Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

34.Mektup

34. MEKTUP


MEVZUU : Cevahir-i hamse-i emriyenin açık bir şekilde tafsilâtı ile, imkân nisbetinde beyanı..


NOT : İMAMI RABBANİ Hz. bu mektubu, Hacı Muhammed Lahorî'ye yazmıştır.

Bilmiş olasın ki,

İki cihan saadetinin değeri; iki cihanın efendisi Resulûllah efenmize tabi olmaya bağlıdır. Ona ve onun âline, en faziletli salâvatlar ve en mükemmel selâmlar olsun.

Felsefeye bağlı olanların gözleri, Sahib-i Şeriat'a (S.A.) tabi olmak sürmesi ile sürmelenmediği için, âlem-i emir hakikatından yana kördür. Yüce ve Mukaddes Zat'ın vücub mertebesine karşı şuurlu olmaları şöyle dursun. Felsefeye bağlı olanın kısa görüşü, ancak halk âlemine uzar; bunda dahi tam değildir. Cevahir-i hamseden saydıkları ve öyle tesbit ettikleri, tamamen halk âlemine mahsustur. Cehaletleri dolayısı ile de, aklı ve nefsi mücerredat sınıfından saydılar.

Nefs-i natıka, nefs-i emmarenin kendisidir; tezkiyeye muhtaçtır. Onun bizzat himmeti, sefalet ve denaettir. Emir âlemi ile bunun ne bağlılığı olabilir?. Sonra onun tecerrüd ve akılla ne gibi bir bağlantısı olabilir?.

Makulattan (akılla bulunanlardan) idrâk edilenler; ancak bu mahsusatla, (görmek, işitmek, koklamak dokunmak gibi dış duygularla bilinen ve tüm cismi olanlarla münasebeti bulunan işlerdir. Hatta, hissin hükmü altına girmeyen hiç bir şey idrâk edilemez. (Yani: Akılla bilinemez.)

O şeyler ki mahsusatla münasebeti yoktur; benzeri ve misali müşahede edilenler arasında bulunmaz, işte, böyle şeylere akıl için idrak edip anlamak yolu yoktur. O işlerin kapalı yerlerini akıl anahtarı açamaz.

İşte anlatılan mana icabıdır ki, felsefenin (veya felsefecinin) görüşü kısadır. Bilhassa, keyfiyete bağlı olmayan hükümlerde... (Yani: Şekil olma hükmünde olmayanlarda.) Gayb sayılan gizliyi idrâk işinde, tamamen yoldan sapmıştır. Bu dahi, onun halk âleminden oluşuna alâmettir. Halbuki âlem-i emrin meyli, bir şekil keyfiyeti olmayan yanadır; teveccühü, keyfiyetten münezzeh olan şeyleredir.

Âlem-i emrin iptidası, kalb mertebesinden başlar; kalbin üstü ruhtur; ruhun üstü sırdır; sırrın üstü hafidir; hafinin üstü ahfadır.

Bu emri sayılan beş şey için: — Cevahir-i hamse.. (Maddeye dayalı beş şey.) Denirse, onun da bir yolu vardır. Şundan ki: Kısa görüşlü olduklarından, birkaç tane saksı parçası bulup onları cevahir zannetmişlerdir.

Bu anlatılan cevahir-i hamse-i emriyeyi (emir âleminden sayılan: Kalb, ruh, sır, hafi, ahfa olarak üstte anlatılan) idrâk etmek, onların hakikatlanna muttali olmak, ancak Nebi'ye tam tabi oln kâmil kimselere nasibdir. Allah-ü Taâlâ ona ve onun âline salât ve selâm eylesin.

Âlem-i sağir sayılan insanda, âlem-i kebirde olanların hepsinden bir numune vardır. Üstte anlatılan cevahir-i hamsenin asılları, âlem-i kebirdedir.

Arş, âlem-i kebirde bu cevherlerin mebdeidir. Tıpkı: Alem-i sağirdeki kalb gibi.. Bu münasebetledir ki, kalb için şöyle denir:

— Yüce Allah'ın arşı..

Kalan âlem-i kebirdeki beş mertebenin hepsi, arşın üstündedir.

Arş, âlem-i kebirde, halk âlemi ile emir âlemi arasında bir berzahtır. İnsandaki kalb gibi., ki o da: Âlem-i sağirde halk âlemi il: emir âlemi arasında bir berzahtır.

Kalb ve arş, her nekadar halk âleminde zahir iseler de, lâkin her ikisi de, emir âleminden sayılır. Her ikisinin de, kemmiyetsizlik ve keyfiyetsizlikten yana nasibi vardır.

Anlatılan beş cevherin hakikatına ittıla, Allah'ın evliya kullarından bazı ferdlere bırakılmıştır. Ki onlar: Tafsilatı ile, sülûk mertebelerini tamamlamış, nihayetler nihayetine ulaşmışlardır.

Bu manada bir şiir:

Her güçsüz erkek de merd-i meydan mıdır? Yahut her mülkü olan Süleyman mıdır?.

Eğer bir üstün devlet sahibinin basiret nazarı açılırsa.. Yani: İmkân nisbetinde mertebe-i vücub tafsilatı şanında.. Ve, sırf Sübhan Hakkın fazlı ile.. İşte o zaman: Anlatılan beş cevherin asıllarını bu yerde mütalaa eder.. O zaman, onun bilgisinde âlem-i kebir ve âlem-i sağirdeki bu cevherler cevahir-i hakikiyenin gölgesi gibi olur.

Bir mısra:

Bu saadetler kimin nasibi olur acaba?.

Bu manada şu âyet-i kerime nekadar güzeldir:

— «Bu, Allah'ın fazlıdır; ona dilediğine verir. Allah, büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Âlem-i emirdeki hakikatları açıklamanın men edilmesi; bu gizli manaların inceliği sebebi iledir. Kısır görüşlüler, ondan ne anlayabilirler? Bu işin ehli rasih zatlar dahi şu hitapla karşı karşıyadırlar:

— «Size ilim nasibinden azı verildi.» (17/85)

Ama, bunların bu manaya ittüaı vardır. Bu manada bir mısra:

Mübarek olsun nimet sahiplerine erdikleri nimetleri.

Şu da bir başka şiir:

Sırların açılmasında olmaz hiç yarar;
Güneş gibi zahir olsa bize ne sağlar.

Selâm size ve hidayet yoluna tabi olanlara.. Ve, Mütabaat-i Mustafa'da olanlara.. Ona ve diğerlerine salâtın ve selâmların en tamı ve en devamlısı...

Tekrar hatırıma geldi. Bir nebze CEVAHİR-İ ULYA-İ MUKADDESE'den bahsedeyim. Bunun da, bilinmesi gerekir.

Bu cevherlerin iptidası, izafi sıfatlardan başlar; ki burası: Vücubla imkân arasında berzah gibidir. Bunun üstünde, hakikata bağlı sıfatlar vardır ki, bunun tecellisinden ruhun nasibi vardır.

Kalbin de, bu izafî sıfatlarla ilgisi vardır; onun tecellileri ile müşerref olur.

Hakikata bağlı sıfatların üstünde bulunan CEVAHÎR-Î ULYA'nın kalan kısmı Yüce Mukaddes Hazret-i Zat dairesine dahildir. Anlatılan mana icabıdır ki, bu üç mertebenin tecellilerine:

— Tecelliyat-ı zatiye.. Denir..

Bundan ötesi için, konuşmakta yarar yoktur. Bir şiir:

Bunda kalemin ucu ince;
Kırıldı buraya gelince..