Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

355.Mektup

355. MEKTUP

MEVZUU : a) Sofiyenin, seyri (manevi yolculuğu) enfüs ve afaka hasretmesi..

b) Bu seyirde, manen tahliye ve düzen isbatları..

c) Anlatılan manayı Kuddise Sırruhun men etmesi ve nihayetin nihayetini, enfüsün ve afakın (maddenin ve mananın) ötesinde Allah'ın inayet ile isbatı..

***

NOT: İMAM-I RABBANÎ Hz. bu mektubu, Mirza Hüsameddin Ahmed'in oğlu, Hace Cemaleddin Hüseyin'e yazmıştır.

Rahman Rahim Allah'ın adı ile..

Âlemlerin Rabbi Allah'a hâmd olsun. Salât ve selâm, Seyyid'ül-mürseline.. onun âl-i kiramına, ashab-ı izamına.. Taa, kıyamet gününe kadar..

***

Ey Aziz Oğul,

Allah-ü Taâlâ, seni mes'ud eylesin; anlatılanları akıl kulağı ile dinle..

Bir salik, niyeti tashih edip temize çıkardıktan sonra; ağır riyazetleri ve şiddetli mücahedeleri de öne alır, rezil vasıfları, güzel vasıflarla değiştirir, kendisine tevbe ve inabe müyesser olur, dünya sevgisi kalbinden gider, kendisi için tevbe, tevekkül rıza da hâsıl olur ise.. derece ve tertib üzere, misal âleminde hâsıl olan bu manaları da müşahede ile nefsini beşerî sıkıntılardan ve rezil sıfatlardan da saf temiz görür ise., elbette afakî seyri tamamlanmış olur.

Bir taife, bu makamda ihtiyatı tercih etmişlerdir. İşi şöyle kararlaştırmışlardır: Misal âleminde, yedi latifeden her bir latife, kendisine münasib olan nurlardan bir nurun sureti ile temessül edecek..

Safanın alâmeti manasını ise, şöyle yapmışlardır: Bu misale dayalı nurlardan bir nurun zuhuru olacak..

Bu seyre kalb latifesinden başlamışlardır. Sonra onu tedricen ve tertib ile, latifelerin müntehası olan ahfaya ulaştırmışlardır. Kalbin safası için de, şunu alâmet saymışlardır: Misâl âleminde kalb, kırmızı bir nur suretinde zuhur edecek..

Ruhun safası için dahi şunu alâmet saymışlardır: Sarı bir nur suretinde zuhur edecek..

Üstteki kıyas devam edip gider.

Afakî seyrin hâsılı odur ki: Salik, misal âlemi aynalarında, ahlâkının tegayyür ettiğini, vasıflarının da tebeddül ettiğini müşahede eyleye.. Bu âlemde, zulmetinin ve ağırlıklarının zail olup gittiğini de hissetmeli.. Böyle olmalı ki: Kendi safasına yakin hâsıl ola. Tezkiyesi dahi, ilim yolundan sabit ola.

Bu seyirde salik, ahvalini ve atvarım afak cümlesinden olan misal âleminde saat saat müşahede eder ve onda, bir hey'etten. diğer hey'ete geçişini görür ise., onun seyri afakta gibidir, isterse bu seyir hakikatta salikin nefsinde olan bir seyir olsun. Hareket dahi, vasıflarında ve ahlâkında keyfî bir hareket olur. Mademki, onun nazar sathı, kendisini görmekten uzaktı; o afak olup enfüs değildir. Seyir dahî, aynı şekilde afakadır.

Seyr-i ilellahın tamamını:

Afaka mensub olan bu seyrin tamamındadır.

Diye anlattılar. Fenayı dahi, bu seyre bağlı kıldılar. Bu seyirden dahi: "

Sülük..

Diye tabir ettiler. Bundan sonra bir seyir vaki olur ise.. onun ismine de:

Enfüsî. ismini verirler.. Bunun için dahi şöyle denir:

Seyr-i fillah.

Bekabillahı dahi, bu yerde sabit görürler.. Sülükten sonra cezbenin husulünü dahi bu makamda sabit görürler..

Birinci seyirde, salikin latifelerine tezkiye hâsıl olur ve beşerî sıkıntılardan halâs olur ise.. onlar için, salikin terbiyesine gelen cami ismin zılâli zuhuruna kabiliyet hâsıl olur.. O ismin akisleri dahi, o latife aynalarında dır. Bu latifeler dahi, o cami ismin cüz'iyat tecellilerine ve zuhuruna varidat yeri olur.

***

Bu seyir için, ancak şu manada: ? Enfüsî seyir..

Tesmiye ederler. Zira enfüs, isimlerin zılâl ve akislerine ayna olmuştur; salikin seyri enfüste olduğu için değil.. Nitekim, afakî seyirci"- dahi bu mana tekrarlandı. Şunun için:

Afakî seyir..

Demişlerdir; zira, onun aynalık itibarına göre olup seyrin afakta oluşundan değildir.

Anlatılan, hakikatta öyle bir seyirdir ki: Enfüs aynalarında, isimlerin zılâlinde bir seyirdir. Bunun için de, bu seyre:

Maşukun aşıkta seyridir.. Denmiştir.

Bir şiir:

Aynadakiler olmaz kendi hareketlerinden; Kabullenir o safa yüzüne geldiklerinden..

* **

Mümkündür ki, bu seyir için:

Seyr-i fillah.

Denile.. Şu itibara göre ki, onlar demişlerdir:

Salik, bu seyirde ilâhî ahlâk ile tahalluk eder. Bir yaratılıştan, diğer yaratılışa geçer..

Şu manadan ki: Mazharın; (zuhur yerinin,) zahirin bazı vasıflarından yana nasibi vardır; isterse bu nasib umumî manada olsun. Sanki onun seyri, Allah-ü Taâlâ'nın isimlerinden tahakkuk etmiştir.

Bu makamın tahkik nihayeti budur. Keza, bu kelâmın tashihi de..

Bu makam sahibinin hali nasıl olmuştur, bilinmez?. Konuşanın dahi, kelâmdan muradı ne şeydir? o da belli değildir. Her şahıs, kendi anlayışına ve vicdanına (gönülde bulduğuna) göre konuşur.

Konuşan, kelâmından bir mana murad eder; ama dinleyen o kelâmdan bir başka mana anlar..

Onlar enfüsî seyir için:

Seyr-i fillah..

Derler, bundan da, hiç bir zorlama görmezler.. Yine onun için sakınmadan:

Bekabillah..

Derler. Bunu dahi, visal ve ittisal makamı sanırlar..

Hâsılı: Bütün bu ıtlaklar, Fakir'e cidden ağır gelmektedir. Hiç şüphe edilmeye ki, onun tevcih ve tashihinde, bir başka manaya alınması için, zorlama irtikâb edilmektedir.

Bu başka manaya alınmaların bazıları onların kelâmından alınmıştır. Bazısı dahi; feyiz, ilham yolundan gelmektedir.

Afakî seyirde, rezaletlerden temizlenme hâsıl olmuş gibidir. Enfüsî seyirde dahi, ahlâk-ı hamide ile düzene girmek vardır. Zira, temizlenme, (tahliye) fena makamına münasiptir; düzene girmek (tahliye) ise.. beka makamına münasiptir. Halbuki, bu enfüsî seyir için bir nihayet tesbit etmemiş; onun kat edilmeyeceği hükmünü vermişdir; isterse ömür ebedi olsun.. Bu manada demişlerdir ki:

Mahbubun şemailine ve evsafına nihayet yoktur. Tahalluk eden salikin aynasında; onun sıfatlarından bir sıfat tecelli edip kemalâtından bir kemal zuhur eder. Bunun için bir inkıta nasıl olur?. Nihayet nasıl caiz olur?.

Anlatılan manada şöyle bir şiir de söylemişlerdir:

Koşsa bir zerre ömrü boyunca taleb ederek; Hayır veya şer için, kendini bulur giderek..

Afakî ve enfüsî seyirle husule gelen bu fena ve bekaya dahi:

Velayet..

İsmini verirler. Kemal nihayetini de burada görürler. Şayet bundan sonra, bir seyir vaki olur ise.. bu dahi onlara göre rücua bağlı bir seyirdir... Ki buna da:

Seyr-i anillah billah..

Tabirini kullanırlar. Aynı şekilde dördüncü seyir için de:

Seyrim fil-eşya..

Demişlerdir. Bu dahi, nüzule taalluk etmektedir. Bu iki seyri dahi, tekmil ve irşad için kararlaştırmışlardır. Nitekim, üstte anlatılan iki seyri de, kemalin, irşad talebinin velayetin husulü için kabul etmişlerdir.

***

Bir topluluk demiştir ki:

«Allah-ü Taâlâ'mn, nurdan ve zulmetten yetmiş bin hicabı vardır.»

Manasında buyurulan yetmiş bin hicap, afakî seyir ile açılır. Zira, yedi letaiften her bir letaifte on bin hicap açılır.

Üstte anlatılan manada, seyir tamama erdikten sonradır ki: Hicaplar dahi, tamamı ile kalkar. Salik dahi: Seyr-i fillah'ta tahakkuk eder; vasi makamına da ulaşır.

İşte.. velayet erbabının seyr-ü sülûkünün hâsılı budur. Kemal ve cami tekmillerin de bir suretidir.

Sırf Sübhan Hakkın fazlı ve keremi, ile, bu babda Fakir'e zahir olanı ve kendisinin de salik olduğu gibi yazacaktır. Ki bu: Nimeti izhar olup ihsana dahi şükürdür.

Bir âyet-i kerime meali:

«İbret alınız, ey basiret sahipleri..» (59/2) Bilesin ki,

Allah-ü Taâlâ, seni irşad eylesin ve doğru yola hidayet etsin. Sübhan Hak, keyfiyetten, misalden, benzerlikten, hayalde vaki olandan yana münezzehtir.

Sübhan Hak, afakin ötesinde olduğu gibi, enfüsün dahi ötesindedir.

Afakî seyir için:

Seyr-i b i l l a h.. Enfüsî seyir için dahi:

Seyr-i f i l l a h..

İsmini vermekte mana. yoktur. Şu manadan ötürü ki: Her iki afakî ve enfüsî seyir dahi,

Seyr-i ilellah..

Cümlesine dahildir. Halbuki seyr-i fillah'ı seyr-i enfüsîde kararlaştırıp dediler ki:

Bu seyirin nihayeti yoktur. (Yani: Enfüsî seyrin.)

Üstte de anlatıldığı gibi, bunun dahi ebedî ömründe inkıtaına cevaz vermediler.

Enfüs dahi, afak gibi imkân dairesi cümlesinden olduğuna göre: îmkân dairesini dahi o takdire göre kat etmek mümkün değildir. Böyle olunca, daima bir mahrumiyet ve sonsuz hüsran ortaya çıkacaktır; fena dahi, hiç bir şekilde o takdire göre tahakkuk etmeyeceği gibi, beka dahi tasavvur edilmeyecektir.

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca, vasi ve ittisal nasıl olacak?. Kurb ve kemal nasıl bulunacak?.

Sübhânellah..

Büyükler ki: Şarab yerine serapla yetinir; ilallahı dahi fülah sanır; imkânı dahi vücup tasavvur eder; lâkeyfî ve lâmislî için dahi:

Mislî ve keyfî..

Tabirini kullanır; küçüklerden ve düşük yaratılışlılardan nasıl şikâyet edebiliriz?. Düşülen bu ne belâdır?. Bu ne itibardır ki, enfüs için:

Hakk (celle ve âlâ)..

Tabirini kullanırlar. Onun seyrini dahi, sonsuz zannederler. Hem de, haddi ve nihayeti olmasına rağmen..

Bu enfüsî seyirde söyledikleri salikin mlr'atında Yüce Sultan Vacib Zat'ın esma ve sıfatının zuhuru dahi, isim ve sıfatların zılâlinden bir zü olup isim ve sıfatların aynen zuhuru değildir. İnşaallah anlatılan bu mana, bu mektubun sonunda yazılacaktır.

Ne yapabilirim?, ilim ve temyiz var iken, Yüce Mukaddes Zat'a karşı anlatılan edep dışı harekete nasıl cevaz verebilirim?. Kendisinden gayrına, o Sübhan Zat'ın mülkünde nasıl ortaklık hakkı verebilirim?. Bu büyüklerin Allah sırlarının kudsiyetini artırsın; haklarını üzerimde sabit busem dahi, zira ben onların çeşitli terbiyesini görmüşüm; ne var ki: Vacib Taâlâ'nın haklan onların tüm haklarının üstünde olup terbiyesi dahi, diğerlerinin terbiyesinin fevkindedir. Zira ben, bu vartadan, Sübhan Hakkın terbiyesi ile kurtuldum, onun gayrını kendi mülkünde kendisine ortak edemem.. O tüm noksan sıfatlardan münezzehtir.

Bir âyet-i kerime meali:

«Allah'a hamd olsun ki, buna bizi kavuşturdu. Eğer Allah bize hidayet etmeseydi, biz buna kavuşamazdık.» (7/43)

Sübhan Allah, keyfiyeti olmaktan, benzerden ve misalden münezzehtir. H?r ne ki: Keyfiyet ve kemiyet damgasını almıştır; o şey Sübhan Hakkın Zat'ından atılmıştır. Sübhan Hakkın Zat.na afak ve enfüs aynalarında yer olamaz.

Her neki, bu anlatılanlardan zuhura gelir; o dahi matharlar gibi keyfiyete ve kemmiyete bağlı kalır.

Afaki ve enfüsü geçip Sübhan Hakkı bunların ötesinde aramak gerek.

İmkân dairesi dahi üstte anlatıldığı gibi olup ister afaki olsun; isterse enfüsî.. onlarda Sübhan Hakkın zatı için tecelli yeri yoklar. Hatta doğrudan doğruya, isimlerinin ve sıfatlarının tecellisine dahi yer yoktur. Oralarda her ne zuhura gelir ise.. isimlerin ve sıfatların zılâli, bir kalıbı ve misalidir. Hatta, isimlerin ve sıfatların zıllıyeti ve misaliyeti dahi afakin ve enfüsün haricindedir. Bu makamda bundan fazla terbiye ve kudretin nakşolması yoktur. Zuhur kime?.. Tecelli nerede?. Zira, Sübhan Hakkın isim ve sıfatlan dahi zatı gibi olup keyfiyetten, benzeri olmaktan, misalden münezzehtir. Afakin ve enfüsün ötesine çıkılmadıkça; isimlerin ve sıfatların zıllıyeti bilinmez.. İsimlere ve sıfatlara vâsıl olmak nerede?.

Bu muameleden daha acaibi şudur ki: Ben keşiflerimden ve yakine dayalı malumatımdan konuşacak olsam; bu meşayihin zevklerine muvafık düşmeyeceği gibi, onların keşiflerine mutabık da düşmez. Böyle olunca, kim sözümü doğrular ve kim kabul eder?. Şayet konuşmasam, susup dursam o zaman da, hakkın batıla karışmasına cevaz vermiş olurum.. Yüce Mukaddes Hak için caiz olmayan şeye yol vermek yoktur. Bu manadan olarak, Yüce Mukaddes Hakkın zatına lâyık olanı zarurî olarak izhar ediyorum. Onun mukaddes zatına münasip düşmeyeni dahi atıyorum. Başkalarının ayrı düşünmesine aldırmıyorum; onun için gam da çekmiyorum. Bankalarının muhalefetinden ancak şunun için korku tahakkuk eder ki: Muamelemde bir tezebzüb, keşfimde bir şüphe buluna.. Amma işin hakikati sabah aydınlığı gibi, ortaya çıkınca ve muamelenin aslı dahi ayın on dördü gibi açıklığa kavuşunca zılâl mertebelerini dahi geçince, benzerlikten ve misalden dahi üste çıkınca şüphe nerede kalır?. Tezebzüb o zaman kime arız olabilir?. Hazret-i Şeyhimiz şöyle anlattı:

Hallerin sıhhatine alâmet odur ki, kemal üzere yakın hâsı] ola..

Sonra.. iştibah ve tezebzüb nasıl tasavvur edilir ki: Yüce Hakkın sonsuz inayeti ile o büyüklerin hallerine tafsil üzere ittıla müyesser oldu. Tevhid ve ittihad maarifi, ihata ve sereyan sırları dahi keşfoldu.

Onların keşiflerinin ve müşahedelerinin hakikati dahi ele geldi; ilimlerinin ve maarifinin dahi incelikleri izaha kavuştu. Sonra..

Bir müddet bu makamda kaldım. Onların azım ve çoğuna idrâk ettim. Ki bu idrâk ediş, Allah-ü Taâlâ'nın dilediği kadar oldu. Allah'ın fazlı ile, işin sonunda zuhura geldi ki: Bütün bu olanlar zılâl oyunlarıdır. Bir benzerlik ve misal sarmasıdır. Matlub ise.. bunun ötesinin dahi ötesindedir; maksud dahi, bunun başkasıdır.

İşte bundan sonra lâmislî olan zata yöneldim; hem de her şeyden iraz edip kemmiyet ve keyfiyet damgasını alan her şeyden teberri ederek..

Bir âyet-i kerime meali:

«Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah'ı bir tanıyıcı) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.» (6/79)

Eğer muamele bu şekilde olmasaydı, meşayihin hilâfına dudağımı oynatmazdım; zan ve tahminle onlara muhalefet izharında bulunmazdım.

Sonra., bu aykırı durum, Yüce Sultan Vacib Taâlâ'nın zatına taalluk etmeseydi; kelâm dahi onun tenzihinden ve takdisinden olmasaydı elbette o büyüklerin keşiflerine aykırı bir mana zahir olmazdı. Onların ilimlerine muhalif düşen bir kelâm dahi hâsıl olmazdı..

Ben ki: Onların devlet bağının en küçük salkımıyım; en azından onların nimet sofralarının kırıklarını toplayanıyım.. Şu manayı dahi mükerrer olarak açıkladım: Onlar, beni çeşitli yollardan terbiye ettiler; kat kat keremlerle, ihsan ve terakkilerle bana menfaatleri

dokundu. Amma ne yapabilirim ki: Sübhan hakkın hakları onların haklarının dahi fevkindedir. Bahis. Yüce Sübhan Hakkın zatına ve sıfatına düşünce, bazı işlerin itlakı dahi o Mukaddes Zat'a lâyık olmadığı anlaşılınca; işbu yerde diğerlerine karşı muhalefet olur korkusu ile sükût etmek elinden ve diyanetten uzak manadır. Kulluk ve itaat makamı, ihtilâfa dayalı meselelerde meşayihle bir olup ulemaya karşı muhalif durmaya takat getiremez. Bilhassa, nazar ve istidlal yolundan elde edilen tevhid ve diğer meseleler üzerinde..

Bu ihtilaflı işlerde, Fakir'in meşayihle olan ihtilâfı, keşif ve şühud yolundan olmaktadır.

Ulema, o işlerin (yani: Meşayihin ihtilaflı işlerinin) kabahat olduğuna kail olmaktadırlar.

Bu Fakir dahi o işlerin güzelliğine kaildir; ama, onun üzerinde durmayıp geçmek şartı ile..

Şeyh Alâüddevle'nin bu meselede ihtilâfı ise., yani: Vahdet-i vücud meselesinde., ulema tavrına benzer; kabahat olduğuna nazar etmektedir. İsterse ona kesif yolu ile girmiş olsun. Zira, kesif sahibi onun kabahat olduğuna kail olamaz.. Çünkü bu mesele: Garib halleri mutazammın, olup hayret verici maarifi şümulüne almaktadır.

Bu babda netice söz şu ki:

Anlatılan makamda devamlı kalmak beğenilecek gibi olmayıp o haller ile yetinmek dahi iyi değildir.

***

Burada, şöyle bir soru akla gelebilir:

Bu takdirde, meşayih batıl üzere olup hak dahi onların keşif ve müşahedelerinin ötesindedir. Ne cevap verilir?.

Bunun için şu cevabı veririm:

Batıl odur ki, sadakata hamledilecek (doğruya yorulacak) yeri olmaya.. Halbuki, bizim üzerinde durduğumuz hallerin menşei Sübhan Hakkın mahabbet galebesi ve onun sevgisinin istilâ etmesidir. O kadar ki, onların basiret nazarında Sübhan Hakkın gayrına ne isim vardır; ne de nişan.. Gayrın ve gayriyetin namı nişanı tamamen silinip yok olmuştur, işbu vakitte onlar: Sekrin ve halin galebesi dolayısı ile ağyarı ve sivayı yok bilmektedirler. Bu durum, onlar için zarurî olmaktadır. Sübhan Hakkın gayrı olarak dahi bir mevcud görmezler. Bu manada batıl olmak nerede?. Butlan nerede?. Hatta bu yerde hakkın istilâsı ve batılın dahi butlanı vardır.

Bu büyükler, kendi nefislerini ve başkalarım Yüce Hakkın mahabbetinde satıp kendi nefislerinden ve başkalarından yana nam ve nişan bırakmamışlardır. O kadar ki: Batıl onların gölgesinden dahî kaçar.. İşte orada, her şey haktır ve hak içindir.

Nazarları onların hakikatından yana, zahire kısılıp kalan ulema neye nail olabilir ve surette muhalefetten başka ne anlayabilirler?. Onların kemalâtından yana ne alabilirler ki?.

Burada kelâm, şu manadadır: Bu hallerin ve maarifin ötesinde bir başka kemalât vardır. O kemalâta ve hallere nisbetle bu kemalât, umman denize nisbetle bir damla gibidir.

Bir şiir:

Düşer kıyaslarsak sema ile arşı;

Yerle kıyaslarsak, ne var ona karşı?.

***

Biz yine asıl mevzuumuza dönelim.. Onlar şöyle diyorlardı:

Afakî seyirde, zulmanî hicaplar tamamı ile kalkar. Nitekim, onların bu cümlesi daha önce geçti.

Fakir'e göre, bu cümle biraz karışık gelmektedir; hatta bu mananın aksi sabit olmuştur. Asıl şahid olunan mana şudur ki: Zulmanî hicapların açılması, bütün imkân mertebelerinin geçilmesine kalmıştır. Bu da ancak, afakî ve enfüsî seyirle müyesser olacaktır.

Nuranî hicapların (nurdan perdelerin) açılması ise... vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının seyrine bağlıdır. O kadar ki: Bu seyri yapan kimsenin nazarında ne isim, ne sıfat, ne şan ne de itibar kalacaktır. işte o zamandır ki: Nuranî hicapların tamamı ile açılması kendisine müyesser olur; vasl-ı uryan ile dahi o zaman müşerref olur. İsterse husul itibarı ile bu vasi az olsun; isterse bu vaslın varlığı, bulunmaz bir şey olsun..

Afakî seyirde, zulmanî hicapların yarısı açılır mı yoksa açılmaz mı bilinmeyen bir şeydir; nuranî hicapların açılması orada nasıl tasavvur edilebilir?.

Bu babda netice söz şu ki: Zulmanî hicaplarda mertebeler değişiktir. Bu değişiklikler dahi, şüphelere sebeb olmaktadır.

Şöyle ki: Zulmetin kendisi, az olarak, nisbî nuraniyet unvanı ile zuhur edip zulmanî olan nuranî olarak hayal edilse dahi, yine de zulmanî olan zulmanî, nuranî olan dahi nuranîdir. Görüşü keskin olan bir kimse, onların birini diğeri ile karıştırmaz, İştibah menşei olan vicdanı dolayısı ile zulmete nur hükmünü vermez.

Bir âyet-i kerime meali:

«Bu, Allah'ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Bu Fakir'in sülûkü ile müşerref olduğu yol, cezbeyi ve sülûkü cami bulunmaktadır. Tahliye (Noktalı HA ile yazılmıştır) ve tahliyeden her biri diğeri ile içtima etmiştir. Tasfiye ve tezkiyeden her biri

diğeri ile bu yerde iktiran etmiştir. Seyr-i enfüsî dahi, bu makamda seyr-i afakî'ye tazammum etmektedir. Tasfiye gözünde tezkiye vardır; tahliye (noktalı HA ile) dahi tahliyenin aynıdır. Cezbenin kendisi, sülûkü tahsil etmekte olup enfüs dahi afaki şümulüne almaktadır.

Ne var ki, tahliye (noktalı HA ile) ve cezbe için zatî takaddüm olup tasfiyenin dahi tezkiye üzerine zatî sebkatı vardır. Nazara alınması gereken dahi enfüs olup afak değildir.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca hiç şüphe edilmeye ki: Bu tarikat, vusule en yakın olandır. Hatta derim ki:

Bu tarikat, elbette vuslata erdirir; onda vuslata ermeyişin ihtimali yoktur. Bunun için de Allah-ü Taâlâ'dan istikâmet dileyip ondan fırsat taleb edilmelidir.

Üstte dedim ki:

Bu tarikat elbette vuslata erdirir..

Bunu ancak şunun için dedim: Bu tarikatın ilk adımı cezbe olup o dahi vusul dehlizidir.

Duraklama yerleri, ya sülük menzilleridir; yada cezbe yerleri.. amma sülûkü tazammun etmez.. Her iki mani dahi, bu tarikatta kalkmıştır. Çünkü, sülük bir uydu olup cezbe zımnında hâsıl olur. Orada ise., halis sülük olmadığı gibi, kesik cezbe dahi yoktur id: Yol kapalı olsun..

Bu yol, enbiyanın yoludur. O büyükler, değişik derecelerine göre bu yoldan vuslat menzillerine ermişlerdir. Bir adımda afala ve enfüsü kat edip adımlarını afakin ve enfüsün ötesine atmışlardır. Muameleyi, sülûkün ve cezbenin üstüne yükseltmişlerdir. Zira, sülûkün nihayeti afakî seyrin nihayetine kadardır; cezbenin nihayeti ise.. enfüsî seyrin nihayetine kadardır. Afakî ve enfüsî seyir nihayete erdikten sonra sülük ve cezbe muamelesi dahi tamam olur. Bundan sonra ne sülük kalır; ne de cezbe..

Üstte anlatılan mana her salik meczubun ve her meczup salikin hasavlasında olacak cinsten değildir. Zira, onlarda enfüs ve afakin ötesine adım atacak mecal yoktur. Farz ve takdir ile ebedî Ömür bulup onu dahi enfüsî seyre sarf etseler, yine de bu manayı zan yolu ile dahi bilemezler.

Büyüklerden biri şöyle bir şiir söylemiştir:

Koşsa bir zerre ömrü boyunca taleb ederek; Hayır veya şer için, kendini bulur giderek..

Bu manada bir şiir daha önce de geçti.. Bir başkası şöyle bir şey anlatmıştır:

Tecelli zattan gelir. Bu da ancak kendisine tecelli edenin suretine göre olur. Kendisine tecelli edilen dahi, Hak aynasında kendi suretinden başkasını görmez; zira onu görmesi mümkün değildir.

Şunun bilinmesi yerinde olur ki:

Şeyhlerim, hidayet edenlerim ve Allah-ü Taâlâ'ya ulaştıran delillerim o zatlardır. Bu yolda gözlerim, onların vesilesi ile açıldı. Bu gibi sözleri etmeye, onların vasıtası ile dilim vardı. Bu tarikatta, ELİF BA dersini onlardan aldım. Mevleviyet melekesini, onların mübarek teveccühleri ile tahsil ettim. Eğer bir bilgim var ise., onlara uymaktan ileri gelmektedir. Eğer bende bir marifet var ise., o da onların iltifat eserleri olmaktadır.

Tarikatta, nihayetin bidayette olduğunu bu büyüklerden öğrendim.

Kayyumiyet cihetine cezbe nisbetini dahi onlardan aldım.

insanların, erbainlerde alamayacağını, onların bir nazarı ile aldım, insanların, seneler içinde elde edemeyeceğini, onların bir cümlesi ile buldum.

Bir şiir:

Nail olan bir nazara Şems-i Tebriz'den; Söyler alaylı alaylı on erbainden..

Şu şiiri söyleyen dahi güzel-söylemiş:

Pek güzeldir Nakşibendîlerin yolculukları; Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları..

***

Üstün yaratılışlı olmaktan ve himmetin yüceliğinden; bu tarikatın başlamasını, seyr-i enfüsîde kararlaştırdılar. Seyr-i afakîyi dahi onun zımnında kat ettiler.

Vatanda sefer..

Tabiri dahi onların ibarelerinde, anlatılan bu seyirden kinayedir.

Bu büyüklerin yollarında mesafe pek yakındır; vuslat dahi çok yakındır. Diğerlerinin nihayet seyri, bunların ilk seyridir. Bunun için şöyle demişlerdir:

Biz nihayeti bidayete dere ediyoruz..

Hülâsa.. bu büyüklerin yollan sair meşayihin tarikatları arasında cidden üstündür. Allah onların hepsinin sırlarının kudsiyetini artırsın. Bunların huzuru ve şuurru için şöyle demek mümkündür ki:

Pek çoklarının şuurundan üstündür.

Yine anlatılan mana icabı olarak, şöyle demişlerdir:

Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir.

Burada anlatılan nisbetle dahi, huzuru ve şuuru murad etmişlerdir.

Lâkin, enfüsün ve afakin ötesinde, sülûkün ve cezbenin ilerisinde evliya velayeti için adım atıp geçecek yer olmadığından; bu büyükler zaruri olarak, enfüs ve afakin dışında bir haber vermemişler; sülük ve cezbenin dışında bir kelâm etmemişlerdir. Velayet kemalâtı şanında bir ölçü olarak şöyle derler:

Fenadan ve bekadan sonra, ehlüllah her ne görecek olurlarsa onu kendi nefislerinde görürler. Bir şeyin marifetine sahip olsalar, onu da yine kendi nefislerinde bulurlar.. Onların hayretleri dahi, kendi nefislerinde olmaktadır.

Bu manada, bir âyet-i kerime meali:

«Kendi nefislerinizde, görmüyor musunuz?.» (51/21) Sübhan Allah'a hamd-ü şükürler olsun.

Bu büyükler her ne kadar enfüs haricinde kelâm etmemekte iseler de enfüsle iptilâya dahi uğramış değillerdir. Bunların muradları odur ki: Enfüsü (LA) kelimesi altında küalar; tıpkı afak gibi.. Gayret sebebi ile onu da nefyederler. Bu manadan olarak, Hace-i Azam söyle dedi:

Her ne ki duyulur; görülür ve bilinir o Sübhan Hakkın gayrıdır. Onu nefyetmek gerekir. Amma (LÂ) kelimesinin hakikati ile..

Bir şiir:

Onları aldatmaz şu nakış bu nakış giderler; Daima benzerden münezzehin yolunu gözlerler.

***

Şunun bilinmesi yerinde olur ki, gayriyeti nefyetmek gayriyetin yok olması demek değildir. Bu ikisi arasında çok fark vardır. Yukarıda, şöyle bir cümle kullandım:

Cezbe ve sülûkün haricinde, afak ve enfüsün dışında velayet için adım atma mecali yoktur.

Bunu ancak şunun için söyledim: Bu dört erkânın haricinde velayet için nübüvvet kemalâtının mebdeleri ve mukaddimeleri vardır. Velayet eli, bu üstün ağaca uzanmaktan yana kusurludur. Bu devlete erenlerin pek çokları, enbiyanın ashabı oldu.. Sair ümmetlerden dahi bu devlete azdan az erenler tebaiyet ve veraset yolu ile erdi. Yani: Enbiyaya uyarak.. onların varisi olarak.. Onlara salât ve tahiyyat.

O zatlar, cezbeyi ve sülûkü dahi cami olan bu yola girerek, nice uzun menziller kat ederek, adımlarını sülûkün ve cezbenin dahi ötesine attılar; zılâl dairesinden dahi tamamen çıktılar. Enfüsü ve afaki dahi arkalarında bıraktılar.

Bu makamda berki olan zatî tecelli vardır. Bu, başkalarına çakan bir şimşek gibi olup bunlara daimîdir. Hatta bu büyüklerin muameleleri berki olan tecellinin de diğerlerinin de üstünde bulunmaktadır. Zira, tecelli, zıllıyetten bir parça alır. Zıllıyetten bir nokta dara bu büyüklere göre koca bir dağ gibidir.

Bu büyüklerin ilk işi, cezbe ve Yüce Sultan Allah'ın mahabbetidir. Şanı büyük Allah'ın sonsuz mahabbeti artık, saat saat istilâ ederek kuvvetlenince onun zatından gayrının mahabbeti zarurî olarak zevale yüz tutar.. Tedricen ağyar ile taalluk kalkar.

Yüce Hakkın sevgisinin istilâsı ile devlet sahibi olan bir kimseden ki: Tamamen ondan başkasının mahabbeti zail olur; onun yerini dahi Sübhan Hak ile taalluk ve mahabbet alır ise.. kendisinden rezil vasıflan ve düşük ahlâkı bütün bütün kalkar. İşte o zaman, güzel huylarla bezenir. Makam-ı aşere ile de tahakkuk eder.. Şayet kendisi için, afakî seyir ile bir taalluk var ise., o dahi tafsilli sülük sıkıntısı olmadan müyesser olur; ağır riyazetlere hacet kalmadan ve şiddetli mücahedelere girmeden yerine gelir..

Mahabbet, mahbuba itaati gerektirir. Mahabbet ki kemalini bulur; o zaman tamamen itaat hâsıl olur. Beşerî kuvvet ölçüsüne göre pek tamam olmak üzere, itaat ki hâsıl oldu; makamat-ı aşere dahi aynı şekilde müyesser olur.

Anlatılan seyr-i mahbubî ile, nasıl afakî seyir tamam oluyorsa.. enfüsi seyir dahi onunla tamam olur.

Üstte anlatılan manaya işaret olarak Muhbir-i Sadık Resulüllah S.A. efendimiz şöyle buyurdu:

«İnsan, sevdiği ile beraberdir.»

Bu manadan olarak mahbub ki, enfüsün ve afakın ötesindedir; muhibbin dahi, maiyet hükmüne göre afaki ve enfüsü geçmesi gerekir. Seyr-i enfüsî'yi dahi zarurî olarak geride bırakır. Böyle olunca da onun için maiyet devleti husule gelir.

Mahabbet devletinin bereketi ile, bu büyüklerin afak ve enfüsle uğraşmaları yoktur. Hatta afak ve enfüs, bunların emrine tabîdir. Sülük ve cezbe dahi bunların muamelesine uydurulmuştur.

Bu büyüklerin baş sermayesi mahabbet olup onun lâzimesi (ayrılmaz parçası) olan mahbuba itaattir. Mahbuba itaat dahi, şeriat emrinin yerine getirilmesine bağlıdır. O şeriatın sahibine salât ve selâm.. İşbu şeriat dahi Allah-ü Taâlâ'nın razı olduğu dindir.

Kemal derecede mahabbetin alâmeti odur ki: Kemali ile şeriatın emirleri yerine getirile.. Kemali ile şeriatın emirlerinin yerine getirilmesi ise.. ilme, amele, ihlâsa, kalmıştır. İhlâs ise.. bütün sözlerde ve amellerde, bütün hareket ve sekenatta tasavvur edilir. Bu dahî muhlis kulların nasibidir. Muhlis kullara gelince.. onlar muammayı nasıl idrâk edebilirler?. Herhalde şu cümleyi duymuş olacaksın:

Muhlisler, büyük tehlike içindedirler.

***

Biz, yine esas mevzuumuza dönelim.. Deriz ki:

Sülükten ve cezbeden maksud, nefsin düşük huylardan ve rezil vasıflardan temizlenip tasfiye edilmesidir.

Bütün bu ..kötülüklerin başı, nefis ile taalluktur; onun muratlarını ve arzularını tahsil cihetine gitmektir. Böyle olunca da mutlaka seyr-i enfüsî gerekli olacaktır. Bu seyir olmadan, kötü sıfatlardan geçip güzel huylara intikal etmenin yolu yoktur.

Burada, afakî olan seyir maksad dışıdır. Ona uzanacak bir garazın taalluku dahi yoktur. Zira, afaka dayalı alâkalar, enfüsî alâkalar vasıtası ile gelmektedir. Şundan ki: Bir insan, her neyi sever ise.. onu kendi nefsi için sevmektedir.

Mallan ve çocukları sevdiği zaman, 'ancak onlardan faydalandığı ve geçimini sağladığı için sevmektedir. Seyr-i enfüsîde Yüce Hakkın mahabbetinin istilâsı ile nefsine olan mahabbeti zail olduğu zaman; onun zımnında malına ve çocuklarına karsı olan mahabbeti dahi zail olup gider...Bu manada seyr-i enfüsi zarurî, seyr-i afakî dahi onun zımnında uydusu olarak, müyesser olur.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, enbiyanın seyri, enfüsle kalmıştır. Seyr-i afakînin kat edilmesi ise., onun zımnında uyduluğuna kalmıştır.

Seyr-i afakî dahi güzel olur. Ama, kat edilmeye fırsat bulunur ise.. Duraklamalar karışmadan itmam etmek müyssser .olur k ise.. Onun kat edilmesine fırsat., bulunmaz da, duraklama iptilâsına uğramak olur ise.. seyr-i afakîden sonra., malâyaniye girilebilir. Bu dahi -matluba maniler arasında sayılır..

Seyr-i enfüsî her ne mikdar kat edilir ise bir ganimettir. Zira, o seyyieden haseneye intikal sayılır. Bu ne "büyük bir nimet olur ki: Salik bu seyri itmam eyleye.. Enfüs dairesi dışına da çıkıp övüne..

Ne lâzım gelir o şeyden ki: Bir kimse enfüs telvinatını afak aynasında müşahede eyleye?. Kendi tagayyüratını dahi, orada muayene ede.. Tıpkı, misal aynasında kalbinin safasını bildiği ve onun safasını kırmızı nur olarak gördüğü gibi..

Acaba, o kimse neden vicdanım kullanıp da, safası işini dahi ferasetine havale etmez.. Bu manadan olarak:

On iki yaşına basanın tabibe ihtiyacı olmaz.

Darb-ı meseli meşhurdur. Zira, mümkündür ki: Kendi hallerinin telvinatını, sahih vicdan ile idrâk eyleye.. Açık feraseti ile, sağlığını ve hastalığını neden bilmez!.

Evet., afakî seyirde, ilimler ve marifetler vardır. Hatta çokça zuhurat dahi vardır. Ne var ki, hepsi zılâle raci olup teşbih ve misal yolludur. Bazı mektuplarımda, risalelerimde tahkikini yaptığım gibi, enfüsî seyir zılâle taalluk eder ise., bundan lâzım gelir ki: Afakî seyir dahi zilim dahi zıllına taalluk ede.. Zira afak, enfüs için, zillin dahi zilli olup onun zuhuruna dahi bir aynadır.

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, nefsin ahvalini afak aynasında müşahede eden ve safayı, gönül temizliğini ondan bilenin misali şudur: Kendisini uykuda veya rüyada sultan olmuş görür veya vaktin kutbu olarak müşahede eder. Ne var ki o: Hakikatte sultan olmadığı gibi, vaktin kutbu dahi değildir. Zira, sultan ve kutup odur ki: Zahirde kutbiyet ve saltanat mansıbı ile müşerref ola.. Bu babda netice söz şu ki: O rüyadan A'eya düşten anlaşılan saltanat istidadının ve kutbiyet kabiliyetinin varlığıdır. Bu durumda gereken, odur ki: Muamelenin kuvveden fiile çıkması için, mektuplaşmadan çıkıp başbaşa kalmaya intikal yolunda can verile..

Üzerinde durduğumuz manada tezkiye ve tahliye dahi, enfüsî seyre bağlıdır. Bu manadan olarak, afakî seyirde gördüğü odur ki: Tezkiye istidadı ve tahliye kabiliyeti ola.. Seyr-i enfüsî ile, hariçte kendisini, pak ve temiz görmedikçe; vicdanı ile nefsini saf bulmadıkça, hakikatte onun fenadan yana nasibi yoktur. Makamlarla tahakkuk şanında dahi hazzı yoktur. Etvar-ı seb'a şanında dahi kabuktan başka bir şey hasıl edemez.

Üstte anlatılan manalara bakılarak, enfüsî seyir zarurî olarak, seyr-i ilellah grubuna dahildir. Aslında fena makamı olan seyr-i ilallahın tamam olması dahi seyr-i enfüsîye dahildir. Seyr-i fillah dahi, seyr-i enfüsîden nice merhale sonra tasavvur edilir..

Bir şiir:

Nasıl erilir o saadete hep oralar;

Yüksek yüksek dağlar, tehlikeli uçurumlar..

***

Ey Saadetli,

Salikin kendisine mensup olan ilmî ve hubbi taalluk, enfüsî seyirde zail olduğu zaman, kendi nefsi ile olan taalluk dahi zail olur. Kendi nefsi ile taalluku zail olunca da, onun zımnında ağyar ile taalluku dahi zail olur. Zira, ağyar ile olan taalluku, ancak nefsi ile olan alâkası dolayısı ile olmaktadır. Nitekim bu mananın tahkiki daha önce de geçti.

İşte burada anlatılan manadan da anlaşılmış oldu ki: Afakî seyir; enfüsî seyir zımnında kat edilmektedir. Salik dahi, bu tek seyirle nefsinin alâkalarından ve ağyarın alâkalarından kurtulmaktadır.

Üstteki tahkik ölçüsünden doğrulandı ki: Enfüsî seyrin manası ve afakî seyrin manası tekellüfsüzdür. Zira, hakikatta seyir, afakta ve enfüste olmaktadır. Eğer enfüs taallukatı, tedricen kat edilir ise.. enfüste seyir olur. Enfüsî seyir zımnında hâsıl olan afakî taallukatı kat etmek ise.. afakta seyir olur.

Bir başka manadan olan enfüsî seyir ile afakî seyir üstte anlatılanın aksinedir. Daha önce de anlatıldığı gibi, onlar tekellüfe muhtaçtır.

Evet.. hangi mahalde ki hakikat vardır; o tekellüften uzaktır.

Başarı ihsan eden Sübhan Allah'tır.

***

Dinle dinle..

Salikin mir'atında (gönül aynasında) Yüce Sultan Vacib Zat'ın isim ve sıfatlarının zuhuru ki bunu: Enfüsî seyirde tesbit edip tahliyeden sorun tahliye zannetmişlerdir; hakikatta, isimlerin ve sıfatların zuhuru değildir. Hatta, tahliyeden sonra tahliye de değildir. Elbette o, isimlerin ve sıfatların zılâlinden bir zillin zuhurudur; tahliyenin husulünü ve tasfiyenin, tezkiyenin kolaylaşmasını sağlar.

Üstte anlatılan mananın beyanı şöyledir:

Öncelik, o taraftan gelir ve bu, başlangıç için bir münasebet kurmaktır.

Üstte anlatılan durumda; önce. matlubun hilâlinden bir zıl, talibin aynasında zuhura gelir. Şunun için ki: Zulümatı ve küduratı zail ola; kendisi için tezkiye ve tasfiye meydana gele. Enfüsî seyrin tamam olmasına bağlı olan zulmetlerin zevali ve tezkiyenin, tasfiyenin husulü, Tahliye tasavvuru verir ve tahliye için de, istidad husule, getirir. Yüce Sultan Vacib Zat'ın isim ve sıfatının zuhuruna da hak kazandırır.

Enfüsî seyir, tasfiye ve tezkiyeye bağlı olan tahliye husule getirir.

Afakî seyirde tevehhüm edilen tahliyeye gelince, bu tahliyenin suret. olup hakikati değildir ki: Enfüsî seyirdeki tahliye husulü ile, vacibiyet isimlerinin ve sıfatlarının zuhuru tasavvur edile.. Yani: Onların anlattıkları gibi..

Üstteki beyandan anlaşılan gerekli mana şu ki: Zil ile ittisal inkıta ve infisalden öncedir. Zira, salikin mir'atında matlubun zılâlinden bir zıl in'ikâs etmedikçe, matlubun gayrından inkıta tasavvur edilemez. Asılla ittisal. ise., inkıtaın ve infisalin husulünden sonra meydana gelir.

Meşayihten, ittisali önde görenlerin muradı ise.. asılla ittisal olsa gerek..

İnfisali ittisalden önce görenlerin muradı ise.. asılla ittisal olsa yerindedir. Böyle olmalı ki: Her iki taifenin nizaı da lafza dönük buluna..

Şeyh Ebu Said Harraz, bu makamda çekimser olup şöyle der:

Halâs olmadıkça, nailiyet olmaz; nailiyet olmadıkça da halâs olmaz.. Bunların hangisi daha önce ve daha ileri bilemiyorum.

Burada, gerçek manada bilinen şu ki: Zılla nail olmak, halâstan öncedir. Asla nail olmak ise., hiç şüphe edilmeye ki: Halâstan sonra olmaktadır.

Nitekim, sabah aydınlığı da, güneş doğmadan önce güneş şualarının zılâl zuhurudur. Böyle olur ki, âlemi zulmetlerden temizleye ve onun için safa meydana getire.. Zulmetlerin zevalinden ve safanın husulünden sonra da güneşin kendisi doğar.

Üstte anlatılan mana icabı olarak, güneşin zillinin zuhuru, sabık zulmetlerin zevali meyanında sayılır. Güneşin kendisinin doğması dahi, sonradan gelen zulmetlerin zevali meyanındadır.

Sultanların doğmasına münasib olan dahi odur ki: tahliye ve tasfiyeden sonra ola.. İsterse, onların doğuş mukaddimesi olmadan tahliye ve tasfiye tasavvur edilmesin..

Hak zahir oldu; niza kalktı. Şüpheler dahi zail oldu. Doğruyu ilham eden Sübhan Allah'tır.

***