mesi.,                                                                                 
b) Bütün günahlarını gözlerinin önüne koyduktan sonra, gözleri ile, Yüce Hakkın rahmet deryasını gözetmesi..
c) Kendi aczini bilip her an güçsüzlüğünü itiraf etmesi..
d) Aman dileme kapısından ayrılmadan :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım..
Demesi..
Bu dört usulü, bir kimse kendısine hal edinip Allah'ın rızası yoluna girmeye çalışıp gayret eder ise.. Cenab-ı Hak, bu kulunun doğruluğuna, istikametine, sebatına ve ihlâsına bakıp ilâhî ihsanı, Rabbani yardımı ile on sekiz bin âlemin şereflisi efendimiz Muhammed Mustafa'ya —Allah ona salât ve selâm eylesin— şöyle buyurur :
— Habibim Ahmed, Resulüm Muhammed, falan kulum geçmiş gü­nahlarına pişman oldu. Rızama sığındı; bu yola ciddıyetle girdi. Bekara suresinin 222. âyetinde gelen :



—  «Allah tevbe edenleri, temiz olanları sever.»
Mana altına girdi. Ama, o kulumun kalbi halâ açıktadır. Zatımdan başka şeylerle doludur. Seni, o kulumun kalbinin korunması, temizlenmesi, süslenmesi için memur ettim. Onu gözet, meleklerimle onun temizliğine bak, süsle..
Aynı anda, Alemin Şereflisi Resulüllah efendimiz, o kalbe bakar. Meleklere de emreder; melekler de o kalbi temizlemeye başlarlar. O ka­dar ki : O kalbde, Yüce Hakkın zatından başka bir şey bırakmazlar. Ay­na gibi parlatırlar. Çeşitli zinetlerle de süslerler.

NEFİS — MURAD
Ama o kalbin bazı yerlerinde, hayvan suretinde bir şeyler dönmeye başlar; onu tutup yakalamak hiç bir şekilde mümkün olmaz. Bunun üze­rine, durumu, melekler Resulüllah efendimize haber verirler; Allah ona salât ve selâm eylesin. Bundan sonra, Resulüllah efendimiz Yüce Hakka şöyle münacaat eder :
—  Ey Rabbımız, bu kulunun kalbi temizlendi. Ama acaip bir hayvan şeklinde bir şey dönüp duruyor. Onu tutup yakalamaktan melekler âciz kalırlar. Bir türlü tutulmuyor.
—  Tutayım..
Denildiği anda, o yeri delip kayboluyor. Ama, sonradan, üç gün ge­çince bir başka yerden çıkıyor. O dairenin içinden dışarı çıkarılması da mümkün olmuyor.
Bunun üzerine, Cenab-ı Hak şöyle buyurur :
—  Habibim, işte :
—  Nefis..
Dedikleri odur. Git, benim emrimle o hayvanı meleklerime tuttur. Kalbin dışında sağlam zincirlerle bağlattır. Öyle bağlansın ki : Kesinlik­le bir daha hareket etmeye mecali kalmasın. Akla da tenbih et, kalbin kapısı önünde otursun; kesinlikle bir yere hareket etmesin. Ayrıca o kal­be bir çocuk ihsan edeceğim ki, onun adı da :
—  Murad ..
Olsun. Habibim, o muradı sen emzir: kalbin anahtarlarını da ona teslim et.
O kalbin ortasına cevherden bir kürsü ihsan eyledim. Kur'an-ı azimüşşanı da o kürsünün üzerine bıraktım. O çocuk okusun ve



— «İnsan ve Kur'an ikiz kardeştir.»
Manasındaki sırra zuhur yeri olsun.
Bu emir üzerine, o nefis, tutulup yakalanır. O mübarek çocuk dahi doğar. İsmi de konur, murad hâsıl olur. Necim suresinin 17. âyeti ile:



— «Onun gözü başka yana kaymadı.»
Vasfı ile anlatılan Resulüllah o muradı emzirir. O da, aynı anda beş on yıl birden büyür. îlâhî emir gereğince, kalbin anahtarları murad efen­diye teslim edilir. Kalbin içinde, zerre kadar masiva rüzgârının sığacağı iğne ucu kadar delik bırakmaz. Hemen her yönden kalbi gözetip koruma­sına alır. Kapılarını, pencerelerini kapatır; anahtarlarını da beline sokar. Ortasında bulunan cevherden kürsü ürerinde Allah kelâmını okurken, cemal tahtının sultanı Resulüllah efendimize Yüce Mukaddes Hak şöyle buyurur :
— Kalbde bulunan murad efendiye haber ver; bu kulumun kalbine ilâhî tecelli zuhur edecek..
Bu emir geldiği anda, Resulüllah efendimiz, durumu Murad efendiye haber verir. Bunun üzerine, kalbin kapıları ve pencereleri açılır. Çeşitli güzelliklerle ve süslerle kalbi hazırlar; emre amade hale getirir. Bekleme durumuna geçtiği anda, ilâhî tecelli zuhur eder; dille anlatılamayacak kadar gürel haller meydana gelir. Zira :



—  Hal, sözle anlatılamaz; bir kimse tatmamış ise, bilemez.
Manası, bu yolda açıktır; o tecellinin zuhur tadı anlatılamaz.
Ancak, anlatılan çocuk, ziyafet makamından sonra ihsan olunur; bu arada Yüce Allah'ın ihsan edeceği başarı da unutulmamalıdır. Ama :
— Ben unutuyorum..
Derse, işte bu olmadı. Bu unutmamak da, şu üç şeyle olur : İstika­met, sebat, ihlâs..
Anlatılan üç şey dahi, sadece abdest, namaz, teşbihle değil; ancak mücahede ile olur. Mücahede ise, sabırlı olmak, üşenmemek, usanmamak, aceleci olmamak ile olur. Bu hali, kırk yılda bulan için :
—  Nekadar da çabuk buldu..
Denir parmakla gösterilir.
Diyelim ki; sabahtan akşama kadar beş bin celâl ismi (Allah) oku­dun. Akşam olunca da, eline iki paralık mum alıp komşuya gittin ve ora­da birinin gıybetini ettin. Şimdi okuduğun celâl isminden sana ne gibi bir fayda gelir? Senin okuduğun ne farz, ne vacip, ne sünnet, ne de müstahaptir; ancak bir faziletli iştir. Ama akşam ettiğin gıybet haramdır:
Dışta kıyafet değiştirip denetleme yapanlar olduğu gibi, içte dahi vardır. İçteki denetleyiciler, Allah'ın melekleridir. Onlar senin sattığını hakikat terazisine vururlar. Eksik şey buldukları zaman, iç iplikhanesine atarlar. Bundan senin haberin bile olmaz. Kalıbın gezer, ama ruhun hapisanededir.
Birini anlatalım :
Evde karısı ile kavga etmiştir; canı sikilir. Bunun üzerine kalkar, biri ile dertleşmeye gider. Bakar ki, o da komşusu ile kavgalıdır; çocuğu da hastalanmış. Eğer anlayışı varsa, anlar ki : O da eksikli biridir; onu da ruhunu iplikhaneye atmışlar..
Bu durumları görüp duran kimsenin dirhemi ve terazisi doğru ise., kendisine bir zarar gelmez.
Bu arada, şu manaya dikkati çekmek isteriz :



— Dıştan gözlerini aç ki, mana gözünü de Allah açsın..
Dünyada geçici şeyleri taşıyan, âhirette dahi geçici olur. Dünyada kalıcı şeyleri taşıyan, âhirette kalıcı olur.

***

CEMAL — CELÂL
Cemal tahtının sultanı, oh sekiz bin âlemin şereflisi resuller pey­gamberler sultanı Hazret-i Peygamber efendımizdir; Allan ona salât ve selâm eylesin. Onun şanında Enbiya suresinin 107. âyetinde :



—  «Ancak, seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.»
Buyurulmuştur. Cenab-ı Hakkın kullarını; Allan'ın rızası aydınlığı altına, Kur'an yolunda gidip amel eden ashap, tabun, teba-i tabiin, müçtehid imamlar, kâmil meşayih, piran-ı izam vasıtası ile davet eder. Hida­yete talib olanlara Allah'ın emri ile cemal giysisi giydirip o tarafa çek­mektedir.
Bu arada, şu da bilinmelidir ki; celâl sıfatının tahtında mudıll (sap­tırıcı) isminin tam zuhur yeri olan lanete müstahak îblis şeytan vardır. Onun hakkında, Yasin suresinin 60. âyetinde şöyle buyurulmuştur :



—  «O, sizin apaçık düşmanınızdır.»
Âdemoğullarını; nefis, kötü arzu, şehevî şeyleri sevmek yolları, kendi özel yardımcılarının vasıtası ile türlü türlü vesvese ve azdırmalarla kan­dırır, aldatır, dünya ile uğraştırır, Hak yoldan saptırır. Bunun için de çok çalışıp gayret eder.
Bir kimse, Kur'an, hadis ile cemal tahtına çağıran Alemin Şereflisi Resulüllah askerlerinin vasiyet ve nasihatlerine kulak vermez; îblis Şey­tan, putperestlik yardımcılarının vesvese ve azdırmacası ile meydana ge­len kötü düşünce, nefsin hilesi tarafına eğilir, kendi bildiğinden şaş­maz ise.. Allah korusun, böyle bir kimsenin, son nefesini imansız verme­sinden korkulur.
Anlatılan korkudan yana güven içinde olması için; anlatılan kötü halinden dönmesi, dışarıdan gelen iyi nasihatleri kabullenmesi, içinden gelen kötü duygular için :
— Onlar şeytandan, nefisten gelir; hiç birini dinlemem..
Diyerek, Yüce Hakka sığınması şarttır.
îlk iş olarak, o kötü düşünceleri geri çevirmelisin. Onlardan ayrıl; Hak yolundan gelen nasihatlara göre hacca, gazaya çık.
İçinden, iyilik yoluna çeken arzu gelir ise, onların durumunu, bulun­duğun yerdeki haklarında iyi düşündüğün zatlarla görüş; ona göre dav­ran.
İşlerini, sözlerini, huylarını, itikadını, her hareket ve duruşunu Kur', an emrine göre ayarla; olmazsa kendisini Kur'an emrine vermiş birine uy. Bundan sonra da gerçeğe ermek için çalışıp gayret edersen ilâhi ih­sana, rabbani başarıya mazhar olursun.
Bundan sonra da, şeriat emrini yerine getirmekte sebatlı, doğru olmak için, hemen her nefeste :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırım..
Demek lâzımdır. Zira, hiç bir şekilde, Yüce Allah'ın mekrinden emin olmak yoktur; isterse kutuplar kutbu olsun.. Araf suresinin 99. âyetinde buyurulan :                                                       .



—  «Allah'ın mekrinden ancak, varını yitirenler emin olabilirler.»
Emir bu manada kesindir.

***

Bir kere günah işleyip tevbe istiğfar edersen, affolunursun. İkinci kere yine tevbe istiğfar edersen, yine affolunursun. Üçüncüsüne gelince, Cenab-ı Hak İblis Şeytan'a şöyle buyurur :
—  Falan kimse, ilâhî emrime uymayı, yasaklarımı bırakmayı, Habibimin sünnetine ve gidişatına tabi olmayı bırakması sebebi ile kendisini cemal sıfatımdan perdeledi.
Bu, ilâhî ismim altından çıkıp sana uyan, üstün nimetim olan tasdik cevherinin şükrünü de bıraktı. Başkasını sevdi. Bu yüzden de, celâlime mazhar oldu. Bunun için seni memur ettim; o kimsenin itikadını bozacaksın.
Bu ilâhî ferman zuhur ettiği anda, lânetli İblis Şeytan olduğu yerden ilâhî fermanla o kimseye şöyle bir bakar.



Allahım, bizi, onun şerrinden koru..
Bakar bakmaz da, o kimsenin itikadını alt üst eder.

ŞEYTANIN DÜŞMANLIĞI
İblis şeytanla; hele böyle bir emir aldıktan sonra kim başa çıkabilir. Zira, insanın, damarlarının içini ve dışını bilir; damarlarda gezer.
Âdem aleyhisselâmın çamuru, suyu, toprağı nereden alındı ise, oraları ve onun içine katılan şeyleri bilir. Onun ne ile bozulacağını, ne ile düzeleceğini bilir.
İblis Şeytan'ın Âdem aleyhisselâm ve onun çocuklarına düşmanlığı o zamandan beri devam eder. Onun tam bir düşman olduğu âyet-i kerime ile sabittir.
Lânetli lblis, bir kimsenin itikadını Allah'ın emri ile bozar bozmaz, . o kimse şöyle demeye başlar ;
—  Kur'an'a Allah kelâmı, diyorlar.. Acaba, bu dedikleri doğru mu­dur?.
Demeye başlar, Allah bizi böyle şeylerden korusun.. Bu şekilde, kal­ben önce Kur'an, üzerinde şüpheye düşer. Bundan sonra Allah'ı, ondan sonra da Allah'ın Resulünü inkâr yoluna gider. Ama, bunu kalbinden dışarı çıkaramaz. Kendisini doğrulamak için, İblis Şeytan, dışarıdan in­san suretindeki şeytanlardan iki kişi gönderir. Onlar gelirler, o kimsenin içinde beslediği gizli inancı, inkârını dışarı çıkarırlar. Derler ki :
— Bunların, hiç birinin aslı yoktur; doğrusu da budur. .,
Bunun üzerine, onların dedıklerini doğrular ve şöyle der : — Ben de sizin gibi düşünüyorum; ama sizin gibi dost bulamadım ki, bu sırrı açıklayayım. Sizin sözünüz, gönlümde olanı doğruladı.
Böyle dıyerek, Allah korusun bütün bütün küfür yollu itikadına içeri­den dışarıya, dışarıdan da içeriye tam bir sağlamlık kazandırır. Artık ne din kalır, ne de iman.. Onun bir daha da yola gelme ihtimalı çok zayıftır.
Gerçekte, batini hastalıklardan dolayı meydana gelen ölüm de batınîdir. Bu durum, Bersisa ve Ibn-i Baura'da böyle oldu.
    
**
    
BATINI HASTALIKLAR
Batınî hastalıkların sebebine esas, gönül yıkmaktır.
G Ö N Ü L
Gönül kalbin İçindedir. Şerefi, kalbden daha fazladır. Onu yıkanın işini, bütün bütün bitirir.
KALB KIRMAK
Bundan başka bir de :
— Kalb kırmak..
Tabiri vardır. Bunu da şöyle açıklayabiliriz :
Hemen herkesin kalbinden bir başkasının kalbine geçen bir ip vardır. Bu ip, uzar ve kısalır; birbirine bâğlıdır. Bu iplerle bağlı olmayan hiç bir kalb yoktur. Ne var ki, o ipler, bu gözle görülmez. Her kim, o ipi çe­kip koparır ise., ipini kopardığı adamın kalbini kırmış olur. İp koptuğu anda da., ipi kopan gelir, koparanın ayağına dolanır; yüzüstü düşürür. İpi koparan adamın başına çok şeyler gelir. Meselâ : Evi yanar, malı tü­kenir, başı yarılır, atı, ciğerparesi çocuğu gider.
Kalb kırmak, insanın dışını kötüleştirir, helak eder; ama batın tara­fını helak etmez. Gönül kalbin içinde olduğundan, gönül yıkmak, insanın hem dış yanını, hem de iç yanını helak eder. Bunun içini gönül yıkmaktan çok sakınmak gerek.
    
    
**

SIKINTILAR
Yüce Mukaddes Allah, bizi on sekiz bin âlemin şereflisi iki cihanın güneşi Resulüllah efendimize ümmet eyledi; bunun şükründen aciz du­rumdayız.
Bizden önce, nice ümmetler gelip gittı. Hazret-i Âdem'den bu ana kadar bir bir onları düşün; tarihlerini incele : Onlardan hiç kimse rahat yünü görmemiştir. Hemen her şeyi olduğu halde, hiç bir şeye ihtiyacı ol­mayan kimse yoktur. Bir endişesi, gamı, ruhani bir sıkıntısı mutlaka vardır. Bu yüzden de, dıştaki devlet ve saltanattan hiç bir lezzet alamaz. Bunun böyle olmasından başka, kalben dahi, kesinlikle bir huzur bula­maz; ruhani sıkıntı, onu kuşatmış olur.
Sözün özü şudur ki : Bu âlemde, ruhanî sıkıntıdan ötürü, hoşnut­luk bulacak kimse yok gibidir. Hemen herkes, hoşluk, rahatlık, ruhanî açıklık tarafını ister; ama bulamaz. Bu huzuru bulamayışın sebebi ise, büyük sözü dinlememektir. Bunun için şöyle bir misal verebiliriz :
—  Zenginlerden biri vardır. Kırk elli seneden beri yatak esiri olup yatmıştır. Derdine de, hiç bir çare bulamamıştır.
Günün birinde, bu hasta adama, büyüklerden bir kimse gelir; der ki:
— Ben, senin derdine bir çare bulurum. Bu, hem kolay, hem de ucuz­dur. İki paralık ebekömeci otundan al; kaynatıl suyunu iç. Bunu yaptık­tan sonra, bu hastalıktan kurtulursun. Ömrünün sonuna kadar da, sağlı­ğın bozulmaz. Can devletinin başına geçer, sürür içinde cariyelerinle zevk ü safa edersin.
O büyük adam böyle dedikten sonra, o hasta olan adam inat edip iki paralık ebekömeci otunu almasa, kaynatıp da suyunu içmese; böyle bir hastaya artık sen şöyle dersin :
—  Her halde bu hastalık hoşuna gidiyor. Kıyametin son gününe kadar, kaldırılmayan bu döşeğinde yat.
    
***

ÖLÜM
—  ölüm..
Denilen bir şey vardır ve gerçektir. O ölüm anında, huzur isterler. Kalb huzuru ile, bir kere :
—  Allah..
Demek isterler. O vakit, halimiz, nasıl olacak?. Huzuru bulacağımıza dair elimizde bir senedimiz de yok. Bunun için, şimdiden onun çaresine bakman gerekir. Her nefeste :
—  Aman ya Rabbi, sana sığınırını..
Diyerek, huzurlu, istikamet sahibi olarak sabat ve ihlâs yolunu tut­malıdır.
Bütün bu anlatılanları yapıp da işlerini Cenab-ı Hakka ısmarlarsan, sana yardım eder. Huzur verir ve bu huzurla son nefeste :
—  Allah..
Demeyi sana ihsan eyler. Sen de, hoşlukla ruhunu teslim edersin. Allah cümlemize böyle bir ölümü nasib eylesin.
    
***

ASLA DÖNÜŞ
İnsan, aslına ulaşmadıkça, ruhaniyet gamdan ve elemden kurtulup tam huzur bulamaz.
Hemen hepimiz şehzade idik. öyle bir yüksek sarayda bulunuyorduk ki : Onun bir benzeri dünya âleminde yoktur.
Böyle yüksek bir sarayda doğan şanslı şehzadenin gönül aynası asla kederle tozlanmamıştır. Değerli tutulmuş, ikram görmüştür. Çeşitli ni­metlerle, rahatlıkla büyütülüp yetiştirilmiştir. En güzel yataklarda ya­tırılmış, zevk ü safa ile uyutulmuştur.
İşte, hali anlatılan şehzade bu halde iken, bir kimse gelip onu kapmış; bir yabanâ götürmüş. Bu götürüldüğü yer, taşlık ve kıraç bir yerdir; bir harabedır. O kimse, şehzadeyi böyle bir yere bırakıp gider.
Şehzade uyandığı zaman bakar ki : Ne saray var ne de ev.. Ne ana var, ne de baba.. Ne cariyeler var ne de uşaklar.. Bu hal, ona elem verir; gurbetlik kendisine tesir eder. Hemen feryada ve figana başlar. O bu halde iken, gelip kendisine sorarlar :
—  Sen neden ağlıyorsun?. Halini şöyle dıle getirir :
—  Ben, bir saraydan, babadan ve anadan, devletten ayrıldım. Onlar öyle idı ki : Tarif edılmesi imkânsız..
Onun böyle demesi üzerine, kendisine şöyle derler :
—  Ah, kardeş, biz de senin gibi idik; kendimizi burada bulduk. Sorar :
—  Peki, bundan kurtulmanın çaresi nedir?. Şöyle derler :
—  Bunun çaresi ancak sabırlı, haline razı olmaktır.
Böyle konuştukları sırada, hiç bilmediği iki kişi gelir. Onun biri başucunda, diğeri de ayak ucundadır. Oturmuşlar, şöyle diyorlar :
—  Ah, evlâdım, sana böyle n'oldu?. Onlara sorar :
—  Siz kimsiniz?. Şöyle derler :
— Ah, evlâdım, ben ananım, bu sakallı da babandır. Buna şaşırır. Başka çaresi de yoktur; görünüşte birine :
—  Ana..
Der;, diğerine de.:
—  Baba..
Büyüdüğü zaman, kendisini ya demirci çıraklığına verirler, yahut kömürcü..
O, bu sanatını yaparken, dalma gamlı ve kederlidır. Ruhu, daima asil vatanını anar. Eski zevkini düşünür ve yanar.
Bu hal içinde iken, yanına yaşlı bir zat gelip selâm verir; halinden sual eder. Bu da halini, şanını anlatır. Onu dinleyen yaşlı ve olgun zat, haline acır şöyle der :
—  Ey oğul, eğer sen beni izlersen, seni asıl vatanına ulaştırırım. Çünkü, o yolları lâyıki ile bilirim. Cenab-ı Hak beni ras getirdi, inşallah muradın hâsıl olur. Daima ben seninle beraberim. Bir an dahi, senden ayrıl­mam. Ama sen beni her zaman böyle açıktan göremezsin. Benim arka­daşını bir zat vardır; seni ona teslim ediyorum. Ben gözükmem, seni ona teslim edeceğim. Ondan sana söz eden benim. Onun emrinden ayrılmaya­caksın.
Onun böyle demesi üzerine, o şehzade candan gönülden razı olur; kendisini ona teslim eder.
Böylece bir mürşide kavuşur Söz kesilir, el ele tutuşulur; bir başka salik olunur.
O kâmil, yaşlı zattan murad, Yüce Allah'ın eylediği başarıdır. Kalbe de ihsan olunana gelince adı şudur : Murad..
Bundan sonra, o mürşidin emrinden dışarı çıkmaz; aldığı emre göre hareket eder.
Günün birinde, asıl geldiği sarayın hizmetçileri o şehzadeyi görüp ta­nırlar. Hakikî babası olan on sekiz bin âlemin şerefli sultanı Resulüllah efendimize haber verirler. O da, tam bir mutlulukla karşılar, buluşurlar. Şöyle sorar :
—  Ah, evladını, sen.nerelerde kaldın?.
Bundan sonra bağrına basar. O da, sevinir, teşekkürler eder ve şöyle söyler :
—  Ah efendim, nasıl olduğumu ben de bilmiyorum. Kendimi bir ya­banda buldum. Başıma da çok şeyler geldi. Allah'a hamd olsun; şimdı efendimi buldum.
Bundan sonra, Resulüllah'a sarılır.
Bundan sonra, Resulüllan şöyle buyurur :
—  Eğer biraz gayret etmiş olsaydın, Allanın ihsanı bir anda sana yolları açardı; gelmekte geç kalmazdın. Yine kusur sendedır.



—  Geçmiş anılmaya değmez.
Sözü yerindedir. Her ne ise, zevke bakalım; murad hâsıl oldu. Böyle dedikten sonra, bir derece daha mahabbet hâsıl olur. Bir şey dana hâsıl olur ki : O, asla tarif edilemez.
Allah cümlemize ihsan eylesin, âmin. Resullerin efendisi hürmetine..

***

ZENGİN — FAKÎR
Dışta bu âlemin durumu nasılsa, manevî durumda dahi yine böyle­dir.
Diyelim ki.:
—  Allan, bir kuluna devlet verdi; bin kese de para verdi. Diğer ku­luna da bir para vermez. Bu durumda, Allan acaba hangi kulundan razı­dır?. Acaba hiç bir kimse, bunların birini seçip diyebilir mi ki :
—  Allah falan kulundan razıdır.
Böyle bir şey diyemez; zira böyle bir şey, Allanın bilgisine kalmış bir şeydir. Eğer o zengin şükrünü eda etmiş ise :



—  «Her hak sahibinin hakkını öde.»
Emrine tutunduğundan, kendisine :
—Şükreden zenginlerden..
Denir. Eğer şükrünü eda edememiş ise., o da, kendisi ile yaratıcısı arasında bir durumdur; buna da kimse bir şey diyemez.
Fakir olan kimseye gelince, şöyle der :
—  Benim hakkımda hayır olan fakirliktir. Eğer benim elime on kese para geçmiş olsaydı, Firavun gibi tanrılık iddiasına kalkarmışım .
Böyle dedikten sonra, fakirlik halinden razı ise ona şu isim verilir :
—  Sabreden fakirlerden..
Diğer durumları da buna kıyas edebilirsin.
Dışta misal olarak verilen bu durumu, bir de manevî duruma getir. Diyelim ki :
— Cenab-ı Hak, bir kuluna devlet vermiştir. Manevî devlet esas ma­nada on sekiz bin âlemin sultanı Resulüllah'ındır; Allan ona salât ve se­lâm eylesin.
Böyle bir devletin benzerini bir kuluna verse, diğerine de vermese; acaba, Cenab-ı Hak, bunların hangisinden razıdır, hangisinden razı değildir? Bu da bilinmez. Tıpkı, dıştaki zenginle fakir arasında Allah rızasının kimde olduğu bilinmediği gibi..
Manevî zenginle, manevî fakir; Resulüllah efendimizin ruhaniyetine ulaşanla ulaşmayandır. Hal böyle iken, Yüce Allah'ın hangisinden razı olduğu bilinmez. Zira, razı olduğuna da; olmadığına da dıştan devlet ih­san eylediği gibi; manevî yönden dahi razı olduğuna ve olmadığına dev­let veriyor. Bu da bir hikmetin gereğidir. Sevmese de, razı olmasa da göz göre göre veriyor.
Burada çok dikkatli olmak gerekir; çünkü, ayakların kıydığı yer burasıdır. Bunun içindir ki; ehlüllah Resulüllah'ın gidişatını izleyip son nefesin imanla kapanması için, her nefeste :
— Aman ya Rabbi, sana sığınırız..
Diye yalvarırlar.
Bir kimse, bu manayı esastan anlayıp zevkine varır ise., kendi özünü de buna uygun hale getirir ise., bir anda on yıllık feyiz alır.
Bu manayı zevk olarak anlar ise., hiç bir ilişik dolaşık durum kalmaz. Böyle bir büyük meseleyi zevk ve hal olarak anlamak, ehli yanında paha biçilmez bir şeydir.
Cenab-ı Hak, esas meseleyi anlamayı, gereği ile amel etmeyi, cümle­mize ihsan buyursun.. Âmin!.

Günün Sözü

"“... Rabbiniz Allah’tır. Ondan başka ilah yoktur, ancak o vardır; o, her şeyin yaratıcısıdır. Onun için ona kulluk edin, o her şeye vekîl (yegâne güvenilip tevekkül edilecek)dir.” (Sûre-i En‘âm, 102)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.