Bir Üniversiteliye
Cevap
Seyyid Abdülhakim efendinin,
İstanbul'da, Sultan Selim Camii şerifi bahçesindeki, (Medrese-tül-mütehassısin)de tesavvuf müderrisi
[Yani, ilahiyat fakültesinde, tasavvuf kürsüsü, ordinaryüs profesörü]
iken, bir üniversitelinin sualine karşı, yazmış olduğu mektubu, kelimelerini
sadeleştirerek, aşağıya yazıyoruz: Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, âdem diyarıdır. O âdem [yani yokluk] diyarı da, Onun kudreti içindedir. Bir sırası düşerek, İbrahim Edhemden,
birisi nasihat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin
sana zarar vermez. O altı şey şudur: 1- Günah yapacağın
zaman, Onun rızkını yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyan etmek, doğru olur
mu? 2- Ona asi olmak
istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona isyan etmek, layık
olur mu? 3- Ona isyan etmek
istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde
olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4- Can alıcı melek,
ruhunu almaya geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği
kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir.
Zira, Melek-ül-mevt, ani gelir. 5- Mezarda, Münker
ve Nekir ismindeki iki melek, sual için geldikleri vakit, onları kov,
seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkan yoktur). Şeyh
buyurdu ki, (Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!) 6- Kıyamet günü
Allahü teâlâ (Günahı olanlar,
Cehenneme gitsin!) diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki,
(Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine, o kimse, tövbe etti ve ölünceye
kadar, tövbesinden vazgeçmedi. Evliyanın sözünde, rabbani tesir vardır. İbrahim-i Edhemden sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm) buyuruyor. Halbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevap buyurdu ki: Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur'an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenab-ı Hakkın nimetlerinden faydalanırsınız, Ona şükür etmezsiniz. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, asiler için yarattığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükür etsin! Daha ne isterler? Dualarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi? [Allahü teâlâ, Mümin
suresinin altmışıncı âyetinde, (Dua
ediniz, kabul ederim), isteyiniz, veririm buyuruyor. Duanın
kabul olması için, beş şart vardır: Dua edenin Müslüman olması, Ehl-i
sünnet itikadında olması, haram işlemekten, bilhassa haram yemekten,
içmekten sakınması, farzları yapması, bilhassa beş vakit namaz kılması,
Ramazan oruçlarını tutması, zekat vermesi, Allahü teâlâdan istediği
şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lazımdır. Allahü teâlâ, her şeyi
bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir
ve bu sebebe tesir ihsan eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur.
Evliyasının hatırı için, âdetini bozarak, bunlar dua edince veya Evliyayı
kiram vesile edilerek dua edilince, bunlara (Keramet) olarak, sebebe
hacet kalmadan, doğruca istenileni verir.] Siz, âdem diyarından,
bu varlık alemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz
gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz
organlar, düşündüğünüz zekalar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz
bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulasa, ruh ve cesedinize
bağlı bütün aletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk
ve mahlukudur. Siz Ondan hiçbir şey gasp edemez, mülk edinemezsiniz!
O, hayy ve kayyumdur.
Yani, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her an varlıkta durdurmaktadır.
Hepsinin idaresinden, hallerinden bir an gafil olmaz. Mülkünü kimseye
çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, aciz kalmaz.
Mesela, Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda
insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı,
bir şey lazım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden bir şey eksilmezdi. Hadis-i kudside buyuruyor ki: (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, üluhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız). Güneşten ziya ve hararet
gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı
renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgardan
gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki
yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nurlar
yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle
tesirler uyandırıyor. [Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri,
en küçük, en hakir mahlukları [mikroplar] vasıtası ile, toprağa çevirip,
çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücudunuz makinesinin
yapı taşı olan, protein, yani yumurta akı maddesi haline döndürüyor.
Bir taraftan da yine nebatat fabrikasında, toprağın suyunu, havanın
boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semadan gönderdiği enerjiyi,
kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yani vücudunuz
makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda,
çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebatlarda ve yer yüzünde ve
denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, midelerinize gidecek, sizi
besleyecek rızk, gıda hazırlıyor. Akciğerlerinizde kimyahaneler
açarak, burada kanınızın zehirini ayırıp,
yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimağlarınızda, fizik
laboratuvarları açarak, burada his uzuvlarından,
sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına mıknatıs kuvvetini yerleştirdiği
gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb
kuvvetleri tesiri ile, bir anda, çeşitli planlar hazırlanıp, emirler,
hareketler meydana getiriyor. Yüreğinizi çok karışık
ve harika dediğiniz tesirlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda
kan nehirleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice
nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde
sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok harikalarla, vücudunuzu techiz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanunları, kimya
reaksiyonları ve biyoloji olayları gibi isimler taktığınız, bir nizam
ve ahenkle, tesis ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize
yerleştiriyor. Gereken tedbirleri ruh ve şuurunuza tersim ediyor. Zihin
denilen bir hazine, akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir alet,
irade dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Herbirini yerinde kullanabilmeniz
için size tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor.
Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkça, talimat
gönderiyor. Nihayet, vücudunuz makinesini
işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifade
etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize
ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlukları arasında size ayrı
bir mevki, bir salahiyet vererek, mesut ve bahtiyar olmanız için yapıyor.
Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp
da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması
gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri
ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme,
her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize
ve emanetlere malik olduğunuzu iddia edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar
gibi, sade dış kuvvetler tesiri ile veya hayvanlar gibi, yalnız dış
ve iç kuvvetler ile akılsız, şuursuz hareket ettirse idi ve evlerinize
taşıdığınız nimetlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi,
onu alıp yiyebilecek mi idiniz? Doğmadan evvelki, doğduğunuz
zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip
içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva,
korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların
ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer
küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde
pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimyahanesinde
inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz,
hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz
karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların,
tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede
idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak,
gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin
ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıda maddelerini]
yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziya ve
hararet şuaları tesiri ile] oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken,
nerede idiniz ve nasıldınız? Bugün kendinize maymun
tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, her şeyi
O yapar derler inanmak istemezsiniz. Ey insan! Acaba sen
nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye
hakaret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin.
O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O,
istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emanet
gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir gülşen seray-ı ismete tevdi etti ve nice zaman himayene uğraştı ise,
sen niçin sıkıntılarından babanı mesul tutarak tahkir ediyorsun da,
nimetlerinden ona ve yaratanına bir şükür payı ayırmıyorsun? Sonra sen,
emanetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun? Etrafın, arzu ve emellerine
uyduğu zaman, her şeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle
yaratarak yaptığına, bütün başarıları icat ettiğine inanıyorsun. Hakkın
sana verdiği vazifeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan istifa ediyor
ve emanete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini malik ve hakim tanımak
ve tanıttırmak istiyorsun. Öte taraftan, etrafın, arzularına uymaz,
dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret
ve hüsrandan, acz ve yeisten başka bir şey görmüyorsun. Hiçbir irade ve
ihtiyara sahip olmadığını, her şeyin cebr
elinde esir olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık
bir makine gibi olduğunu iddia ediyorsun. Kaderi bir (İlmi mütekaddim)
değil, bir (cebri mütehakkim) manasında anlıyorsun. Bunu söylerken,
ağzının, gramofon gibi olmadığını da, sezmez değilsin. Sofrana, sevdiğin yemekler
gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan
ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla
tıkılmadığı halde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Hem yersin,
hem de bir şey yapmadığına hüküm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın,
yine arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır.
Fakat, böyle mecbur olduğun zamanlarında bile, iradene malik olduğun
halde, seni aciz bırakan, harici kuvvetler karşısında kendini mecbur,
esir, hasılı bir hiç bilirsin. Yahu! İşin yolunda,
muvaffakiyet ve muzafferiyet yanında olunca
(Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında
oyuncak bir (Hiç) diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep
misin, hiç misin? Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık
ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her
halde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, icat etmekten, her şeye hakim
ve galip olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet
ve ihtiyarınız, sizi hakim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır.
Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hakim ve mutlak, başlı başına bir malik
olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı
ve müşterek vazifeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu ahkam ve
nizam ile, Onun tayin ettiği mevkileriniz ve halk edip emanet olarak
verdiği salahiyet ve vasıtalarınız nispetinde vazife yaparsınız. Amir
ancak O, hakim yalnız O, malik yine Odur. Ondan başka amir, Ona benzer
hakim, Ona ortak malik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız
maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler,
duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça,
hep yalan, hep boştur. O halde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz
da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz hakim olan, Hak teâlânın emirlerine
uymuyor, Onu mabud tanımıyorsunuz da, binlerce,
hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz
sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen
bir emel, bir ihtiyar, bir iman değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında
arıyorsunuz? Niçin, o imanı Hakka tahsis etmiyor, o ihtiyarı bu imana
ve imanın neticesi olan amellere sarf etmiyorsunuz? Hak teâlânın hakimliğini
tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi
ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden,
Allah’ın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep
Hakka imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti
ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de, hep kızgınlığın,
nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın,
zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendiniz kurmaya
kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şeriklere tâbi olmanın,
hasılı, halis tevhid ile, yalnız Hak teâlâya iman etmemenin neticesidir. Hulasa, insanlığı kaplayan
sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim
ve fen, ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı,
hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir.
Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap
ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı
hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez.
Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık
yoludur. Görmez misiniz, camiye gidenler sevişir, meyhaneye gidenler
dövüşür. Hak teâlâdan başka her
neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukabili vardır.
Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve iradesi altındadır. Şeriki, naziri, misli, zıddı, mukabili olmayan, yegane hakim, ancak
Hak teâlâdır ve ancak Onun mukabili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün
olmayan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka,
her neye tâbi olur, her neye tapınır, Onun yerine, her neyi sever ve
hakiki hakim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle beraber yanacaktır.
(Seadet-i Ebediyye) [Yukarıdaki mektubun ingilizce tercümesi, Seyyid Abdülhakim efendinin ingilizce hal tercümesi ile birlikte, (The Proof of Prophethood) kitabının içinde, Hakikat Kitabevi tarafından neşredilmiştir.] |