Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

334.Mektup

334. MEKTUP

MEVZUU :  «Beni ne yerim, ne de semam aldı; bir mümin kulumun kalbi beni alır..»

Manasına gelen kudsî hadiste beyan edilen kalbden murad, o et parçasıdır. Bazı meşayihin vüs'atından haber verdiği hakikat-ı camia değildir.

***

NOT : İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu, Hidayet lakabı ile bilinen Şeyh Muhammed Sıddık'a yazmıştır.

*** Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullara da selâm..

***

Yazmışsın ki:

-Sen mektubatında ve risalelerinde anlattığına göre; kalbî zuhur, arş zuhurundan bir lem'adır. Külli manada fazilet ise, arşa bağlı zuhurdadır. Halbuki, bir kudsî hadiste şöyle anlatıldı:

-«Beni ne yerim aldı, ne semam; lâkin, bir mümin kulumun kalbi beni alır..»

Bu kudsî hadisten lâzım gelir ki; kalbe bağlı zuhur daha tamam ola^ve fazilet dahi ona verile..

Ey Muhib,

Bu suâlin cevabı bir mukaddime ile olacaktır.

Bilesin ki,

Velayet erbabı: . ? Kalb..

Derken, bununla hakikat-ı camia-i insaniyeyi murad ederler; bu dahi emir âlemindendir.

Sahibine salât ve selâm olsun; nübüvvet dilindeki kalb ise., bir et parçasından ibaret olup bedenin salâhı dahi onun salâhına bağlıdır. Onun fesadı dahi, bedenin fesadını doğurur.

Üstteki mana bir hadis-i nebevide şöyle anlatıldı:

-«Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır; o salâha kavuştuğu takdirde tüm ceset salâha kavuşur. O fesada vardığı takdirde, bütün ceset fesada varır. Dikkat ediniz; o et parçası kalbdir.»

Birinci ıtlakın yapılması için, kalbin vüs'atı mutlaka lâzımdır. Bu mana icabı olarak, Bayezid-i Bistamî ve Cüneyd-i Bağdadî kalbin genişliğinden haber verip arşı ve içindekileri, kalbin azameti yanında düşük sanmışlardır. İkinci ıtlakın olması için de, kalbin darlığı lâzım gelir. Bu makamda, kalbin darlığı o hadde varır ki, bir parpanın dahi onda yeri yoktur. Bu parça dahi, o kadar küçüktür ki, ondan daha küçüğü yoktur ve eşyanın en düşüğü ve en küçüğüdür.

Kalbin darlığı bölünmeyecek derecede olan küçük parçaya nisbet edilse dahi, ki bu bazı zamanlarda olur ve buna göre kıyas da edilince, bu küçük parça nazarda, yer ve sema tabakaları kadardır.

Üstte anlatılan mana, akıl nazarının ötesindedir; bu manada şüpheye düşenlerden olmayasın.

Üstte anlatılan mukaddimeyi anladıktan sonra bilesin ki,

Hakikat-ı camiaya bağlı bulunan zuhur; hiç şüphe edilmesin ki. Arsa bağlı zuhura nisbetle bir lem'a gibidir. Tam olmak ve külli manada fazilet, bu makamda arşa bağlıdır.

Bayezid-i Bistamî'nin ve Cüneyd-i Bağdadî'nin anlattıkları:

-Kalb, her şeyden geniştir.

Manasım taşıyan cümleye gelince, ki onlar, arşı ve içindekileri, o kalbin yanında küçük bir şey olarak hayal etmişlerdir. Bu mana, bir şeyin modülünü, o şeyin aslı ile karıştırmaya benzer.

Nitekim onlar, arşın ve içindekilerin modülüne baktıkları zaman; kalbin camiiyet durumu karşısında küçük bir şey olarak görmüşlerdir. O gördüklerine dahi: Arşın hakikatları olarak hükmetmişlerdir.

Bu iştibahın (karışıklığın) menşeini bu Fakir mektuplarında ve risalelerinde mükerrer olarak yazmıştır.

Enbiyanın usanma uygun olarak, hadis-i kudsîde varid olan manadaki kalb ise., hiç şüphe edilmeye ki: Ondan murad o et parçasıdır. Tam zuhur dahi, oradadır. Mücerred Zat Ehadiyet aynalığı dahi ona bırakılmıştır.

Arşa gelince.. her ne kadar onda aslın zuhuru olan tam zuhurdan yana bol nasip var ise de; amma o makamda sıfatların imtizacı vardır. Hakikatte, sıfatlar, Hazret-i Zat'ın zılâli olduğundan, zuhur zıllıyet ve şubesinden hali olmaz.

Bu mana icabı olarak, arşın insanî zuhurdan yana vakıaları (terakkiyatı) vardır; ki o: Sırf asla taalluk eder. Bu muamelenin merkezi dahi insandır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Hadis-i şeriften anlaşılan manaya göre, kalb geniştir: amma sen, onun darlığını anlatmaktasın.

Bunun için verilecek cevap şudur:

- Kalbin darlığı, ancak Sübhan Hakkın gayrını alamamasından ötürüdür. Onun genişliği ise.. kıdem nurlarının onda zuhuru itibarı iledir. Bunda menfi bir mana yoktur. Fakir, bazı risalelerinde kalbi şu ibarelerle anlattı:

-Dar geniş basit pek basit.. pek az pek çok.. Burada bir başka soru dahi şöyle sorulabilir:

-Fazilete hak kazanan, hakikat-ı camiadır; zira o, emir âlemindendir. Belirtilen et parçası ise.. halk âlemindendir. Bu dahi unsurlardan mürekkeptir; bu fazilete nereden nail oldu?.

Bunun için dahi şu cevabı veririz:

-Halk âleminin emir âlemi üzerine meziyyeti vardır. Bunu anlamaktan yana da, avam halkın idrâki kusurludur. Hatta havassın pek çoğu dahi bunu idrâk edemez. Bu mana, merhum büyük oğluma yazılan tarikat beyanındaki mektupta anlatılmıştır. Bir tereddüd olursa, oradan şifa aransın..

***

Şimdi o et parçasının beyanım dinle.. Yani: Hakikatini..

Bilesin ki,

O, avam için; dört unsurun terkibinden hâsıl olan bir et parçasıdır. Havas için; hatta havassın dahi havassı için ise., on cüz'ün terekkübünden suretlenen bir et parçasıdır. Amma sülük, cezbe, tasfiye, tezkiye, kalb temkini, nefsin itminanı; hatta Yüce Sultan Hakkın sırf fazlı kereminden sonra.. O oh cüz'ün dördü anasırdandır; bir tanesi nefs-i mutmainneden olup beş cüz'ü ise., emir âlemindendir. Bu sözler arasında tezad, tebayün var iken, Vacib'ül-vucud Yüce Mukaddes Hakkın kudreti ile bu tezad ve tebayün sureti zail olup gitmiş; aralarında şaşılacak derecede bir birlik meydana gelmiştir.

Bu muamelenin oluşunda, en büyük cüz, toprağa bağlı unsura aittir. Bu tek olarak oluşan birlik ise.. cüz-ü arzîye benzer; orada istikrar bulmuştur.

Bir şiir:

Toprak ol, sende bitsin gül yaprak yaprak; Gül odur ki, yetiştirir onu toprak..

**

Ey Kardeş,

Velayet erbabının ilmi bu ilimlere ve maarife ulaşamaz. Zira onlar, nübüvvet nurlarının kandilinden iktibas edilmiştir. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet.

Bir âyet-i kerime meali:

-«Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

O kalb ki, Halil a.s. onun itminanını istemiştir; işte bu et parçasıdır. Zira, onun cami olan hakikati mütemekkin, nefsi dahi mutmainne idi. Zira, temkin ve itminan, velayet mertebesine hâsıl olur ki: Nübüvvetin ilk derecesidir. Onun erbabına salât ve selâm.. Nübüvvet şanına münasib olan o et parçasının tagallübü ve çırpınmasıdır. Amma cami hakikatin tagallübü değildir; zira böyle bir şey, avamın nasibidir. Hatem'ür-risalet Resulüllah S.A. efendimizin:

-«Allah'ım, ey kalbleri döndüren, kalbimi taatın üzere sabit eyle..»

Münacaatında, taleb ettiği kalb sebatı ise... bu et parçasının sebatıdır.

Yine caiz tarafı vardır ki; bazı hadis-i şeriflerde:

-«Kalb takallübü..»

Cümlesi ile gelen manadan murad, cami hakikate şamil mana ola.. Et parçası ise., ümmetin hallerine nazaran ola..

* **

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Bu et parçası:

-«..Mümin kulumun kalbi beni alır..»

Manasına gelen kudsî hadisteki şeref ile müşerref olduktan ve

Yüce Mukaddes Hazret-i Zat'a aynalık etmeye hak kazandıktan sonra:., onda takallüb ve çırpınma nasıl tasavvur edilebilir?. Hatta, itminana ne ihtiyacı vardır?.

Üstteki soruya şu cevabı verebiliriz:

-Zuhur, her ne mikdar tamam olur ve şüun, sıfat şaibesinden ne mikdar halâs olur ise., cehl ve hayret o mikdar çok olur; idraksizlik ve bulamamak o kadar ziyade ve bal olur. Bu zuhurun ve vüs'atın olmasına rağmen, çek kere; cehlin ve hayretin kemal derecede olduğundan, yaratıcının varlığına delil ister. Şu mana için ki: Avam gibi, yaratıcının varlığına delilsiz ve taklidsiz yakin hâsıl olmaz.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; takallüb ve çırpınmak onun haline münasib olur. Onun şanında itminan talebi dahi zarurî olur. Bu Fakir, bazı risalelerinde şöyle yazdı:

-Yakin sahibi olan arif rücu sonunda istidlale ihtiyaç duyar. Bu makamda dahi malum oldu ki: O, husulün ve vusulün aynında dahi delile ihtiyaç duyar.

Bu makam, nübüvvet mertebesi kemalâtı haline muvafıktır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyat.. Ve.. bu makam, velayet haline dahi münasiptir.

Bu kalbin sahibi için, davet icabı âleme rücu vaki olduğu zaman, kalbinin sıkıntısı, çırpınması, takallübü, televvünü pek ziyade ve pek çok olur. Vusulün aynında olsa dahi, cehl ve hayret sebebi ile delile muhtaç olur.

Firkat zamanında dahi ula için, istidlale muhtaç olur; taki umumî manada kendisine bu istidlal vasıtası ile itminan hâsıl ola..

Bu cümleyi söyle de anlatabiliriz:

- Bu devlet, kendisinden bir kaç eyyam gizlendikten, firkat damgasını dahi aldıktan sonra, onun için hak olur ki: Daima perişan, ve mustarib bir durumda buluna.. Devamlı olarak, gamlı ve mahzun buluna..

Nitekim, Resulüllah S.A. efendimiz hüzünlü idi; daima düşünceli idi:.

* **

Üstte anlatılan her iki itlafa ayıran bazı şekilleri beyan edeceğimizden, akıl kulağı ile dinlemek gerek..

Bilesin ki, o hakikat-ı camia ki, emir âlemindendir; 'ancak tasfiye ve tezkiyeden sonra, devam vasıflı tam temkin müyesser olur. Ama o et parçası böyle değildir. Zira, bunun itminanı, havas (dış duyular) ve idrâke bağlıdır. Bir şey, havas ile idrâk edilmedikçe, ıstıraptan çıkılamaz. Bu mana icabı olarak, Halil İbrahim a.s. şöyle yalvardı:

-«Rabbim, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun?.» (2/260)

Üstte anlatılan, iki manadaki kalb arasında bulunan birinci fark idi.. ikinci fark ise, şöyledir:

Hakikat-ı camia, zikirle tesir alır. Zikir kemale ulaştığı zaman, zikirle ittihad eder ve onunla bir cevher olur. Avarif'ül-maarif adlı, eserin sahibi, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; bu üstün gaye makamı anlattı ve şu tabiri kullandı:

-Zikr-i zat..

Amma o et parçası böyle değildir. Onun bu zikre dahi yolu yoktur; onun tesirine girip bir cevher olmak nerede?. Bundan yana uzaktır. Hatta o makamda, zikredilenin zuhuru asaletle olup zıllıyetle değildir. Zikrin nihayet urucu ise., zikri edilenin dehlizine çıkar..

Üçüncü farka gelelim. Şöyle ki:

Hakikat-ı camia, nihayetin nihayetine ulaştığı, has velayetten dahi bol nasibe nail olduğu zaman., eğer kendisine matlub için aynalık durumu da hâsıl olur ise.. kendisinde zahir olan matlubun zılli olur; aynı değil. Tıpkı, bir şeyi gösteren ayna gibi.. Zira onda zahir olan bir şahsın kopyasıdır; kendisi değil. Amma, et parçası olan kalb böyle değildir. Zira onda zahir olan matlubun aynıdır; zilli değildir. Ki bu: Zahirdeki aynanın hilafınadır. Bu mana icabı olarak, kudsî hadiste söyle buyuruldu:

-«...beni mümin kulumun kalbi alır.»

Bu muamele, fikir nazarının alacağı dışındadır.

Sakın ha.. olmaya ki, burada hulul ve temekkün tahayyül edesin; zira böyle bir şey küfür ve zındıklık olur. isterse bu dünyalık maaş aklı şu manayı kabul etmesin: Hülul ve temekkün olmadan, bir şeyin aynı bir şeyde zahir olur.. Böyle bir şeyi kabul etmemek, aklın kusurundan ileri gelir; gaibi hazıra kıyas olur. Kusurlulardan olmayasın..

Dördüncü farka gelelim.. Şöyle ki:

Hakikat-ı camia, emir âlemindendir; et parçası ise, halk âlemindendir. Hatta halk âleminden ve emir âleminden olan onun birer parçasıdır. Ama halk, onun en büyük parçasıdır; emir ise, onun en küçük parçasıdır. Bu iki cüz'ün bir araya gelmesinden dahi, onun için vahdanî bir heyet hâsıl olmuştur. Böylece, hayrete düşüren bir hal almıştır.

Her ne kadar o, yâni: O hayrete düşüren hali ile halk âlemi ile emir âlemine mugayir olanlardan hiç biri ile münasebeti ve benzerliği yok ise de, yani: Kendine has terkibi sebebi ile.. lâkin, o halk âleminden sayılır. Zira, arza bağlı parça bu muamelede umde sayılır. Toprağın tevazuu dahi, onun yükselmesine sebeptir.

Beşinci farka gelelim., şöyle ki:

Hakikat-ı camianın vüs'atı, (genişliği) eşya suretlerinin onda zuhuru itibarına göredir. Tazyikinden sonra inkişaf eden et parçasının vüs'atı ise.. namütenahi sınırı olmayan matlubu alması itibarına göredir. Bu tazyik, dehlizinin tazyikidir. Şunun için ki o: Matluptan başkasının oraya girmesine manidir. Hatta zikrin dahi, mezhûrun perdelerine ulaşmasını bırakmaz. Öylece, o mukaddes harime, zıllıyet şaibesine ulaşması kalmaz.

Şu da bir başka mana..

Birinci sayılanın, keyfiyet şaibesi olduğundan, keyfiyeti olmayan varlığa ayna olmaya lâyık değildir. İkinci sayılanın dahi, keyfiyeti olmayan, zattan nasibi olduğundan ona keyfiyeti olan sığmaz.

Asıl şaşılacak durum şu ki: Davet için rücu ettikten sonra bu kalbe, zulmet ve perde gelmiştir. Bu mana icabı olarak, Seyyid'ül-beşer Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

-«Kalbime ağırlık gelir., (veya perde..)»

Bu farkı daha ne kadar anlatalım.. Toprak ne, Rabb'ül-erbab ne..

***

Ey Kardeş, Sakın ha.. olmaya ki, bu:

-«M u d ğ a..»

Tabiri ile anlatılan kalbi bir et parçası tahayyül edesin; hem de hiç önem verilmeyen.. Zira o, nefis bir cevherdir. Onda, halk âleminin sırlan ve hazineleri gizlenmiştir. Emir âleminin dahi, defineleri gizli yanlan saklanmıştır.

Hey'et-i vahdaniyesine bağlı has muamelenin ziyadesi ile; onun on cüz'ü tasfiye, tezkiye, cezbe, sülük, fena ve beka ile pak ve temiz kılınmıştır. Siva taallukatı kirlerinden dahi hür olmuştur. Meselâ: Kalb takallübden kurtulup temkin mertebesine ulaşmıştır. Nefis dahi emmare olmaktan çıkıp itminan fezasına ermiştir. Ateşe bağlı olan parçası dahi azgınlıktan, inattan, tuğyandan alınmıştır. Toprağa bağlı unsurdan dahi, düşüklük ve hasisliği çıkmıştır.

Üstte anlatılan kıyas devam ettirilebilir. Hülâsa; ifrat ve tefrit cinsinden olan her sıfat, onun bütün cüzlerinden kalkmıştır. Bütün bunlardan halâs olup kendisine itidal gelmiştir, işte bundan sonra. onun cüzleri, sırf fazilet ve kerem suyu ile terkib edilip muayyen bir şahıs haline gelmiştir. Bu şahsa dahi:

-İnsan-ı kâmil..

İsmi verilmiştir. Bu şahsın, vücud merkezinin hulâsası olan kalbine dahi:

-«M u d g a.. (et parçası.)»

Tabiri kullanılmıştır. İşte o mudganın hakikati budur. İbare ölçüsüne göre, dedikodu kisvesinde, ibare mikyasına göre bu manalar zuhur etmiştir.

Emir Sübhan Allah'ındır.

***

Burada nakısın biri şöyle bir soru sorabilir:

- Her insan, bu on cüzden mürekkeptir. Bu cüzlerin terekkübünden dahi, onun için bir hey'et-i vahdaniye vardır. Ne denir?.

Bu soruya şu cevabı veririz:

- Evet., o dahi bu cüzlerden mürekkeptir. Lâkin, bu cüzler, pak ve temiz olmuş değildir. Cezbe ve sülük yolu ile, siva kirlerinden halâs olmamıştır. Haliyle İnsan-ı kâmil cüzleri böyle değildir. Zira onlar, fena ve beka ile pak ve nazif olmuştur. Nitekim bu mana daha önce anlatıldı.

Bu cüzler, her insanda ayrı ayrı ve başka başka olduğundan; onlardan her cüz'ün dahi birbirine uymayan değişik halleri bulunduğundan, zarurî olarak, onun hey'et-i vahdaniyeden nasibi olmaz. Eğer bir hey'eti var ise, o da hakikî değil; itibarîdir. Amma, insan-ı kâmilin cüzleri böyle değildir. Zira o, temayüz ve tebayün vasfından çıktıktan sonra, imtizaç ederek karma bir durum almış; değişik halleri, birbirine uymayan hükümleri ondan ayrıldıktan sonra, bir hüküm üzerine karar kılmıştır. Böyle olunca da, hey'et-i vahdaniye onda zarurî olarak hakikat olmuş; itibarî olmamıştır. Tıpkı muhtelif ilâçlardan meydana gelen bir macun gibi.. Onların parçaları bir araya gelip bazısı bazısına karıştıktan sonra, onun için bir hey'et sabit olmuş; ayrı ayrı olan hükümler dahi ondan gitmiştir. Böylece, onun için tek. hüküm arız olmuştur. Bu manayı anla.. En iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

Ey Kardeş,

O et parçası için tesbit edilen bütün bu kemalât, ancak:

-«.. iki yayın birleşimi..» (53/9)

Mealine gelen âyet-i kerime ile anlatılan makamdadır. Burada, mazharda zahirden bir vasıf tevehhüm edilir. Her ne kadar burada, zahir olan asıl olup suret olan zil olmasa da, lâkin aynada zahir olan şahıs, mir'at vasfından beri ve tahir değildir. Bunun için de, iki kavs sabit olmaktadır.

Anlatılan makamın daha ötesinde ise:

-«.. daha da yakın..» (53/9)

Âyet-i kerimesi ile anlatılan makam vardır. Burası öyle bir makamdır ki: Orada zahir olan mazhardan bir vasıf almaz. Orada zaid olan bir şey dahi tahayyül edilmez, iki yay orada yoktur. Orada bir vasıftan başka bir şey tasavvur edilmez. Zira, anlatılan:

-«.. daha da yakın..» (53/9)

Makamına münasib olan da budur. Bu makamın muamelesi.

-«.. iki yayın birleşimi..» (53/9)

Âyet-i kerimesi ile anlatılan makamın muamelesine mugayirdir. İmkân âlemi yapraklarını çevirmek gerekir ki; yük:

-«.. iki yayın birleşimi..» (53/9) Manasından alınıp:

-«.. daha da yakın..» (53/9) Manasına geçirile.

***

Kelâmımız işaret, remz, beşaret ve hazinelerdir.

İlham eden Allah'tır.

Allah-ü Taâlâ, efendimiz Muhammed'e ve ashabına salât, selâm ve bereket ihsan eylesin.

***