Mektubat-ı Rabbani-Tam Metin Tercümesi-Abdülkadir Akçiçek-Çile Yayınları-1979

357.Mektup

357. MEKTUP

MEVZUU:

a) Vahdet-i vücud ve onun şer'i ilimlere tatbiki sorusuna cevap.

b) "Allah bir kulu severse..."

Manasına gelen hadis-i şerif üzerine sorulan soruya cevap.

NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hacı Muhammed Mümin'in oğlu Muhammed Sadık'a yazmıştır.

Allah'a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm.

***

Diyorsun ki:

-Sofiye, vahdet-i vücuda kaii olmaktadır. Ulema ise, bu kavli küfür ve zındıklık olarak kabul etmektedir. Halbuki her iki taife de fırka-i naciyedendir. Size göre bu muamelenin hakikati nedir?

-Ey Muhib! Bu Fakir bu bahsin tahkikatını mektuplarında ve risalelerinde yapmıştır. Hem de tafsilatı ile. Ona göre, her iki taifenin nizaı dahi, lâfza raci olmaktadır.

Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen, madem ki sordunuz, zaruri olarak onun cevabını yazacağız.

Bilesin ki, Sofiyeden vahdet-i vücuda kail olup da, eşyayı Sübhan Hakkın aynı görerek her şeyin o olduğuna hükmeden kimsenin muradı, eşyanın yüce Hakla ittihad ettiği manası değildir. Ayrıca, tenzihin teşbih olup tenezzül etmesi, vacibin mümkün olması, lâmisli olanın dahi misli olmaya inkılâbı da değildir. Zira, böyle bir şey küfür ve ilhad olup dalâlet ve zındıklığa girer. Zira, burada, ne ittihad, ne ayniyet, ne tenezzül, ne de teşbih vardır. Halbuki, Sübhan Hak, şu anda olduğu üzere bakidir.

Noksan sıfatlardan münezzehtir o zat ki, zatı, sıfatı, isimleri kâinatın hadiseleri ile ona bir değişme gelmez. O Sübhan Zat, mutlak sarafeti üzeredir. Vücub evcinden, imkân bataklığına meyil de yoktur.

Onların her birinin muradı şudur: Eşya madum olup mevcud olan o yüce mukaddes Zat'tır.

Hüseyin b.Mansur Hallac'ın:

-ENEL HAK... (BEN HAK) sözünden muradı şu demek değildir:

-Ben Hakkım, Hakla ittihad ettim.

Zira, böyle bir cümle kullanmak müfürdür ve katlini mucibdir. Onun bu cümleden asıl muradı şudur:

-Ben yokum, mevcud olan Sübhan Haktır.

Bu babda netice söz şu ki: Sofiye, eşyayı Hakkın zuhurlarına aynalar halinde görüp onların isimlerinin ve sıfatlarının tecelligâhları sanmaktadırlar. Hem de tenezzül şaibesi, tagayyür ve tebeddül zannı olmadan. Nitekim, bir şahsın gölgesi uzayıp durduğu zaman:

-Bu gölge, o şahısla ittihad etmiştir; bunun onunla ayniyet beraberliği vardır, şeklinde bir cümle kullanılmayacağı gibi, şöyle dahi denemez:

-O şahıs, tenezzül edip gölge suretinde zuhur etmiştir.

Herhalde, o şahıs, sarafet asaleti üzerinedir. Tenezzül ve tagayyür şaibesi olmadan da gölge ondan var olmuştur, isterse, bazı vakitlerde, gölgenin varlığı bir cemaatın nazarından gizlenmiş olsun. Bu durum dahi, o şahsın vücuduna olan tam manası ile mahabbetlerinden dolayıdır. O kadar ki, onların müşahedelerinde, o şahsın varlığından başka bir şey asla yoktur. Herhalde, o zaman şöyle diyebilirler:

-Bu gölge o şahsın aynıdır.

Yani gölge yoktur, mevcut olan yalnız o şahıstır.

Üstte yapılan tahkikten şu mana gerekeli olarak çıktı; Sofiye katında eşya; Hakkın zuhuratına aynalar halindedir; ama yüce mukaddes Zat'ın aynı değildir. O zaman, eşya Haktan olur, ama Hak oImaz. Bu durumda onların sözlerindeki mana dahi şu olur:

-Hepsi ondandır.

Ulema-i kiram katında tercih edilen kavi dahi budur. Bu manadan ötürü, ulema-i kiram ile sofiye-i izam arasında dahi niza olamaz. Hakikatta sebatlı olarak onların sayılarını taa, kıyamet gününe kadar Allahu Teala artırsın.

Her iki kavun neticesi de aynı yere çıkar.

Sofiye der ki:

-Eşya, yüce Hakkın zuhurat aynalarıdır.

Ulema ise, böyle bir lâfızdan sakınır. Şunun için ki, hulul ve ittihad vehminden korunalar.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir:

-Sofiye, eşyanın zuhuratına kail olmakla beraber, onu hariçte yok görür ve dışta Sübhan Hakkın gayrına varlık için kail olmazlar. Ulema ise, eşyanın hariçte mevcud olduğuna kaii olurlar. O zaman, manada her iki taifenin nizaı da sabit oluyor.

Bunun için şu cevabı veririm:

-Sofiye, her ne kadar alemi haricen yok bilseler de, lâkin onun için hariçte mevhum bir varlık isbat ederler. Onun harici görünüşüne de kail olurlar. Harici olan mevhum kesreti de inkâr cihetine gitmezler. Bununla beraber şöyle derler:

-Hariçte bir görünüş hasıl eden bu mevhum varlık, vehmin kalkması ile kalkan vehme dayalı mevhum mevcudlardan değildir. Yani bir sebatı ve kararı olmayan cinsten. Amma, öyle değildir. Bu mevhum varlık, bu hayale dayalı görünenler; Sübhan Hakkın sun'u ve onun kudret nakşı olduğundan zevalden mahfuz olup halelden dahi masundur. Bu dünyanın ve öbür dünyanın muamelesi de buna bağlıdır.

Alemi vehimlerden ve hayallerden sayan sofestaiye zümresine gelince, sanırlar ki; vehmin ve hayalin kalkması ile alem dahi kalkar. Bunun için de derler ki:

-Eşyanın varlığı, bizim itikadımıza tabidir. İşin aslında onun bir hakikati yoktur. Eğer semayı arz olarak itikad edersek, o arz olur; arz dahi bizim itikadımız gereğince sema olur. Yine tatlıyı acı olarak hayal edersek, acı olur; acı dahi bizim itikadımıza göre tatlı olur.

Hülasa, bu mecnunlar, yüce Sultan dilediğini yapmakta Muhtar olan yaratıcının icadını inkâr ederler. Eşyayı, o yüce Zata dayandırmazlar. Bunun için, kendileri sapıttığı gibi, başkalarını dahi saptırırlar.

Sofiyeye gelince, hariçte eşyaya vehme dayalı bir varlık isbat ederler. Hem de, sebatı ve istikran olan bir varlık, vehmin ortadan kalkması ile de kalkmayan. Bu dünya hayatının ve ahiret hayatının muamelesi de, o vücuda bağlı olarak, daima ve ebedi olarak kabul ederler.

Ulemaya gelince, eşyayı hariçte mevcud olarak itikad ederler. Ayrıca, eşya üzerine ebedi olarak harici hükümlerin terettübüne dahi itikadları vardır. Durum böyle olmakla beraber; eşyayı yüce Hakkın varlığı yanında zait, nahif olarak tasavvur ederler. Mümkinin vücudunu dahi yüce mukaddes Hakkın varlığına nisbetle yok görürler.

Üstte anlatılan mana açısından bakılınca; her iki fırka katında dahi, eşyanın varlığı sabittir. Bu alemin ve öbür alemin hükümleri dahi ona bağlıdır. Vehmin ve hayalin kalkması sonunda, o kalkmaz. Böyle olunca da, ihtilâf kalkar ve niza zail olur.

Netice mana olarak, sofiye der ki:

-Bu varlık vehmidir.

Bunun sebebi de şudur: Uruc zamanı, eşyanın varlığı onların nazarından gizlenir; onların nazarında şanı yüce Hakkın varlığından başkası kalmaz.

Ulemaya gelince... Bu vücuda,

-Mevhum...

lâfzını ıtlak etmekten sakınırlar, vehme dayalı bir vücuda kail olmazlar. Ta ki, kısa görüşlü olan, onun kalkacağına hükmetmeye; sonunda, ebedi olan azabı ve sevabı inkâr eder.

Burada şöyle bir soru daha çıkabilir:

-Sofiyenin, eşyaya vehmi olan vücud isbatından gaye şudur ki; bu vü-cudla beraber, sebat ve istikrar dahi ola... Bu dahi, işin aslında böyle olmadığı gibi, vehimden başka bir şeyde dahi olmaz. Bir görüntü dışında dahi onun nasibi yoktur. Ulema dahi eşyanın hariçte işin aslına göre varlığına kail olurlar ve bu durumda dahi, niza bakidir.

Bunun için şu cevabı verebilirim:

-Mevhum olan varlık, hayale dayalı görüntü; vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmamış olsa dahi, işin aslında vardır. Misal olarak, farz etsek ki, vehim sahiplerinin tümünden vehim zail ojmuştur; yine de bu vücud sabit olur, vehimlerin zevali ile da zail olmaz. İşin aslının ve vakıanın bundan başka manası da yoktur. Ancak, mümkinin varlığında isbat edilen işin aslı ile, Vacib Taala'nın varlığında sabit olan arasında bir fark vardır ki, o da şudur: İkincisinin yanında birincisi, hiçbir şey olmamak durumundadır. O kadar ki, mevhumlar ve hayal edilenler arasında sayılır. Meselâ: Şekke düşülen külli cüzleri gibi... Bunlar arasında dahi, nice değişik farklar vardır. Nitekim, Vacib Taala'nın vücudana nisbetle mümkinin vücudu dahi, hiçbir şey olmama hükmünde olup ademler (yoklar) meyanında sayılır.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, hakikatta niza yoktur.

***

Burada bir başka soru dahi, şöyle sorulabilir: Bütün SyanVn vücudu için, işin aslında müteaddid vucudardmak lazım geldiğine göre işin aslında tek vücud olmamak lâzım gelir. Bu mana dahi, sofiye katında kabul edilerek ikrar edilen vahdet-i vücuda münafidir.

Ne denir?

Bu soruya şu cevabı veririm:

Her iki durumda da, işin aslına mutabıktır. Yani, işin aslındaki taahdüd-ü vücud ve vahdet-i vücuda. Ancak, cihet ve itibar değişik olunca, ıkı nakzedici şeyin içtima tevehhümü kalkmıştır.

Üstte anlatılan bahsi, bir misalle açalım. Şöyle ki:

Zeyd'in sureti aynada görülmektedir, işin aslına göre, aynada asla bir suret yoktur. Bu görülen suret dahi, ne aynanın altındadır; ne de yüzünde. Aynadaki bu suret dahi, bir tevehhüm itibarı ile olup oynada, hayali olan bir görüntü dışında husulü yoktur. Bu vehmi olan vücud ve hayali olan görüntü dahi, aynada bulunan surete sonradan arız olmuşlardır, işin aslında onların oluşu budur.

Üstte anlatılan manadan olarak, bir şahıs dese ki:

-Ben, Zeyd'in suretini aynada gördüm.

Aklen ve örfen o kimse bu sözünde doğrudur ve haklı sayılır. Edilen yeminlerin binası dahi bunun üzerinedir. Meselâ, bir şahıs yemin edip dese ki:

-Vallahi, Zeyd'in suretini aynada gördüm.

O kimse, bu yeminini boşa etmemiş olar.

Anlatılan durumda, Zeyd'in suretinin aynada husul bulmaması vardır. Oradaki husulü dahi, vehim ve tahayyül itibarı iledir. Her ikisi de, işin aslına uygun olan bir vakıadır. Lâkin birinci durum, işin aslında mutlak olup ikincisi ise, vehim ve tahayyül tavassutu iledir.

Burada asıl şaşılacak bir durum var ki, o da şudur: işin aslına münafi olan vehim ve tahayyül, işin aslı için hasıl edenler olmuştur. Eğer onlar olmasaydı, işin aslı da hasıl olmazdı.

İkinci bir misal de nokta-i cevvaldir; kendisine hariçte daire sureti arız olmuştur. Yani, hayal ve tevehhüm cihetinden. O makamda dairenin husulü haricen yoktur. O dairenin orada husulü dahi, vehim ve tahayyül itibarı iledir. Her ikisi de işin aslına mutabıktır. Lâkin dairenin husul bulmayışı, işin aslında mutlaktır. O dairenin onda husulü dahi vehim ve tahayyül ciheti iledir. Bu durumda, birincisi mutlak olup, ikincisi ise, mukayyeddir.

Üstte anlatılan misal açısından bakılarak, üzerinde durduğumuz vahdet-i vücud, işin aslı cihetinden mutlak olup, yine işin aslında taaddüd-ü vücud dahi, tevehhüm ve tahayyül itibarı iledir.

Itlak ve takyid mülâhazası ile, işin aslına göre iki mütenakız arasında tenakuz olmaz; iki nakzedicinin bir arada olması dahi isbat edilemez.

***

Burada bir başka soru dahi şöyle olabilir:

-Bütün vehim sahiplerinin vehminin zeval bulduğu farzedilince, vehme dayalı vücud ile hayali görüntü nasıl sabit olur?

Bunun için dahi şu cevabı veririm:

-Bu vehme dayalı vücud, mücerred vehmin ihtıraı ile hasıl olmamıştır ki; vehmin zevali ile zeval bulup gitsin. Elbet o, yüce Hakkın yaratması ile, vehim mertebesinde hasıl olmaktadır. Hatta, onun için itkan dahi hasıl olmuştur ki; zaruri olarak, vehmin zevaii ile ona bir halel gelmez. Onun için:

-Vehmi vücud, denmesi şu itibara göredir ki; Sübhan Hak onu his ve vehim mertebesinde yaratmıştır.

Hangi mertebede olursa olsun; Sübhan Hakkın halkı (yaratması) zevalden ve halelden mahfuzdur.

Bundan başka, Sübhan Hakkın halkı zaruri olarak işin aslına uygun olmaktadır; amma hangi mertebede halk ederse etsin. İsterse o mertebede işin aslında olduğu gibi olmayıp mücerred itibara göre olsun. Ne var ki, o mertebede mahluk işin aslına uygun bağlanmaktadır.

Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:

-Sübhan Hakkın hakkı, his ve vehim mertebesindedir.

Bunun manası şu demeye gelir:

-Allahu Taala, eşyayı öyle bir mertebede yaratmıştır ki; o mertebede, o eşya için his ve vehimden gayrı bir yerde sübut ve husul yoktur.

Nitekim gözbağcılar, birtakım gayrıvâki şeyler gösterirler; bir şeyi de on şey olarak göze getirirler. Halbuki o eşya için, on tane olmak, histen ve vehimden başka bir yerde yoktur. İşin aslında mevcud olan dahi, bir şeyden başka değildir. O on şeye, yüce Hakkın kudreti ile sebat ve istikrar arız olunca; işin aslına göre de, halelden ve tez zevalden mahfuz olmaktadır.

Bu on eşya, işin aslında göre hem mevcud olmaktadır; hem de madum. Lâkin, iki itibarda... Meselâ:

a) Histen ve vehimden kat'ı nazar edildiği zaman, onlar, yoktur.

b) Hissin ve vehmin mülahazası ile de onlar vardır.

Aşağıda anlatılan meşhur kıssalar arasındadır:

-Bu gözbağcılar, Hindistan beldelerinden bir beldede, sultanlardan birinin yanında oyunbazlık binası kurmuşlar. Bu arada, tılsım ve oyunbazlıkla insanların gözlerine bahçeler, ağaçlar ve bitkiler çıkarmışlardır. Bu mecliste, o ağaçların büyüyüp meyve verdiğini göstermişler ve orada bulunanlar dahi o ağaçlann meyvelerinden yemişler.

Durum böyle olunca, o vakit, Sultan, bu oyunbazların katline emir vermiş. Şunun için ki, kendisi şöyle demiş:

-Bir oyunbazlığın zuhurundan sonra, onu yapan öldürülür ise, onun yaptığı Hakkın kudreti ile olduğu gibi baki kalır.

Onları katlettirince, o ağaçlar, Allah'ın kudreti ile olduğu gibi kalmış.

Duydum ki, o ağaçlar şu anda dahi bakidir ve insanlar onların meyvelerinden yemektedirler.

Bir ayet-i kerime meali:

"Bu, Allah'a güç değildir."(14/21)

Üzerinde niza olan surette; kendisinden başka mevcud olmayan Sübhan Hak, hariçte ve işin aslında; kudret-i kâmilesi ile, his ve vehim mertebesinde olmak üzere, mümkinat suretlerinin hicaplarında isimlerinin ve sıfatlarının kemalâtını izhar eylemektedir. Hayali sübut, vehmi vücud ile eşya tecelligâhlannda o kemalâtını tecelli olarak meydana getirmektedir. Yani, eşyayı, o kemalâta uygun olarak, his ve vehim mertebesinde yaratmaktadır.

Eşyanın vücudu, hayali bir görüntü itibarı iledir. Lâkin, Sübhan Hak:

a) O görüntüye sebat ve istikrar ihsan eylediği;

b) Bu eşyanın yaratılmasında, sağlamlık da kattığı;

c) Ebedi muameleyi dahi onun bağlısı kıldığı için; o eşyanın vehme dayalı ile hayali sübutu aynı şekilde işin aslına göre olmuştur. Halelden dahi mahfuz bulunmuştur.

Bu arada şöyle denmesi de mümkündür:

-Eşyanın hariçte ve işin aslında vücudu ardır; ama onun vücudu yoktur. (Yani, hem vardır; hem yoktur)

***

Nitekim, bu mana mükerrer olarak, daha önce de anlatıldı.

Merhum pederim, muhakkikin ulema arasında idi. Bana anlattığına göre; mütebahhirin ulemadan olan Celhaleddin Ekri kendisine şöyle sormuş:

-Vakıaya mutabık olan vahdet midir, yoksa kesret mi? Eğer vahdet ise, binası değişik ve ayrı hükümler üzerine kurulan şeriat batıl olur. Şayet kesret ise, sofiyenin kavli batıl olur. Zira onlar, vahdet-i vücuda kaildirler.

Hazret-i Şeyhimiz, onun cevabında şöyle dedi:

-Her ikisi de işin aslına ve vakıaya mutabıktır; onda vakidir.

Ne var ki, onun beyanında söyledikleri bu Fakir'in hatırında kalmadı. Şu anda, Fakir'in hatırına feyiz yollu geleni yazıyorum. Emir Sübhan Allah'ındır.

Vahdet-i vücuda kail olan sofiye haklıdır.

Kesret hükmünü veren ulema dahi aynı şekilde haklıdır.

Bu manadan olarak, sofiyenin haline münasip düşen vahdettir; ulemanın haline münasip düşen ise, kesrettir. Zira, şeriatın kurulan binası kesret üzeredir. Ahkâmın değişmesi dahi kesrete bağlıdır. Enbiyanın daveti, uhrevi olan nimet, azap cinsinden hemen her şey kesrete mütealliktir.

Sübhan olan yüce Hak dahi, kesreti murad edip zuhuru sevdiği için, şöyle buyurdu:

"Bilinmemi sevdim."

Bu mana icabı olarak beka dahi bu mertebede zaruri olmaktadır. Zira bu mertebenin tertibi dahi, alemlerin Rabbinin razı olduğu ve sevdiğidir. Şu mana icabıdır ki, şanlı Sultan karşısında hizmetçiler, haşmet, zül, iftikar, inkisar onun azameti ve kibriyası için lâzımdır. İsterse, vahdet-i vücud hakikat gibi; ona nisbetle kesret dahi mecaz gibi olsun. Bu mana icabı olarak, vahdet alemine:

-Hakikat alemi denmiş; kesret alemine dahi:

-Mecaz alemi tabir edilmiştir. Lâkin, eşyaya ebedi beka ihsan edildiği ve kudret dahi hikmet libasına bürünüp çıktığı, sebepler dahi ef'al nikabı kılındığı için o hakikat bir yana bırakılmıştır. Bilinen dahi bu mecaz olmuştur. Nokta-i cevvale, her ne kadar hakikat, o noktadan çıkan daire dahi mecaz gibi ise de, lâkin o hakikat orada unutulmuş ve bir yana atılmış gibidir. Görülen, bilinen artık daire olmuştur.

***

Şu kavlin manasını sormuşsun:

"Allah bir kulu sever ise, günah ona zarar vermez."

Bilesin ki, Allahu Teala, bir kulu sevdiği zaman, ondan günah sudur etmez. Zira Allah'ın veli kulları günah irtikâbından mahfuz bulunmaktadırlar. İsterse bunlardan günah süduru caiz olsun. Amma enbiya böyle değildir; zira, onlar günah işlemekten yana masumdurlar, günah işleme cevazı dahi onlardan alınmıştır. Onlara salât ve selâm olsun.

Anlatılan manada evliyadan günah sudur etmeyeceğine göre, günahın zararı da dokunmaz. Günah südurunun olmayışında; günahın zararı dokunmayacağı doğrudur. Nitekim bu, mana ilim erbabına malumdur.

Burada anlatılan günahtan murad, daha önce işlenen günahlar dahi olabilir. Yani, velayet derecesine vasıl olmadan evvel... Zira, İslâm, dahi önceleri yıkar. İşin hakikati Allah katındadır.

Bir ayet-i kerime meali:

"Rabbimiz, unuttuk veya yanıldıysak bizi muaheze eyleme."(2/286)

Selâm size ve diğer hüdaya tabi olanlara. Mütabat-ı Mustafa'yı bırakmayanlar... Ona ve âline salât, selâm ve üstün tahiyyat...

***

 

Günün Sözü

"“Allah (c.c.)’a beldelerin en sevimli yerleri mescidlerdir. Allah (c.c.)’a beldelerin en sevimsiz yerleri çarşı pazarlardır.” (Hadîs-i Şerif—Müslim)"
Telif Hakkı © 2024 Open Source Matters. Tüm Hakları Saklıdır.
Joomla!, GNU Genel Kamu Lisansı altında dağıtılan özgür bir yazılımdır.