Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

30.Mektup

30. MEKTUP


MEVZUU :


a) Afakî ve enfüsî şühudun beyanı ve enfüsî şühudla sürt tecelli arasındaki fark..
b) Ubudiyet makamına ait yüksek şanın beyanı ve bu makama ait ilimlerin, şefi ilimlerle uygunluğu.. Ayrıca bunlara dair bazı hususlar.

***

NOT : Hizmeti geçmiş zatlar arasında sayılan Molla Muhammed Sıddık diyor ki:

— Bu mektup dahi, bundan önceki gibi, Şeyh Nizameddin Tehaniserîye gönderilmiştir.

***

Allah-ü Taâlâ, sizi tam bir şekilde, İttiba-i Muhammedi üle şereflendirsin; Nebiyy-i Mustafavî yolunda size ağırlık versin. Ona ve onun âline saîâvatların en faziletlisi, saygıların en eksiksizi..

Bilemiyorum; ne yazayım?. Kuds-ü Mevlâ şanında söz etsem açık bir yalan ve sırf iftira olur. O pek yücedir, mukaddestir. Şundan ki: Onun kibriya şanında, benim gibi birinin kelâm etmesi için pek yücedir. Keyfiyetle sarılı duran biri; keyfiyet manasından tam münezzeh olandan nasıl ve neyle söz ve kelâm eder?.

Sonra, ne dileyebilir? muhdes olan bir kimse, Kadim Zat'tan neyi anlayıp idrâk edebilir?.

Sonra, mekâna bağlı biri, mekânın olmadığı bir şanda nasıl adım atabilir?.

Bir çaresizdir ki: Nefsinin dışında, bir şeyden haberdar değildir; onun ötesine geçtiği yoktur.

Bu manada bir şiir şöyledir:

Koşsa bir zerre ömrü boyunca taleb ederek;
Hayır veya şer, kendinde bulur giderek.

Üstte anlatılan mana öyle bir iştir ki: İşin sonunda gelen enfüsî makamda müyesser olur. Nitekim, Hace Bahaeddin Nakşıbend şöyle anlattı:

— Ehlûllah, fena ve bekadan sonra ne görürlerse., onu kendi nefislerinde görürler. Yine her neye karşı irfan duygusu elde ederlerse, bunu dahi kendi nefislerinde elde ederler. Hayretleri dahi, yine kendi varlıklarında olmaktadır.

Nitekim bu manada şu âyet-i kerime sarihtir:

— «Nefislerinizdedir; görmüyor musunuz?.» (51/21)

Üstte anlatılan mananın husulünden evvel vukubulan bütün seyirler, afakî sayılır; bunda hâsıl olan da onda hâsıl olmaz.

— Hâsıl olmaz..

Lafzının itlakı, talebde esas olanın aslına nisbetledir. Halbuki, hâsıl olmamak dahi, enfüsî şühud cümlesinin şartlarından sayılır.

Hiç kimse, enfüsî müşahedeyi, kendisine tecelli gelenin nefsindeki surî tecelli gibi olduğu vehmine kapılmasın. Haşa ve kellâ böyle bir hayale de dalmasın. Zira, surî tecelli; bütün kısımları ile, afakî seyre dahildir.

Bu arada. İlmel-yakin mertebesinde hâsıl olan, enfüsî şühud, Hakkal-yakin mertebesinde olmaktadır ki bu: Kemal mertebelerinin nihayetidir.

Bu makama:

— Şühud..

Lafzının verilmesi, ibare meydanının darlığındandır. Yoksa, onların talep makamları, keyiften ve keyfiyetten münezzehtir. Aynı şekilde, onların bu talep makamına nisbetleri dahi, keyiften ve keyfiyetten münezzehtir. Çünkü burada, keyfiyet yapacak olana yol kapalıdır; keyiften münezzeh zata çıkamaz.

Mesnevî'de şöyle geldi:

Vardır nasın Rabb'ının, canı ile nasın;
İttisali, yoktur yeri şeklin kıyasın..
Gerçi:
— Nas..
Dedim nas için, ama değildir;
O canana göre, canından başka nasın..

Anlatılan surî tecelli ile, enfüsî tecellinin bir olduğu vehminin menşei: Bir şahsa, her iki makamda da beka husulüdür.

Surî tecelli aslında, fenaya vardırıcı değildir; bu tecelli, kendisine gelen için., her nekadar, kayıtlardan bir kısmını kaldırır ise de, fena haddine ulaştıramaz; orada salikin vücudundan bir bakiye vardır. Halbuki, enfüsî seyir; ekmel derece bekadan, en tam olan fenadan sonradır.

Şüphesiz, her iki beka arasının ayırd edilmesi zordur. Marifet azlığındandır ki: Zorunlu olarak, ikisinin birliğine hükmetmektedirler. Şayet bilirlerse ki: Bu ikinci beka, onlar katında:

— Yüce Allah'ın varlığında.. Tabir edilir ve bu vücud için dahi:

— Hakkanî bir hibe..

Diye anlatılır., işte o zaman, bu çeşit vehimden kurtulurlar. Bu makamda, şöyle bir şey söylenemez:

— Bekabillah makamı, salikin kendi, özünü Yüce Mukaddes Hakkın aynı bilmektir.

Çünkü, iş beyle dendiği gibi değildir. Her nekadar, bu tabir büyük zatların bazı ibarelerinden istifade edilerek çıkarılmış ise de, bunu şöyle cevaplayabilirim:

— Bu beka, bazılarına cezbe makamında; fenaya benzeyen istihlâk ve izmihlalden sonra müyesser olur. Nakşıbendiye büyükleri bunun için:

— Vücud-u adem. (Yokluktan sayılanın var oluşu.)

Tabirini kullanırlar. Bu ise., fenanın husulünden evvel olup onun zevali tasavvur edilir; hatta olur da.. Çoğu kez, bir saliki kendinden geçirir; gaybe götürdükten sonra, bazan kendine getirdiği olur.

Yani: Beşeri sıfatları ondan kaldırır; ikinci olaraktan onları geri verir.

Fenadan sonra gelen beka ise., bozulmaktan mahfuz; zevalden de masundur.

Bu beka erbabının fenası ise., daimîdir. Zira, onlar: bekada fani, fena gözünde baki olmuşlardır.

Zevalin tari olduğu fena ve bekaya gelince; bunlar: Hallerin ve vakitlerin telvinatındandır. Ama, biz bunun beyanı yolunda değiliz.

Hace Bahaeddin Nakşıbend Hz. şöyle anlattı:

— Vücud-ü adem, beşeriyet vücuduna avdet eder; ama vücud-u fena, beşeriyet vücuduna avdet etmez.

Bunun için, onların vakitleri daimi, halleri sermedi olur. Hatta, onların ne belli bir hali olur; ne de vakti..- Onların meşguliyetleri, vakitleri yapan zatladır; muameleleri, halleri hal edenledir. Durum böyle olunca, zevali kabul etmek, vakte ve hale mahsus olur. Bir kimse, vakitten ve halden halas bulursa., zevalden mahfuz olan kendisine arz olunur.

Bu manada şu âyet-i kerimeyi zikredelim:

— «Bu Allah'ın fazlıdır; dilediği kimseye verir. Allah büyük ihsan sahibidir.» (62/4)

Herhangi biri sanmaya ki; bu büyüklerin, vaktin devamı ıtlaklar ve bu yolda kail oldukları mana:' O vaktin beka eseri itibarı ile olup taayyünün ve gayrinin devamıdır.

İşin aslı üstte anlatılana benzemez. Vaktin ve istimrarın kendisi için devam, halin aynına göredir. Bunun dışında kalan, bir zandır. Halbuki zannın durumu şu âyetle belirtilmiştir:

— «Zan, haktan yana bir şey ele getirmez.» (53/287) Bu manada şu âyet-i kerimeyi de zikretmek isterim:

— «Zan vardır ki, günahtır.» (49/12)

Söz uzadı; yine asıl merama dönelim. Görüşümüz odur ki: O Yüce Zat'ın mukaddes fezasında kelâma yer olmadığından; ubudiyet, zül ve inkisarımız makamında söz edelim..

İnsanın yaratılmasından gaye: Ancak ibadet vazifelerinin edasıdır. Bir kimseye, işin başında veya ortasında aşk ve mahabbet ihsan edilirse., ondan beklenen: Şanı Yüce Mukaddes Zat'tan gayrı şeylerden alâkayı kesmektir.

Maksadlar arasında aşk ve mahabbet dahi, ancak: Kulluk (ibadet) makamının husulü içindir..

Bir kirnse, ancak Yüce Allah'a şu zaman kul olur: O Yüce Zat'tan başkasının esaretinden kurtulup tam manası ile onun kulluğuna girince..

Aşkın faydası: O Sübhan Zat'tan başka her şeyden kesilmeye vesile olmasıdır; başka olamaz.. İşbu mana icabıdır ki: Velayet mertebelerinin nihayeti, kulluk makamı olmuştur. Velayet derecelerinde: kulluk makamının üstünde bir makam yoktur.

Bir salik bu makamda Yüce Mevlâ'sı ile kendi beyninde münasebet olarak, ancak ona karşı: Kendi ihtiyacını bulur; Mevlâ'sının ise., zat, sıfat olarak tam istiğnasını.. Hiç bir şekilde salik; kendi zatını onun zatına, sıfatını onun sıfatına, fiillerini de onun fiillerine uyumlu göremez.. Ama hangi şekilde olursa olsun.. Zira O: İzzet sahibi Yüce Sultan'dır.. Taa, zıllıyet itlakından kurtuluncaya kadar, böyle bilecektir; zira bu dahi, münasebetler cümlesinden sayılır.. Yani: Zıllıyet..

Kulun itikadı şu olmalıdır: O Yüce Sübhan Zat, Halikı olup kendisi dahi onun mahlukudur.. Bunun dışında, herhangi bir şeye cür'et etmemelidir.

Bu yola sülûk esnasında bir çoklarına gelen fiilî tevhide gelince, ki: Yüce Hakkın gayrı bir fail bulamazlar o makamda., işte bu yanlış olup zındıklığa kadar götürür. Bu manada, bu yolun büyükleri şöyle derler:

— Bu fiillerin yaratıcısı birdir; ama onları işleyen bir değildir.

Üstteki manayı bir misalle izah edelim:

Kukla işinden anlayan birini ele alalım. Bu kimse, perdenin arkasına oturur; yaptığı hokkabazlığı ile, mütaaddid cansız şeylerin suretlerini hareket ettirir; onlardan acaip garaip işler zuhur ettirir. Bunları seyreden keskin nazarlı kimseler bilirler ki: Bu suretlerdeki işlerin faili, perdenin arkasında oturan şahıstır; işlerin meydana gelişi ise., bu cansız suretlerdendir.. Bu manadan ötürüdür ki şöyle denir:

— Bu suretler hareket eder.. Hiç bir zaman şöyle denmez:

— O hokkabaz hareket eder., oynar..

Onlar, bu sözlerinde işin aslına göre, gerçeği konuşurlar. Peygamberlerin getirdiği şeriat dahi bu manayı söyler.

Fail bir olduğuna dair hüküm: Sekriyat cümlesinden sayılır. (Yani: Manevî sarhoşluk sonucu bir görüştür.) Ama asıl gerçek şudur: Fail mütaaddiddir; fiillerin halikı ise., birdir..

Tevhid-i vücud sırasında açıklanan bu türlü ilimler, daha çok sekir ve halin ağır basması sonucudur. Ama, ledünnî ilimlerin sıhhati için, şer'î ilimlerin sarahatine uyması lâzımdır. Şer'i ilimleri kıl kadar aşsa; zerre ağırlığında aykırılığı olsa., o ilim, sekir halinden sayılır. Zira, asıl hakikat; ehl-i sünnet vel-cemaat ulemasının gerçek olarak kabul ettiğidir. Bunun dışında kalanlar, yani: Bunların hakikat bulduğuna aykırı düşenler, şu hükümlerin dışında olamazlar: Zındıklık, ilhad, yahut bir vaktin sekri, sözü ittihada götüren halin ağır basması..

İşbu anlatılan mutabakatın tam ve kemal üzere olması; ancak, kulluk makamında kolay olur. Bunun dışında taHakkuk edecek durum, sekir hali cinsi bir şeydir. Bir şiir:

Ey o kıssası olan şey ki, şerhi yazılsa uzun olur.

***

Bahaeddin Nakşıbend Hz. ne şöyle soruldu:

— Sülûkten gaye nedir?.

Şöyle anlattı:

— İcmalî marifetin, tafsil; istidlali olanın dahi zaruri keşfi olmasıdır.

Şöyle demedi:

— Şer'î maarif üzerine, fazladan marifetlerin tahsilidir.

Her nekadar bu yolda, birtakım fazladan işler hâsıl olsa dahi, iş sonuna vardığı zaman, bu fazladan işler yokmuşa döner.. Şer'î maarif tafsilâtiyle malum olur. İstidlalin darlığından çıkar; mutlak keşfin fezasına ulaşır..

Demek olur ki:

— Resulûllah S.A. bu ilimleri nasıl vahiy yolu ile aldıysa., bu büyük zatlar dahi; ilimleri ilham yolu ile asıldan almaktadırlar.

Ulema dahi, bu ilimleri, şer'î delillerden alarak, beyan etmişlerdir.

Sonra, bu ilimler, peygamberlere tafsil yollu hâsıl olduğu gibi; keşif yollu dahi bu ilimler onlara hâsıl olmaktadır. İş bu minval üzere devam eder gider..

Ancak, asalet ve tebaiyet arada kaim durmaktadır. Bu kısımda anlatılan kemalli mana için; aradan uzun asırlar, hayli zaman geçtikten sonra dahi, kâmil velilerden seçilen olur..

***

Hatıra bir şey geldi: Tafsil üzere, icmali ve istidlali bir mesele yazayım; ama sahife tamam oldu. Onu yazmaya yer kalmadı. Bunda da, Sübhan Hakkın bir hikmeti olsa gerek..

Vesselam..