İman azalıp çoğalmaz
İman nedir, azalıp
çoğalır mı? CEVAP Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki: İman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği
bilgilere kalbin inanması ve inandığını dil ile söylemesi demektir.
Bu bilgilerin herbirini araştırmak ve anlamak lazım değildir. Mutezile fırkası, herbirini anlayıp inanmak
lazımdır dedi. Ayni, Buhari şerhinde diyor ki, en derin âlimler, mesela
Ebül-Hasen Eşari, kadi
Abdülcebbar Hemedani Mutezili, üstad Ebül-İshak İbrahim İsferaini ve
Hüseyn bin Fadl ve daha birçokları,
(İman, açıkça bildirilmiş olan
şeylere yalnız kalb ile inanmaktır. Dil ile söylemek ve ibadetleri yapmak
iman değildir) dediler. Sadeddin-i Teftazani de (Şerh-i akaid) kitabında
böyle söylüyor ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-islam Ali Pezdevi
gibi âlimlerin dil ile ikrar etmenin de lazım olduğunu söylediklerini
bildiriyor. Kalbteki imanı dil ile söylemek, müslümanların, birbirlerini
tanımaları için lazımdır. Söylemeyen de mümindir. Ameller, ibadetler,
imandan parça değildir. Âlimlerin çoğu, mesela imam-ı a’zam Ebu Hanife
hazretleri böyle buyurdular. İmam-ı Şafi’i
ve bazı âlimlerin iman; inanmak, söylemek ve ibadetleri yapmak demeleri
olgun olan imanı bildiriyor. Müminim diyen kimsenin imanlı olduğu sözbirliği
ile bildirilmiştir. Rükneddin Ebu Bekir Muhammed Kirmani Buhari şerhinde
diyor ki, ibadetler imandan sayılınca, iman azalır ve çoğalır. Fakat,
kalbteki iman azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış iman olmaz,
şüphe [zan] olur. İmam-ı Nevevi inanılacak şeyleri inceleyerek, sebeplerini
anlamakla iman artar. Ebu Bekri Sıddıkın imanı ile, herhangi bir kimsenin
imanı bir değildir dedi. Bu söz, imanın kuvvetli ve zayıf olmasını göstermektedir.
İmanın kendisi azalır ve çoğalır demek değildir. Hasta insanla, sağlam
insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığı
birdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yoktur. İmanın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri,
imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri
şöyle açıklamaktadır: Eshab-ı kiram imana gelince, her şeye topluca inanmıştı. Sonra, zaman zaman birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. İmanları böylece, zamanla çoğaldı. Bu hal,
yalnız Eshab-ı kiram içindir. Sonra gelen müslümanlar için, imanın böyle
artması düşünülemez. Sadeddin-i Teftazani hazretleri buyuruyor ki: Kısaca bilenlerin kısaca
inanmaları, etraflı ve inceliklerini bilenlerin etraflı inanmaları lazımdır.
İkincilerin imanları, birincilerinkinden elbet çoktur. Fakat, birincilerinki
de, tam imandır. İmanları noksan değildir. (Şerh-i
akaid) İmam-ı Matüridi hazretleri buyuruyor ki: İbadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle
yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin imanı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara, olduğu gibi inanmak lazımdır. Emir ve yasaklardan herhangi
birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imanı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.
Abdülgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki: Sözün kısası, imanın
kendisi azalmaz ve çoğalmaz. İmanın kuvveti çoğalır. İbadetlerin az
veya çok olması ile imanın kemali, kıymeti değişmektedir. İmanın azalıp
çoğalacağını bildiren âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere böyle mana
verilmiştir. Vehhabilerin ibadetleri kabul edip de, tembellikle yapmayana kâfir, müşrik
demeleri, Ehl-i sünnet olmadıklarını göstermektedir. (Hadika) Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki: Mutezile [ve vehhabiler], ibadetleri imanın parçası saydı. İbadet yapmayanın
imanı yoktur dedi. İbadetler, imanı olgunlaştırır, güzelleştirir. Ağacın dalları gibidir.
İman ibadet yapmakla çoğalmaz ve günah işlemekle azalmaz. İmam-ı a’zam
Ebu Hanife ve imam-ı Malik ve imam-ı Ebu Bekir Ahmed Razi ve birçok
derin âlimler böyle söylediler. Çünkü, iman tam inanmak demektir. Bunun
azalması çoğalması olmaz. Bir kalbteki imanın çoğalması demek, bunun
tersi olan küfrün azalması demektir. Böyle şey olamaz. İman azalır çoğalır
diyen Ehl-i sünnet âlimlerinin bu sözlerinin, imanın kendisinin azalıp
çoğalması değil, kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevakıf) kitabı açıklamaktadır. Çünkü, Peygamberin imanı ümmetinin
imanı gibi değildir. İşittiklerini aklı ile, ilmi ile inceleyenin imanı,
işitmekle inananın imanı gibi değildir. [Evliyanın imanı, tasavvuftan
haberi olmayanların imanları gibi değildir.] İbrahim aleyhisselamın
kalbinin itminan, yakin hasıl etmesini istediğini
Kur’an-ı kerim bildiriyor. (Berika) İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri buyuruyor ki: Yerde ve göklerde bulunanların
imanları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtminan, yakin bakımından azalıp çoğalır. Yani, imanın kuvveti artıp
azalır. Fakat yakini, kuvveti hiç bulunmazsa,
iman olmaz. (Fıkh-ı ekber) İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İman kalbin tasdiki
ve yakini olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan
bir inanış, iman olmaz. Buna zan
denir. İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır,
nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O halde,
çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının,
parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilası,
parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki, cilalı olmayan
imanı, iman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, iman bilip, fakat az
dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan,
karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilası çok olup, cisimleri parlak gösteren
ayna, az parlak gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi
de, iki ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri,
yani sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe
bakmış, öze, içe girmemiştir. (Ebu
Bekir’in imanı, ümmetimin imanları toplamından daha ağırdır) hadis-i
şerifi, imanın cilası, parlaklığı bakımındandır. (Mektubat, m.266) İmam-ı a’zam
hazretleri buyuruyor ki: İmanın artması, devam
etmesi, çok zaman sürmesi demektir. İmanın çok olması, inanılacak şeylerin
çoğalması demektir. Mesela, Eshab-ı kiram, önce az şeylere inanırlardı.
Yeni emirler gelince, imanları çoğalırdı. [Ayrıca zamanla nesh edilen
hükümler yüzünden de imanları yani iman edilecek hususları azalırdı.
Bu şekilde imanın artması ve azalması, yani iman edilecek hususların
artıp azalması sadece eshab-ı kiram efendilerimize mahsus olup, bu da,
Peygamber efendimizin ahirete irtihaline kadardır.] İmanın artması demek, kalbte nurunun
artması demektir. Bu parlaklık, ibadet ile artar. Günah işlemekle azalır.
(Şerh-ı Mevakıf,
Cevheret-üt-tevhid) İman, iman edilmesi
gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakin
ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artar ve eksilir. Müminler, iman
ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden
farklıdır. Ehl-i kıbleden olanı
tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek] , kimseyi imandan uzaklaştırmamak,
marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden]
sakındırmak gerekir. Günahkâr Müslümana
kâfir denmez. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe
etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır.
Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz. İmam-ı a’zam hazretleri,
âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra
şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten
âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var?
Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a’zam hazretleri, (O
kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle
iman gitmez) buyurdu. Yine buyurdu ki, ameller
imandan parça değildir. İman, inanmak demektir. İnanmakta azlık çokluk
olmaz. İbadetler, iman olsaydı, iman azalıp çoğalırdı. Amel x ihlas Mutezile, Vehhabi ve
benzeri akılcı gruplara göre ibadetler imandan bir parçadır. Onlara
göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman X amel
diyorlar. Bunlardan birisi sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar.
Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehl-i sünnete göre
ise, amelsiz iman makbul, imansız amel makbul değildir. Ehl-i sünnete
göre amel X ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu
fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel
işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası
ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız
1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000 = bin sevap eder. Eshab-ı
kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon
olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadis-i
şerifte buyuruluyor ki: (Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka
verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.)
[Buhari] Eshab-ı kiramın imanları
çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar.
Eshab-ı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hz. Ebu
Bekir’in verdiği bir avuç hurmanın sevabı ile diğer sahabeden birinin
vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte
de buyuruluyor ki: (Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler
hakkında sual ettim. Rabbim bana “Senin eshabın benim yanımda gökteki
yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birisine
uyan hidayet üzerindedir” buyurdu.)
[Deylemi] İman ya vardır ya yoktur, ibadetlerin kıymeti ise imana bağlıdır İman ile ibadetlerin,
yani inanmak ile bunları yapıp yapmamanın ayrı şeyler olduğunu, imanın
artıp azalmayacağı, artıp azalanın imanın kuvveti, nuru, parlaklığı
olduğu hususunu nakli deliller ile arzettik.
Şimdi herkes tarafından kolay anlaşılması için, yukarıda doğru imanın
önemi bahsinde arzettiğimiz misali değişik bir şekilde verelim: İman ayrı, ibadetler ayrı Kağıda rakamla 1.000.000
(bir milyon) yazalım. Burada yer alan (0)ların
kıymeti (1) rakamına bağlıdır. (1) rakamını çekersek, bu sıfırların
hepsi sıfır olur, yani bir kıymet ifade etmez. İşte (iman) ve (ibadetler)
de bunun gibidir. İman (1) rakamına benzer. Diğer ibadetler, hayır hasenatlar
(0) rakamına benzer. İman varsa diğer ibadet ve iyi işlerin bir kıymeti
olur. İman yoksa bunların hiçbir kıymeti yoktur. Yukarıdaki örnekte
(1) rakamını çekince, diğerlerinin değerinin (0) olduğu gibi, imanı
çekince de ibadetlerin bir kıymeti yoktur. Demek ki iman ayrı, ibadetler
ayrıdır. Yani ibadetlerin kıymeti imana bağlıdır. İman değil, kuvveti nuru parlaklığı artar Yukarıdaki örneğe devam
edelim. Kağıda (1) rakamını yazalım. Yanına bir (0) koyunca 10 olur,
iki (0) koyunca 100 olur. Yani (0) koydukça değeri artar. (0) koyarak
arttırdığımız bu sayıdan, (0) silmeye başlarsak o sayının değeri azalır.
Bu değerin artması ve azalması (1) rakamına bağlıdır. Yani (1) varsa
bunların bir kıymeti olur. Artan azalan ise bu (1) rakamı değil, onun
değeri, kuvvetidir. İşte (imanın nurunun
artması azalması da) bunun gibidir. İman (1) rakamına benzer. Diğer
ibadetler, hayır hasenatlar (0) rakamına benzer. İmanın yanına ibadet
ve hayırlı işleri koyunca, yani bunları yapınca imanın kuvveti, nuru,
parlaklığı artar. İbadeti terk etmekle, günah işlemekle, kötü işlerle
kuvvetinin, nurunun, parlaklığının azalması da bunun gibidir. Artan
azalan imanın sayısı değil, imanın kuvveti, nuru, parlaklığıdır. İmanın
kuvvetini, nurunu, parlaklığını arttırmak veya azaltmak herkesin ilmine,
ihlasına, gayretine vs. bağlıdır. Halbuki iman böyle değildir, ya vardır
ya yoktur. İmam-ı Eşari
hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye
davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah
imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları
sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin
bütün emirleriyle mükelleftirler. Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ
Maide suresi 6. âyet-i kerimesinde,
(Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi
(dirseklerinizle beraber) yıkayın,
başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti
alın) buyurarak, mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akidesi bozuk
olan Kaderiyye'nin [ve vehhabilerin] dediği gibi günahkârlar, günahları
sebebiyle imandan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü
teâlânın hitabı da bütün müminlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu.
Yine Allahü teâlâ, Cuma suresi 9. âyet-i kerimesinde mealen (Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allah’ın
zikrine (hutbe dinlemeye) namaz kılmaya) koşunuz. Alışverişi bırakın) buyurdu. Bu hitabı yalnız itaat edenlere
tahsis buyurmadı. Bu hitap aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
(Risaletün ila ehli's-sagr) Vehhabi kitabı, (Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından
ve herkesten daha çok sevmedikçe, imanı tamam olmaz) hadis-i şerifini
yazıyor. (Muhabbet, kalbte olur. Kalbin işidir. Bunun için, bu hadis,
amellerin, ibadetlerin imandan parça olduğunu, imanın şartı olduğunu
gösteriyor) diyor. Muhabbet, kalbin işi
değil, sıfatıdır. Kalbin işi olduğunu kabul etsek bile, bedenin, organların
işi, kalbin işi değildir. Büyük günahları işleyen ceza görür. Bunları
kalbinde bulunduran, yapmaya niyet eden ceza görmez. Kalbin iyi işi,
inanmaktır. Kalbin kötü işi inanmamaktır, imansızlıktır. Bedenin kötü
işi, imansızlık değildir. Mesela, yalan söylemek haramdır. Yalan söyleyen
kötü iş yapmış olur. Fakat, kâfir olmaz. Ancak yalan söylemenin haram
olduğunu kabul etmeyen veya beğenen kâfir olur. Vehhabi [Feth-ül-mecid]
kitabının 339. sayfasında, (Allah
sevgisi olunca, Ona itaat edenleri, Onun Peygamberlerini, salih kullarını,
Allah’ın sevdiklerini de sevmek lazım olur) diyor. O halde, Evliyayı sevmek,
Allah sevgisinin alametidir. Bu sevgisini açıklayanlara dil uzatılamaz.
Vehhabi kitabının da yazdığı gibi, Allahü teâlânın sevmediklerini sevmek
yasaktır, küfürdür. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek lazımdır ve
imanın alametidir. İbadetlerin en üstünü olduğu bildirilen hubb-i
fillah ve buğd-ı fillah da bu demektir. Kâfirler, müşrikler, Allahü
teâlâyı sevmiyor. Başka şeyleri seviyor. Müslümanlar, Allahü teâlâyı
sevdikleri için, Onun sevdiği Peygamberi ve Evliyayı seviyorlar. Vehhabi
kitabı, bu iki sevgiyi birbirine karıştırıyor. Birincisinin kötü olduğunu
bildiren âyet-i kerimeleri, ikinci sevgiye de yaymaya kalkışıyor. [Aslında burada da
maksatlarını gizlemektedirler. Yani demek istiyorlar ki: “Ey müslüman olduğunu
iddia edenler! Vehhabilikten önce atalarınızın asırlarca küfür üzere
yaşayıp, müşrik olarak öldükleri gibi siz de küfür üzere yaşıyorsunuz.
Böyle devam ederseniz siz de müşrik olarak öleceksiniz. Vehhabilik gelince
islam dini tamam oldu, kemal buldu. Vehhabiliğin dışındaki itikadınız
yanlıştır. Şirk üzeresiniz. Gerçek Allah sevgisi bizde vardır. Gerçekte
Ona itaat biz ediyoruz. Onun salih kulları biziz. Bu yüzden Allah bizi
sevmektedir. Bize inanmak, bizi sevmek herkese lazım olur.”] Evet, aslında böyle
demek istiyorlar. Biz de aynı mantıkla
diyoruz ki, ingilizlerin kurduğu bu yolunuzdan dönün, tevbe edin, müslüman
olun, yani ehl-i sünnet olun. Küfrü gerektiren diğer inanışlarınız bir
yana, müslümanlara kâfir dediğiniz için, sadece bu yüzden kâfir olmaktasınız.
Bu yüzden sizi sevmiyoruz. Sevmemiz de mümkün değildir. Çünkü hadis-i şeriflerde
buyuruldu ki: (İmanın temeli müslümanları sevmek ve kâfirleri sevmemektir.)
[İ.Ahmed] (İmanın efdali Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, diliyle de Allah’ı anmak, kendisine hoş geleni,
başkasına da hoş görmek, istemediği bir şeyi başkası için de istememek,
hayır konuşmak veya susmaktır.)
[Taberani] Cenab-ı Hak, Hz. İsa’ya
buyurdu ki: (Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibadetlerini yapsan,
dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası
olmaz.) [K.Saadet] |