Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

346.Mektup

346. MEKTUP

MEVZUU:

a) Sevenin nazarında; sevilen, her halde sevilendir. Ondan ise elem sudur etsin; isterse nimet.. Hatta, elem, pek az kimselerin nazarında, nimetten daha çok sevginin artmasını icab ettirir.

b) Hamd etmenin, şükür etmek üzerine meziyetli oluşu..

Bu münasebetle bazı hususların beyanı..

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Mevtana Muhammed Salih Külâbi'ye yazmıştır.

Allah'a hamd olsun. Onun seçmiş olduğu kullarına selâm.

***

Pek Aziz Kardeş Mevlâna Muhammed Salih'in malumu olsun.

Sevenin nazarında; sevilen, daima sevilendir. Hatta işin aslına göre, bütün vakitlerde durum budur. Hatta bütün hallerde. İster elem versin; isterse nimet, durum aynıdır; o değişmeyen sevgilidir. Hem de her iki halde.

Mahabbet devleti ile müşerref olan pek çok insanlara göre, sevilene karşı sevginin artması, elem zamanından ise, nimet zamanında daha çoktur. Yahut, her iki vakitte de aynıdır.

Amma pek azları katında, bu muamele tam tersinedir. Yani onun elem vermesi, nimet vermesinden daha ziyade sevgisinin artmasına sebep olur.

Üstte anlatılan devletin mukaddimesi, sevilen zata karşı iyi zanda bulunmaktır. O kadar ki: Sevilen zat, sevenin boğazını bıçakla kesmeyi emretse, onun her uzvunu parça parça edip birini diğerinden ayırsa, seven kimse, bu durumun aynen kendisinin halâsı bilir; aynen felahı olarak tasavvur eder.

Seven kimsenin nazarından, sevilenin yaptığı işin kötülüğü kalkar ise ki bu, anlatılan iyi zannın husulü için olacaktır; işte o zaman; zati olan sevgi (muhabbet) devleti ile müşerref olur. iş bu zati mahabbet, bütün nisbetlerden ve itibarlardan arınmış olup, alemlerin Rabbı Allah'ın Habibine mahsustur. Ona ve âline salâtlar ve selâmlar.

Lezzeti ve ferahı dahi, o ikisinden daha çok elemde bulur.

Sanırım ki, anlatılan bu makam, rıza makamının üstündedir. Çünkü rızada, sevilenin fiilinden istenmeyenini def etmek vardır. Burada ise, o fiil ile lezzet bulmak vardır. Her ne zaman sevilen tarafından bir cefa gelecek olsa, isterse çok ve yüksek olsun; seven tarafından ferah ve sürür o kadar çok ve ziyade olur. Bu manadan da anlaşılıyor ki, ikisi arasında çok fark vardır.

Sevilen zat, seven kimsenin nazarında, işin özüne göre ve bütün vakitlerde, tüm hallerde nasıl sevilen bir zat ise... hiç şüphe edilmeye ki, aynı manadan olarak bütün vakitlerde, tüm hallerde hatta vakıada ve işin aslında övülen ve hamd edilen bir zat olmalıdır. Seven kimse, gerek onun nimet verdiği zaman, gerekse elem verdiği zaman onu övmeli ve sena etmelidir. Durum böyle olduktan sonradır ki:

-Muhibb-i Sadık... (Doğru seven...) ismini almak onun için yerinde olur.

Her halde Allah'a hamd olsun.

Hali anlatıldığı gibi olan bir seven kimse, darlıkta ve genişlikte Allah'a hamd edenlerden olur. Hem de hakiki manada...

Üstte anlatılan manaya göre; bir cihetten, hamd etmek, şükür etmek üzerine daha meziyetli bir durum alır. Çünkü, şükür etmekte, nimet verenin nimetini düşünmek vardır ki bu, sıfata dönüştür; belki de fiile bir dönüştür. Amma hamd etmekte düşünülen ise... hamd edilen zatın güzelliğidir; onun cemalidir. Bu güzellik ve cemal ise... ister nimet olsun; isters elem. Zira o Sübhan Zat'ın elemi dahi nimeti kadar güzeldir. Bu manadan ötürü, hamd etmek sena işinde daha tamam olup hüsn ü cemal mertebe sini daha çok üzünde toplar. Sıkıntı ve genişlik halinde daha bakidir. Amma şükür böyle değildir. Zira o, kusuru ile, tezce zeval bulur, nimetin gitmesi, ihsanın yok olması ile biter.

*** Üstte anlatılanlara bakılarak şöyle bir soru tevcih edilebilir:

-Bazı mektuplarında yazmış olduğuna göre; rıza makamı, mahabbet ve hubb makamının üstündedir. Burada dahi yazıyorsun ki, bu mahabbet rıza makamının üstündedir. Bu iki cümle arasında nasıl uygunluk bulunur?

Bunun için şu cevabı verebilirim:

-Bu, makam, yani anlatılan mahabbet makamını kasd ediyorum; öbür tarafta anlatılan mahabbet ve hubb makamının üstündedir. Zira bu makam, icmal ve tafsil olarak, nisbetleri ve itibarları şümulüne almıştır. Bu manadan olarak, her ne kadar bu mahabbet için:

-Zatidir...

Demişler ve bu hubbu dahi zati olarak tasavvur etmişlerse de: Lâkin onda, şüun ve itibarlardan nazarı kesmek yoktur. Amma bu makam öyle değildir. Ki bu, nisbetlerden ve izafetlerden arınmıştır. Nitekim, bu mana daha önce anlatıldı.

Bazı mektuplara dere edildiğine göre: Rıza makamının üstünde bir basamak mecali yoktur. Ancak, Resulullah (sav) Efendimiz için olan müstesna. Ve sanki o, bu makamdan ibarettir. Zira o makam, hatemü'r-rüsül Resulullah (sav) Efendimize mahsustur.

İşlerin hakikatlerini bütünüyle en iyi bilen Sübhan Allah'tır.

***

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki: Zahirdeki kerahet durumu, batının rızasına münafı olmadığı gibi, suretin acılığı dahi, hakikatin halâvetine münafi değildir. Şöyle ki: Kâmil bir irfan sahibinin zahiri ve sureti beşeri sıfatlardan aldığı hal üzere bırakılmışlardır. Ta ki, onun kemalâtına kubbeler olalar. Onun için dahi, iptilha ve imtihan hasıl ola. Hak dahi, batıl ile karışmış ola.

Şu mana dahi yerinde olur ki: Kâmil bir irfan sahibinin zahiri ve sureti onun batınına ve hakikatına nisbetle bir şahsın giydiği elbise gibi görüle. O sahsa nisbetle giydiği elbisenin durumu dahi malumdur. İrfan sahibinin hakikatına nisbetle suretinin değeri de budur.

Çoğu zaman, gözü kapalı, basireti örtülü olanlar, irfan sahibinin suretini dağ misali sanır. Onların suretlerini, hakikatleri olmayan kendi suretleri gibi tahayyül ederler. Bunun için de inkâr makamına girip mahrumiyet kesbederler.

Selâm, hüdaya ittiba edip Mutabaat-ı Mustafa'yı bırakmayanlara. (Ona ve âline salât, selâm ve tahiyyet)

***