Doğruyu bulup kurtulmanın çaresi
Birçok kültür dalında bilgisi olan aydın kimseye entellektüel denir. Bir yabancı yazar ise, entellektüeli, ihtisas alanına girmeyen her konuda konuşan ve sözlerinde hiç mesuliyet hissi duymayan sorumsuz kişi olarak tarif ediyor. Böyle kimselere, entellektüel bozuntusu veya ukala da diyorlar. Kimi de yarım aydın, çeyrek aydın diyor. Herkes, bildiği işte, ihtisas alanına giren konuda fikir yürütür. Bu normaldir. Ama dini konu olunca, bilsin bilmesin herkes, ulu orta konuşur, müctehid kesilir. Dini bir şahsın fikri gibi tenkide tâbi tutuyorlar. Mesela şöyle diyorlar: (Tek kaynak
Kur’andır, herkes Kur’andan anladığı ile amel
etmeli) (Namaz Türkçe
kılınmalı) (Tesettür
teferruattır, ilim öğrenmek için, saçları açmalı) (Ehli kitapla
iman birliğimiz var, onlara yaklaşmalıyız) (Horozdan,
balıktan kurban olur) Herkes ancak ihtisas alanında konuşmalı, her işe burnunu sokmamalı.
Maalesef bu fikirleri söyleyenler arasında ilahiyatçı olanlar da vardır.
Onlar da, (Biz Kur’ana göre konuşuyoruz) diyorlar. Her grup, (Bizim
yolumuz doğru) diyor. Kur’an-ı kerimde de, (Her
fırka, her grup doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruluyor.
Hadis-i şerifte de, bu ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, sadece içlerinden
bir fırkanın doğru olduğu bildiriliyor. Bunların arasında kurtuluş fırkasının
alameti de bildirilmiş, (Bu fırkada
olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurulmuştur.
Peygamber efendimizin, kendini söyledikten sonra, Eshabını
da, söylemesi gerekmezken, bunları söylemesi; (Benim yolum, Eshabımın yoludur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği
yoldur) demektir. Akla uyarsak doğruyu bulmak çok güç olur. Her fırkadaki insan,
“Bu fırka doğru yolda” diyor. Bu işte selim olmayan akıl ölçü olmaz.
Ölçü olsaydı, 72 sapık fırka meydana çıkmazdı. Her fırkaya girenler
de, aklına göre bu fırkaları tercih etmiştir. Akla uyulursa, insan sayısı
kadar fırka meydana çıkar. O halde ne yapmalı? Cenab-ı Hak, anlaşamadığımız
bir işte, âlim olanların, Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uymasını
emrediyor. Âlim olmayanların ise, âlimlere uymasını emrediyor, (Bilmiyorsanız, âlimlere sorun) buyuruyor. Âlim geçinenler de, Kur’an-ı
kerime yanlış mana vererek, insanları çeşitli fırkalara ayırıyorlar.
Soracak âlim yoksa veya bir kimsenin gerçek âlim olup olmadığını bilmiyorsak
ne yapacağız? Dinimiz, bunun da yolunu bildirmiştir. Allahü teâlâ, İslamiyet’i
doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz vermiştir.
Rabbimiz sözünden dönmez. Bunun için (Ya Rabbi! Sana inanıyor, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam
bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni,
din düşmanlarına aldanmaktan koru) diye dua etmeli, istihare yapmalıdır.
Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Dua ederken, duanın şartlarını
da gözetmeli. Şartlarına uygun dua edilince, dua kabul olur. Dua kabul
olunca da, doğru olan, hak olan bulunmuş olur. Bütün kerametler bize verilse, fakat itikadımız düzgün değilse,
hâlimiz haraptır. Eğer bütün dertler bize verilse, itikadımız doğru
ise, üzülmek gerekmez. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Felaketten
kurtulmanın tek çaresi, kurtulanlarla beraber olmaktır. Kıtmir,
köpek iken, Eshab-ı kehf [kurtulanlar] ile
beraber olduğu için Cennete girdi. O halde kim olduğumuz değil, kimlerle
bulunduğumuz önemlidir. İhtiyatı elden
bırakmamalı
Hz.
Ali, dirilmeye inanmayan bir ateiste, “Biz
inanıyoruz. Diyelim ki senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı,
inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Ya bizim inancımız
doğru ise, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın” diyor. Ateist ölünce,
kendi inancına göre, yok olacak. İslamiyet’e göre ise, kâfir Cehennemde
sonsuz azap görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır.
Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini seçer. Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal
bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret hayatı, bir ihtimal
değil, apaçık bir gerçektir. O halde aklı, ilmi olanın, Allah’a ve ahirete
inanması gerekir. İnanmamak, ahmaklık, cahillik olur. İbadetlerde de
ihtiyata riayet etmemek ahmaklık olur. Birkaç örnek verelim: 1- Biz, sahih
delillerle diyoruz ki, Hanefi mezhebinde ağzın içini gusülde yıkamak
farzdır. İğne ucu kadar kuru yer kalsa gusül sahih olmaz. Bunun için
diş dolgusu olanların, gusülde ağzın içini yıkamak farz değil diyen
Maliki veya Şafii mezhebine uymaları gerekir. Bizim naklettiğimiz yanlış
bile olsa, bunun hiçbir zararı olmaz, üstelik, hak olan başka bir mezhebin
şartlarına da uyduğumuz için sevap kazanırız. Zaten her Müslüman, kendi
mezhebinin şartlarına uyar, diğer mezhebin şartlarını da gözetmeye çalışırsa,
müstehab olur. Eğer Hanefi mezhebinden naklettiğimiz
husus doğru ise, inanmayanlar bir ömür boyu cünüp gezer, namazı da sahih
olmaz. 2- Biz, fıkıh
kitaplarından nakil yaparak diyoruz ki: Zekat, ya ticareti yapılan maldan
veya değeri altın olarak verilir. Başka mal veya kağıt para verilmez.
Nakledilen bu hüküm, kesinlikle doğrudur. Böyle bir hüküm olmasa bile,
zekatı bizim bildirdiğimiz gibi vermekte hiç mahzur yoktur. Doğru ise,
zekatını başka mal veya kağıt para olarak verenlerin zekatları sahih
olmaz. 3- Biz ilmî [bilimsel] olarak
diyoruz ki, Türkiye gazetesinin esas aldığı,150 yıldan beri ecdad
tarafından uygulanan namaz vakitleri doğrudur, 1982’den beri uygulanan
vakitler temkinsizdir. Bizim hesabımız, yanlış olsa bile, namazı vakti
girdikten 5-10 dakika sonra kılmakta ve oruçta da imsakten 10-20 dakika
önceden yiyip içmeyi kesmekte mahzur yoktur. Ecdadın hesabı doğru ise,
namazı vakti girmeden kılanlarınki sahih olmaz. 4- İlahileri
müzik eşliğinde söylemek caiz değildir diyoruz. Caiz olsa bile, ilahileri
müziksiz dinlemenin bir zararı olmaz. Ya müzikle ilahi okumak caiz değilse,
küfre girmek gibi büyük tehlike nasıl göze alınır ki? Bunun gibi, İslam
düşüncesi, islam felsefesi demek küfürdür.
Caiz olsa da, kullanmamanın mahzuru olmaz 5- Bilimsel
olarak diyoruz ki, hoparlörle namaz kılmak sahih olmaz. Sahih olsa bile,
hoparlörsüz namaz kılmakta mahzur yoktur. Ya gerçekten sahih değilse,
kılınan namazlar boşa gider. Çok önemli
tembih
Erkek olsun, kadın olsun, her Müslümanın, her sözünde, her
işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine
yani haramlara uyması lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan
sakınmaya önem vermeyenin imanı gider. İmansız kimse, kabirde azap çeker.
Ahirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Af edilmesine, Cehennemden
çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her sözde,
her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün
sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere, (Ya Rabbi,
bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş
yaptım ise, pişman oldum. Beni affet) diyerek tevbe etse, Allahü
teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde
sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden
daha önemli bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken,
bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları
kaza etmek lazımdır. (Seadet-i Ebediyye) Kibirli hakkı kabul etmez
Asıl düşman içerdedir, bu da nefsimizdir. En büyük düşman,
insanın nefsidir. Nefsinin arzularına tâbi olanın, Allahü teâlâya kul
olması zordur. Nefis daima kötü şeyleri ister. Haram işlemek nefse esir
olmayı gösterir. Nefis, bütün iyiliklerden süzülmüş, sadece bütün kötülüklerin
bulunduğu en ahmak yaratıktır. Nefis bir kötülük deposudur. Kendini
iyi zanneder, halbuki süper cahildir. Her istediği aleyhinedir. Gıdası
haramlardır. Asıl arzusu ilah olmaktır. Tatmin olmaz kötülük yaptırmakla,
rahat bulur kendine taptırmakla. Büyük küçük herkeste nefis vardır. Hiç kimse emir almak istemez.
Küçük diye, çocuk diye geçmemeli, onun gururu ile oynamamalı. Ankara’ya
yeğenimi ziyarete gitmiştim. Yeğenimin 2-3 yaşlarında kızının ayakları
çıplaktı. Bir ayağı betonda bir ayağı halının üzerindeydi. Ona, betona
basma, öteki ayağını da halının üstüne koy dedim. Sen bana ne karışıyorsun,
ben kârımı zararımı bilmez miyim, der gibi, bana ters ters
baktı. Sonra hışımla, inatla halıdaki ayağını kaldırıp betondaki öteki
ayağının yanına sertçe koydu. Çocuk olduğu için tepkisini gizleyemedi.
Büyükler de aynen o tepkiyi gösteriyorlar, fakat ayıplanacağız diye
tepkilerini belli etmemeye çalışıyorlar. Bir arkadaş anlattı: Kime sabah
namazına gel dediysem herkes bir mazeret buldu, inşallah geliriz diyen
kimse çıkmadı. Kimisi, (Sen yatsıya gelmiyorsun biz de sabaha, sen önce
kendine bak. Hem biz evde çoluk çocukla cemaat yapıyoruz) dedi. Halbuki haklı bile olsalar, geçerli bir mazeretleri bulunsa
bile, tepki göstermemeleri gerekirdi. Doğru söz kimden gelirse gelsin
inat etmeden kabul etmek gerekirdi. Mazeretinden dolayı gelemiyorsa,
(İnşallah) da denemez miydi? Nefis, kibir hepimizde mevcuttur. Bunu
azaltmaya çalışmak lazımdır. Dinin her emrine uymak ve yasak ettiği
her şeyden kaçmakta mutlaka nefsi kırma payı vardır. Buna riyazet ve
mücahede denir. Riyazet, nefsin arzularını
[haram ve mekruhları] yapmamaktır. Mücahede, nefsin istemediği şeyleri [ibadetleri] yapmak demektir.
Kibir, şirkin kardeşidir. Kibir taşıyan kafada, akıl bulunmaz.
Nefsi aradan çekmeli, kendimizi beğenmemeliyiz, kendimizden iğrenmeliyiz,
kendinden tiksinmeyen kurtulamaz. Bir kimseye emri maruf yapınca, Allah’tan kork şunu yap, şunu
yapma denince, eğer kabul etmezse o kişi nefsine mağlup olmuş demektir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah’tan
kork diyene, sen önce kendine bak diyeni Allahü teâlâ sevmez.) [Beyheki]
Hakkı, doğruyu kim söylerse söylesin kabul etmek gerekir. Doğru
olan bir şeyi kabul etmemeye inat denir. İnat, karşımızdakini aşağı
görmek, ondan nefret etmek, ona düşmanlık beslemek, haset etmek gibi
sebeplerden ileri gelir. Hakkı, düşmanımız da söylese kabul etmeliyiz.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allah’ın
en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir.) [Buhari] (Kişi, inadından
vazgeçene kadar Allah ona gazap eder.) [İ. Ebiddünya] (Küçük, büyük,
iyi kötü veya hoşlanmadığın biri, hakkı söylerse, kabul et.) [Deylemi] (Din kardeşine
itiraz etme!) [Tirmizi] Fudayl bin İyad hazretleri “Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa
da hakkı tereddütsüz kabul etmektir. Kabul edemeyen kibirlidir” buyuruyor.
Abdülkadir Geylani
hazretleri de, (Kardeşinin yaptığı öğüdü kabul et. Ona itiraz etme)
buyurdu.
|
Anasayfaya dön | Konulara dön |
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri |