Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

336.Mektup

336. MEKTUP

MEVZUU:

a) işin umdesi, sünnet-i seniyyeye ittiba edip beğenilmeyen bid'attan kaçınmaktır.

b) Tarikaî-ı Nakşibendiye-i Aliyye'nin diğer silsilelere nisbetle üstün meziyetli, ancak Sahib-i Şeriat Resulullah'a ittiba sebebi iledir. Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet.

c) Azimetle amel etmek.

d) Bu Tarikat-ı Aliyyeyi övmek.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mahdumzade Muhammed Abdullah'a yazmıştır. Allahu Teala ona selâmet ihsan eyleyip baki kılsın. Kendisini, son temennisine ulaştırsın.

Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile.

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.

***

Pek aziz oğluma yapacağım nasihat şudur: Sünnet-i seniyyeye ittiba. Allah, bu oğluma ve yanındaki sevdiklerine selâmet ihsan edip, kendisine uygun düşmeyen şeylerden korusun.

O sünnet-i seniyyenin sahibi olan zata dahi salât, selâm ve tahiyyet.

O nasihatin devamı şudur: Hoşnut olunmayan bid'atlardan kaçınmak.

Şu sıralarda nasıl İslâm'a gurbet gelmiş ve Müslümanlar dahi nasıl garib olmuş ise... aynı şekilde bu gariplikleri zamanla daha da artacaktır. O kadar ki, yeryüzünde:

-Allah...

Diyen kimse kalmayacaktır. Kıyamet dahi, insanların şerlileri üzerine kopacaktır.

Geçmiş zamanlarda, İslâm'ın kuvveti olduğundan; zaruri olarak bid'at zulmetlerine dayandı, ihtimal ki: O zulmetlerden bazısı nurani olarak hayal edildi. Bu da, islâmın nurunun şa'şaası içinde olabilir. Bu tahayyül dahi, bid'atın:

-Hasene...

Hükmü almasına sebep oldu. isterse hakikatta onun nuru ve hasene oluşu asla olmasın.

Ne var ki, şimdiki vakit böyle değildir. Bu vakitte, islâm'ın zaafı vardır. Onda, bid'at zulmetlerine tahammül tasavvur edilemez. Hatta bu manada, eskilerin ve yenilerin fetvası ile yürümek dahi yerinde olmaz. Zira, her vaktin kendine göre hükümleri vardır.

Görünürde, bid'atın çokluğundan ötürü alem bir zulmet içinde gibidir. Sünnet dahi gurbeti ve nedreti dolayısı ile bu zulmet denizinde yanan meş'aleler gibidir. Bid'atla amel etmek, bu zulmeti artırmaktır; sünnetin nurunu dahi artırmaktadır. Sünnetle amel etmek dahi, zulmetin azalmasına ve nurun artmasına sebep olur.

Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, dileyen bid'at zulmet nurunu çoğaltsın; isteyen sünnet nurunu artırsın. İsteyen şeytan topluluğunu artırsın; bu manada gelen ayet-i kerime şöyledir:

"Dikkat ediniz; şeytan topluluğu hüsrana uğrayanların taa, kendileridir. "(58/19)

Dileyen de Allah topluluğunu çoğaltsın; bu manada gelen ayet-i kerime meali şudur:

"Mutlak galip gelecek olanlar, Allah yolunda toplananlardır."(5/56)

Bu vaktin sofiyesi, insafa gelip İslâm'ın zaafını ve yalanın faş olduğunu mülahaza etmiş olsalardı; onlara lâzım gelirdi ki: Sünnetin dışında şeyhlerine uymayalar. Şeyhlerinin amel etmesi bahanesi ile yeni icad olan işleri yol tutup âdet edinmeyeler. Zira sünnete tabi olmak, elbette kurtarır; hayır ve bereket semereleri verir. Sünnetin gayrına uymak ise... tehlike üstü

tehlikedir.

Bir ayet-i kerime meali:

"Resul üzerine, ancak tebliğ (vazifesi) vardır."(5/99)

Saadeti bulunan o kimsedir ki, terk edilen sünnetlerden bir sünneti yerine getirip ihya eyleye ve amel edilmeye çalışılan bid'atlardan bir bid'atı dahi yok ede.

Bu, öyle bir zamandır ki: Hayrü'l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin bi'seti üzerinden bin sene geçmiştir. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Kıyamet alâmetleri dahi belirmiştir. Kıymet şartlarının dahi emareleri vardır.

Nübüvvet asrının uzaklaşması sebebi ile sünnet örtülmeye başlandı. Yalanın açığa çıkması illeti ile de bid'at aşikâr oldu. Artık, sünnete yardım edilmeye ve bid'atın dahi hezimete uğratılmasına ihtiyaç duyulur oldu.

Bid'atın revaçta tutulması, dinin tahribini muciptir. Bid'atçılara tazim etmek ise, İslâm'ın yıkılmasına sebep olur. Her halde şu hadis-i şerifi duymuş olacaksın:

"Bir kimse, bid'at sahibine tazim eder ise... İslâm'ın yıkılmasına yardım etmiş olur."

Bütün gayret ve tam bir hırsla sünnetlerden bir sünneti olsun yerine getirmeye; bid'atlardan dahi bir bid'atı kaldırmaya teveccüh edile. Böyle bir şeyi yapmak pek yerinde olur.

İslâm âdetlerini bütün vakitlerde yerine getirmek; bilhassa bu zamanda ki, İslâm, zaafa uğramıştır, sünnet-i seniyyenin tervicine, bid'atın dahi tahribine kalmıştır.

Eskiler, bid'atta hasene görüp onların bazılarını iyi bulmuşlardır; lakin Fakir, bu meselede onlara uymaz. Bid'at fertlerinden hiçbirini de iyi görmem. Onlardan hiçbir şeyi zulmet ve kudretten başka olarak hissetmem. Zira, bu manada. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Her bid'at dalâlettir."

İslâmın zaafında ve bu gurbette selâmeti, sünneti yerine getirmeye bağlı buluyorum. Helaki dahi, bid'atı yapmakta buluyorum. Amma hangi bid'at olursa olsun.

Bid'atı, islâm binalarını yıkan bir âlet gibi görmekteyim, sünneti dahi, dalâlet karanlığında kendisi ile yol bulunan aydınlık bir yıldız gibi bulmaktayım.

Allahu Teala, bu vaktin ulemasını muvaffak eylesin ki, asla bid'atın hasene olma cihetine gidip onun yapılması için dahi fetva vermeyeler. Her ne kadar bid'atın durumu, onların nazarında açık ise de, sünnetin arkasında şeytanın tesvilatının dahi büyük saltanatı(!) vardır.

Allahu Teala, bizden yana şeyhlerimizi, mükâfatların hayırlısı ile mükâfatlandırsın. Şunun için ki: Biz acizlere bid'at işleri yapmak için dalâlet etmediler; kendilerini taklid ederek tehlikeli zulmetlerin telkininde bulunmadılar; sünnete mütabaattan başka yol göstermediler; şeriat sahibi Resulullah'a ittiba dışında bir hidayet yolu dahi anlatmadılar. Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet. Bir de azimetle ameli emrettiler.

Hiç şüphe edilmeye ki: Onların tarikat esasları muhkemdir; vusul saraylarının binası dahi yüksek, kandilleri de aydınlıktır.

Bu zatlar, raksı ve semağı ayakları altına almışlardır. Vecdi ve tevacüdü dahi işaret parmakları ile ikiye ayırmışlardır.

Başkalarının keşifleri ve müşahedeleri bunlara göre yabancı ve ağyar sayılır. Bilgileri ve tahayyülleri dahi nefye müstahaktır; şöhrete değil.

Bu zatların muameleleri, müşahedenin ve idrakin ötesinde, bilinenlerin ve hayal edilenlerin taa ilerisindedir. Hatta muayenelerin ve mükâşefelerin de çok çok ötesindedir.

Başkalarının önemle üzerinde durdukları isbattır; bu büyük zatlar ise. sıvanın nefyine çalışırlar.

Bunlardan başkaları nefy ve isbat cümlesini tekrar ederler ki: isbat dairesi genişlesin; alem kendilerine inkişaf eylesin. Bu alem hakkıyet ve ayniyet unvanını, gayriyet unvanı ile ortaya atmaktadır. Anlatılanı yaparlar ki, her şeyi yüce mukaddes Hak olarak bulsunlar.

Amma, bu büyükler onlar gibi değildir.

-LA İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka ilâh yoktur) Kelime-i tayyibesini tekrar ederler ki: Nefy daireleri genişlesin. Cümle keşfedilen, müşahede edilen, bilinen şeyler:

-LA..

Kelimesi altına girsin, isbat canibinde dahi görülen, düşünülen bir şey kalmasın. Faraza, isbat canibinde bir şey zahir olsa dahi, onun da nefy tarafına döndürülmesi gerekir. Ta ki: isbat tarafından, müstesna kelimesini söylemekten başka bir nasib kalmaya.

Diğer tarikatlarda, nefy ve isbat zikri, müptedilerin haline münasiptir. Sırf isbat zikri olan Allah lâfzı ise... bundan sonra münasip düşer. Ta ki: isbat kelimesinin tekrarı ile keşfolunan müsbet için istikrar ve istimrar hasıl ola.

Bu büyüklerin durumuna gelince... tam onların aksinedir. Zira, evvelâ onda isbat vardır; bu isbatın nefyi dahi sonradan gelir. Bu manadan ötürü, bu Tarikat-ı Aliyye'de önce:

-ALLAH..

Lâfza-i celâl ismini zikretmek yerinde olur. Bundan sonra da nefy ve isbat zikri yapılır. Üstte anlatılan cümleyi duyan biri:

-Bu takdirde, bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyükleri için, isbat makamından nasip yoktur. Nefyden başka bir şeyleri de olmaz. Derse, bunun için şu cevabı veririm:

-Diğerlerinin isbatı, bu büyüklerin ilk hallerinde hasıl olur; lâkin üstün himmetli olduklarından ona iltifat etmezler. Hatta onu dahi nefye müstahak görüp nefyederler ve müsbet olan matlubu onun da ötesinde bilirler. Bunun için başkalarının isbatı da bunlara müyesser olmuştur. Büyüklerin makamına münasib düşen bu isbatın nefyi dahi bunlara hasıl olmuştur. Her nakıs kimsenin bu zatların meşguliyetlerine ve hallerine yolu yoktur. Bunların hakiki muamelelerini ve işlerini anlayamaz.

Bütün bu anlatılanlar, bu büyüklerin husul bulmama durumlarından bir parçadır ki, bu makamda aynen husul bulmaktadır. Eğer büyüklerce o büyüklerin elde ettikleri beyan olunsaydı; havas avama katılırdı. Müntehiler dahi, küçük müptediler gibi, ELİF BA öğrenmeyi tercih ederlerdi.

Bir şiir:

Boş söz yoktur hiç de Hafız'ın feryadında

İbretli söz, kıssa var anlattıklarında..

Başkalarının tercih ettikleri zat murakabesi, bunlara göre itibardan düşmüş; onda hiçbir şey hasıl olmayacak gruba dahil olmuştur. Zira, burada murakabe, zıllardan bir zıldan başka bir şey değildir. Ailahu Teala, onların yaptıkları vasıflardan yana çok çok yüceliğe sahiptir. Çünkü yüce Hakk'ın zatı, hatta isimleri ve sıfatları bizim fikrimizin ve murakabemizin dışındadır. Bu makamda cehl ve hayretten başka bir nasip yoktur. Ancak, burada anlatılan:

-Cehl ve hayret...

Manaları, halkın anladığı manada bir cehl ve hayret değildir. Zira, bu manada alınırsa, kötü olur. Ancak, bu cehl ve hayret itminan ve marifettir.

Burada anlatılan marifet ve itminandan dahi murad, insanın fehmine sığacak gibi değildir. Zira o, keyfiyeti belli olan cinstendir; keyfiyeti belli olmayan için, ona nasib yoktur.

Bu makamda, keyfiyeti belli olmayan bir şekilde isbat ediyoruz; onun için:

-Cehalet veya marifet...

Tabirini kullanıyoruz. Mana değişmez; tadmayan da bilmez.

Anlatılanların dışında, bu büyüklerin teveccühü, yüce mukaddes Ehadiyet'edir. İsim ve sıfattan yana, yüce mukaddes Zat'tan başkasını murad etmezler. Başkaları gibi, zattan sıfata inip zirveden aşağı düşmezler.

Asıl şaşılacak bir durumdur ki: O taifeden bir cemaat, Allah ismini zikri tercih ettikten sonra, onunla yetinmeyip sıfatlara tenezzül ettiler. Semi, basir, alim (duyan, işiten, bilen) isimlerini mülâhazaya koydular. Bundan sonra, anlatılan isimlerden uruc yollu ALLAH ismine gittiler. Acaba, neden Allah ismi ile yetinmeyip de yüce mukaddes Zat hadiyet'in gayrını teveccüh kıblesi eylerler?

"Allah kuluna yetmez mi.."(6/91)

Mealine gelen ayet-i kerime dahi bu manayı teyid eder.

Hulasa...

Bu büyüklerin himmetlerinin nazarı, cidden yüksektir. Her uçup dönenin bunlarla bir bağlantısı yoktur. Anlatılan bu mana icabı olarak, diğerlerinin sonu, bunların ilki oldu. Bunların tarikatlarının müptedileri, diğer tarikatların müntehileri hükmünü aldı. Daha işin başında, bunların seferi vatanda başladı. Halvette dahi, kendilerine celvet hasıl oldu. Devamlı huzur, bunların günlük hasılatıdır; sermayeleridir.

Bunlar, o zatlardır ki, taliplerin terbiyesi bunların üstün sohbetine bağlıdır. Nakısların kemal bulması dahi, bunların mübarek teveccühlerine bira

kılmıştır. Nazarları, kalb marazlarına şifadır; iltifatları manevi illetleri giderir. Bunların bir teveccühü, yüz erbain işini görür. Bir iltifatları dahi, senelerin riyazetine müsavidir.

Bir şiir:

Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;

Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları.

*** Ey Said,

Bu beyandan, hiç kimse tevehhüm etmeye ki; bu vasıflar ve bu şemail, Tarikat-ı Nakşibendiye-i Aliyye üstazından her biri için hasıl olur. Öyle değil... Elbette, bu şemail bu Tarikat-ı Aliyye'nin büyüklerinin dahi en büyüklerine mahsustur. Bu zatlar, işi nihayetin dahi nihayetine ulaştırmışlardır.

Kendileri için, müridlik ve intisap sahih olup bu büyüklere bağlanmak sureti ile onlara karşı edebi gözetenlere dahi nihayetin bidayete dere edilmesi sabittir.. O kimse ki, Tarikat-ı Aliyye'den noksan birine düşer; bunun için nihayetin bidayete dere edilmesi tasavvur edilemez. Zira, onun şeyhi bile henüz nihayete ermemiştir; müptedisi hakkında nasıl nihayet tasavvur edilir?

Bir mısra:

İçindekidir, her kabın akıttığı.

***

Ey necat yolunu arayan,

Bu büyüklerin yolu, ashab-ı kiram yoludur. Allah onlardan razı olsun. Bu indirac, yani nihayetin bidayete indiracı dahi, o indiracın eseridir ki, Hay-rü'l-beşer Resulullah Efendimizin sohbetinde onlara müyesser olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm. Resulullah (sav) Efendimizin ilk sohbetinde bunlara müyesser olan, onların dışında kalan pek az kimselere nihayette hasıl olmuştur. Bu feyizler ye bereketler, birinci asırda zuhur eden feyizlerin ve bereketlerin aynıdır. İsterse ortaya nisbetle, ahir evvelden uzak olsun. Ne var ki iş, hakikatta bunun aksinedir. Çünkü, ahir evvele, ortadan daha yakındır, onun boyasına girmiştir; ortadakiler ister tasdik etsin, isterse etmesin. Hatta bu muamelenin hakikatini son gelenlerin dahi pek çoğu idrak edemez.

Selâm size ve hüdaya tabi olup Mütabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar.

***